KÖR SÜLEYMAN
Telaşlı
adımlarına sözünü geçiremiyordu. Gece uyuyamayan gözlerine korku ve endişe
serilmişti. İlk defa geldiği bu yer ne kadar soğuk diye düşündü. Kaderin düğüm
attığı bütün bedenler burada toplanmışlardı. Kara çizgiler çekilemeyen
hayatlar, geride kalmış unutulmayan nefesler lakin unutulmuş adlar. Umutların
yerle yeksan olduğu günü savan yüreklerin birleştiği bir başka diyardı. Bir
başka cumhuriyet. Adına herkesin gözleri ve dilleriyle isimler taktığı.
Kimliksizler kenti. Acının yoğrulmuş, seslerin tutukluk yaptığı varlıklarının gölgesinde
varlık yokluk savaşı verenlerin kenti.
Kalbine karışık
okların atıldığı bir hengamede müdür beyin kapısını üç defa tıklattı. Neden ve niçin
sorularını iki buçuk saatlik yolculuğunda her an kendisine sorup yarım yamalak
cevaplar aldığı, sol yanını sakinleştirmeye çalışsa da içinde
anlamlandıramadığı boşluğu bir türlü dolduramıyordu. Neyiydi. Nesi oluyordu.
Yok. Cevabı olmayan sorular ambarında sorular birikmeye devam ediyordu. Odasına
buyur eden halkla ilişkiler müdürünün gözlerine bakıyor derin derin
yutkunuyordu. Süleyman müdürüm. Kör Süleyman’ı görmeye geldim dediği an
yüzünden oluk gibi boşalan terini elinin arkasıyla sildi. Utanmıştı. Kendisi
için memleketi, köyü, köylüleri için çok utanmıştı. “Nesi oluyorsunuz Süleyman’ın,”
dedi müdür bey. İşte beklediği soruydu. Kendine göre onlarca cevap verdiği
soru. “Köylüsüyüm,” diyebildi kısabildiği kadar kıstığı sesiyle. Köylüsü yani
arkadaşı, akrabası, dostu, kardeşi değil, köylüsü. “Süleyman’ı severiz. Çok
duyarlı, candan, merhametli biri. Bize zorluk çıkarmıyor, yalnız su alır
mısınız dediğinde lütfen kabul edin. Bu onun için önemli.” Odadan çıktığında üzerinden
adeta silindir geçmişti. Merdivenlerden inerken kendini sorguya çekiyor neler
konuşacağının planını yapmaya çalışıyordu. Ahşap merdivenlerin ses çıkarmaması
için azami gayret gösteriyordu.
Limon ağaçları
çiçeklerle gelin gibi süslenmişti. Kokular ciğerlere kadar gidip yerleşiyor
insanın ruhunu hafifletiyordu. Adana baharda bir başka olur güzelliğine
güzellik katardı. Çam ağaçları bütün heybetiyle asil duruşunu her zaman
korumaya devam ediyordu. Banklarda oturmuş insanlar çay kahve içerek baharın
tadını çıkarıyorlardı. Bahçesi hayli bakımlı olan bakım evinin sakinlerinin
yüzlerine bakmak, gönül dünyalarında gezinmek zor olsa gerekti. Son kullanma
tarihi geçmiş bir kenara itilmiş atılmış, farklı coğrafyanın sakinleri toplanmıştı
burada. Kısık seslerine, nokta konulamamış hayatlarına ağır aksak devam
ediyorlardı. Her birinin balta vurulmuş hikayeleri gün gibi ortadaydı.
Çam ağacının
altındaki bankta oturan Süleyman gözlerini bir noktaya dikmiş yanına geleni
fark etmemişti. Ruhu hangi diyarlarda adımlıyor, hangi havayı nefesleniyordu. Bol
paçalı pantolon belinden düşüyor yakası eprimiş gömleğin asıl rengini terk edeli
çok olduğu her halinden belli oluyordu. Usulca yanına oturdu. Alfabeyi unutmuş,
kelimeler zihninden çoktan göç etmişti. Ağzında çoğalan tükürükleri topluca
yuttu. Gözlerini bir Süleyman’a birde Süleyman’ın gözlerini diktiği limon
ağacına doğru gezdiriyordu. Dudaklarına kelepçe takılmış açmakta zorlanıyordu.
“Merhaba,” diyebildi, diyebildi de kendisi gibi merhaba da büzüldü büzüldü.
Oralı olmadı Süleyman. Cam bir fanusun içine girmiş çıkamıyordu sanki. “Şey
merhaba Süleyman,” derken titreyen dudaklarına bu defa aldırış etmedi. “Ben
Hilmi Süleyman köyden.” “Su alır mısın?” dedi Süleyman. “Alırım.” Koşarak
binanın girişinden bir bardak su getirdi, oturduğunda yüzünde hafif bir
tebessümle beraber gözlerinde masum buruk bir bakış peyda olmuştu. “Köyü özledin
mi?” Avuçlarını birbirine yapıştırıp ovalamaya başladı. Ağzının kenarındaki
çizgiler çukurlaştı, iki kaşının arası adeta kayboldu. Alt dudağı ile üst
dudağını kapattı çenesindeki titremeye mâni olamadı. Burun delikleri büyüdü
büyüdü.
“Köy özlenmez mi?
Gece rüyalarıma girer, gündüz hayali gözümün önünde gezinir. Hele o karamat
taşına oturup kekik, yanısızıl, biberiye kokularını ciğerlerime dolduruşum var
ya. Güneşin doğuşunu izlerdim her gün bugün kimin yüreğinde parlayacaksın
derdim ona. Sonra yine aynı türkü dolanırdı dilime. “Kaşların arasına domdom
kurşunu değdi, domdom kurşunu değdi. Bir avcı vurdu beni, bir avcı yedi beni.”
İşte böyle insan geçmişin gölgesinde gölgeleniyor, havasında nefesleniyor.
Çınarlı çeşme duruyordur herhalde. Yüz yılı
aşkın hala dimdik ayakta. Nelere şahitlik etti, neler dinledi, ne kavgalar
gördü de kimseyi geri çevirmezdi. Herkes bidonunu fıçısını doldurur kana kana
içerdi suyunu. Harman zamanı buğday yıkama yarışı olurdu, ezanla köylüler
sıraya girerdi. Köyün inekleri de tekneden su içmek için sıraya girer de
kadınlar benim inek önce içecek diye birbirlerine girerlerdi. Saçlarından tutup
komşusunu tekneye batıran kadınların seyircisi en önde inekler olurdu.
Naime nine suyunu
taşıyamazdı. İki fıçı su kullanırdı. Her gün ezanla taşırdım, helali hoş olsun
da şimdi kimler taşır bilmem. Yokuştu taşlıktı evinin yolu. Yoruluyon a oğlum
derdi de; yorulmak olur mu ninem derdim. Suyu taşıdıkça komutanıma içirmişim
gibi gelirdi bana. Ah ah be komutanım.
2005 yılında Hakkâri’nin
Cilo dağında yirmi gün kaldık. Merkez
karakolundan epeyce uzaktaydık. Komutanım ciğerim komutanım günlerce bişe
yemedi. Bizim önümüzde hem bizi korudu hem de alçaklara göğsünü siper ederdi.
Alçaklara geçit vermediğimiz bir gün komutanımın dili damağına yapışmıştı.
Gözlerini dürbününden ayırmıyor “vatan toprağına adım attırmayacağız bu
pislikleri, bir tane vatan evladının kanına giremeyecekler koçlarım” diyerek
bizi ayakta tutmaya çalışıyordu. Ben geriden gelerek mataramdan su alır mısın
komutanım dedim. Açlık susuzluk takatini somurmuştu. Döndü silahını bıraktı
besmele çekerek olduğu yere çömeldi ki suyu içemeden alçaklar saldırdı. Bir
anda komutanım kanlar içinde yerde ben üzerine abandım benimde kurşun sağ
gözümden girdi. Arkadaşlarım korkusuzca karşılık verdi, alçakları püskürttü.
Yiğit komutanım oracıkta şehit oldu. Ben aylarca GATA’da yattım. Onlarca
ameliyat geçirdim. Gözümün birini kaybederken diğeri az muz görüyor. Kardeşim
suyu içiremedim komutanıma, o mert o korkusuz komutanım günlerce açtı, birde
susuz gitti cennete.
Aylar sonra
köyüme döndüm. Garip anam çocuk gibi baktı bana. Bedenimin acılarıyla değil
yüreğimin acılarıyla aylarca boğuştum. Kor bir ateş hiç sönmedi içimde. Her gün
öldüm, her nefeste yandım. Dağlara
verdim kendimi, teselli aradım. Olmadı. İçimde bir kene emdi benliğimi,
damarlarımda çaresizlik yüzdü. Umutsuzluk ahtapot olmuş bütün hücrelerimi ele
geçirmişti. Gözümden akanlar kan olaydı toprağa karışaydı, etlerim lime lime
doğransaydı da komutanım ölmeseydi.
Aylarca çıkmadım
evden. Bir gün bir rüya gördüm; beyazlar içinde komutanım. Zemzem çeşmesi
yanında. İçiyor içiyor doymuyor.
Korkuyorum çatlayacak diye. Sürekli içiyor. Bana dönüyor ya iç ya da içir diyordu.
Ertesi gün ezanla kalktım köyün Ermeniler zamanında yapılan köylünün su
taşıdığı tarihi çeşmesine gittim. Yaşlıların sularını taşıdım, suya
gelemeyenlerin evlerine fıçılarla su götürdüm. Gözüm görmezdi ama elim ayağım
tutardı. Köylünün de diline düştüm. Kör Süleyman aklını oynattı dediler. Varsın
desinler köylüm. En çok Naime ninenin suyunu taşırdım. Her su götürmemde yerin
Kevser havuzunun yanı olsun diye dua ederdi. Anam öldü, kimim kimsem olmayınca
buraya geldim. Köyde de çok alay ettiler dışladılar. Köyün kahvesine bile gitmemi
istemediler. Camiye gider namazı kılar sonra su taşırdım. Sahi şimdi Naime ninenin suyunu kim taşır, bir
bildiğin var mı?”
Sustu Hilmi. Ağaçlar sustu, kuşlar, toprak sustu. Sanki tüm
Adana sustu. Ağzında biriken tükürükleri yutamıyordu Hilmi. Gözlerini Süleyman’ın
gözlerine dikti. Süleyman’ın gözleri dipsiz bir kuyu, yüreği geçit vermez bir
mağaraydı. “Naime nine vefat etti. Ben onun torunuyum, selamı var sana hakkını
helal etsin, dedi. Vasiyet etti, gidip Süleyman’ı bulun ördüğüm bir çift çorabı
ona verin dedi. Ayrıca onu Kevser havuzunun başında bekleyeceğim bunu da
söyleyin, dedi.” Çorabı Süleyman’a uzattı.
Sukut dalga dalga
yayıldı. Ağaçların yaprakları kımıldamıyor, çiçekleri kokmuyordu. Öğle yemeği
saati çoktan geçmiş, mideleri değil ruhları büyük bir açlık ve susuzluk emaresi
gösteriyordu. Ayak tırnaklarından saçlarına kadar gerilen vücudunu duyguları
çoktan terk etmişti Süleyman’ın. Nefes bile alamıyordu. Oturduğu banka fazla
geldiğini hissetti. Usulca doğruldu, limon ağacının çiçeklerine baktı. Bakım
evine doğru adımlarken, başını çevirip;
“Su alır mısın?”
dedi.