Makale / Güncel Makaleler

Eklenme Tarihi : 24.11.2022
Okunma Sayısı : 509
Yorum Sayısı : 0

GALİP ERDEM

27 Mart 2018

”İç Türklere rağmen Milliyetçi, dış Türklere rağmen Turancı, Müslümanlara rağmen Müslüman olabilen insan, ülkücüdür!”

Milliyetçi Hareket’in tarihindeki dar zamanlardan birisini oluşturan 12 Eylül döneminde milliyetçi gençlerin yardımına koşarak eşsiz bir vefa ve samimiyet örneği sergileyen Galip Erdem, Ülkücü Gençliği hayatın tuzaklarına karşı uyarmayı kendisine görev bilen merhum Galip Erdem’i ölümünün 13. yılında rahmetle anıyoruz.
Ruhu şad mekanı cennet olsun.
Rahmetli Galip Erdem Ağabeyimizin aziz hâtırasına:
”İç Türklere rağmen Milliyetçi, dış Türklere rağmen Turancı, Müslümanlara rağmen Müslüman olabilen insan, ülkücüdür!”
“Ülkücülük” kavramı bugünkü anlamını kabaca, 1969’dan sonra kazanmaya başladı.
Bazıları bunu birkaç yıl geriye bazıları ileriye götürecektir. (Daha ziyade ileriye…) “Ülkü”, muhakkak ki çok önce Türk Milliyetçiliği’nin kelime hazinesinde vardı. Belki de, “kızıl elma” kavramıyla yaşdaştır. Atsız Bey’in makalelerini topladığı ve uzun yıllar ders kitabı gibi okuduğumuz eserinin adı “Türk Ülküsü”dür.[1]
Yanılmıyorsam 1969’da, Türkiye’ye yönelen Sovyet saldırısına karşı Ankara’da KÜBİTEM (Kültür Bilim ve Teknik Merkezi) kuruldu. 1970’lere damgasını vuran yayınların, elit örgütlenmenin merkezinde bu kuruluş vardır. Stratejisinde, çeşitli kesimlerdeki Türk Milliyetçilerini ayrı ayrı teşkilatlandırmak vardı. KÜBİTEM’in her çekmecesinde yeni kurulan veya kuruluş safhasındaki bir derneğin evrakı bulunurdu. Bu çekmecelerden biri, “Ülkü Ocağı”nınkiydi. Kim tahmin ederdi ki, on yıl içinde bu çekmece bütün ülkeyi kavrayacak, hattâ yurt dışına, önce Avrupa’ya, daha sonra da Asya Türk yurtlarına uzanacak.
Bu çalışmalar her gün, bütün gün sürerdi. Bazen geceler, bazen sabahlardık. Fakat ilk arada gittiğimiz, fikir problemlerimize çözüm aradığımız ve moral bulduğumuz bir mekân vardı: Hafta Sokak’ta Galip Erdem Ağabey’in evi. “Yaşayan ansiklopedi”, “ayaklı ansiklopedi” klişe ifadelerdir. Galip Ağabey, öyleydi ama ansiklopedi gibi cansız bir bilgi deposu değil, o bilgi hazinesini aktüel problemlerimize uygulayan, yalnız gördüğümüz problemleri değil henüz algılayamadıklarımızı da tespit edip çözen fikir merkezimizdi .
1969’a kadar “ülkü” kavramı vardı ama bugünkü anlamıyla “ülkücülük” o günlerde doğdu.
Galip Ağabey’i 1997’de kaybettik. Türk Ocağı Mart 2007’de onun anısına “Ülkücülük ve Ülkücüler” konulu bir panel düzenledi. Panele katılanların bu kavramları anlayış ve anlatışı bir birinin tam aynıydı. Niçin? Çünkü oradakilerin hepsi, Hafta Sokak’tan geçmişti. On yılda gelişen şartlar içinde “ülkücülük” hepimizin aynı anlamı yüklediği bir kelime olmuştu.
* * *
En büyük toplum birimi “bütün insanlık”tan, en küçük birim “tek insan = ben”e kadar mensup olduğumuz iç içe nice çember vardır. Sınıf, ümmet gibi büyük topluluklar arasında “millet”i tercih edene “milliyetçi” diyoruz. Milletin çıkarını, “Ben”, “ailem”, “yakınlarım”, “sülalem” gibi daha küçük grupların çıkarlarının da üstünde tutabilenlere ise “ülkücü”… Belki bu tercih sırasında en büyük zorluğu taşıyan, hiç olmazsa ters örneklerin en çok olduğu kritik karar, şahsî çıkar ile milletin çıkarı arasında yapılan tercihtir. Milli menfaati, kendi menfaatinin üstünde tutmaktır. Veya Galip Ağabey için kullanılan, “fena filmillet”[2] yaşayışıdır. Nevzat Kösoğlu Galip Erdem’den de alıntılar yaparak şöyle anlatıyor:
“Galip Erdem için ülkücülük, bağlandığı bir üstün değerde kendini aşmak cehtidir. Dünya zevklerinden, bedenî hazlardan bu gaye uğruna vazgeçebilmek gücüdür. Bu tutumunla, kalabalık tarafından hor görülebilir, enayilikle suçlanabilirsin; bütün bunlara aldırmayıp devam edebilmendir. Budala da deseler, ‘varlığını aşan üstün bir gaye için mücadele edeceksin’.
“Dünyevî zevklerden geçmek kolay değildir, ‘Ama sen de, eğer nasibin varsa ve geçireceğin çetin denemeyi başarı ile sonuçlandırırsan, “ayrılık derdine dayanamamam” mânâsını anlayacak, bir başka alemin sırlarına açılan kapıdan girmene izin verilince, sahici mutluluğa ereceksin’ O zaman sokakları süpüren çöpçü de olsan, bütün kalabalıklardan daha üstün olduğunu göreceksin.
“Görüleceği gibi Galip Erdem, tam tasavvufî bir üslupta, kendini ülküsüne, yani milletine adamayı anlatmakta, tasavvuf tabiri ile, “fena filmillet” olmanın doygunluğundan ve yüceliğinden söz etmektedir. Bu bakımdan onu Türk milliyetçiliğinin ermişlerinden kabul etmek yadırgatıcı olmayacaktır.”
Ne kadar doğru. Özellikle “O zaman sokakları süpüren çöpçü de olsan, bütün kalabalıklardan daha üstün olduğunu göreceksin” ifadesi bize hemen Atsız’ın mısralarını çağrıştırıyor:
Bugün yollanıyorken bir gurbete yeniden Belki bir kişi bile gelmeyecektir bize. Bir kemiğin ardından saatlerce yol giden, İtler bile gülecek kimsesizliğimize.
Ülkücülükle klasik Türk tipi “sağcılık” arasındaki fark bu noktada beliriyor. 1940’lardan seslenen Atsız ile, ondan yirmi yıl kadar sonra yazan Galip Erdem’in, “okumuş adam, devlet kapısında memur olur” devrinden geldiklerini unutmamalıyız. Gerçekten ekmeğin hemen hemen sadece Devlet Kapısı’ndan kazanıldığı o zamanların Türkiye’sinde, önce hükümet değil de önce millet demek, adamı çöpçü yapmasa da en fazla, Süleymaniye Kütüphanesi’ne memur yapardı. Bu noktada rahmetli Tarık Buğra’nın sözlerini aktarmam lâzım: “Türkiye’de sağcılık demek; devletten menfaat sağlamak demektir.” Buğra bu fikrini bir yerde yazdı mı bilmiyorum…Ülkücülük dervişlik midir?
O halde bir cins dervişlik midir ülkücülük?
Evet ve hayır… Evet dersem geniş bir kitleyi çok mutlu edeceğimi biliyorum ama buna rağmen aynı zamanda “hayır!”.
Derviş, daha büyük bir gaye uğruna kendini yok eder, fakat bunu millet için yapmaz. Son tahlilde, yine kendi aşkınlığı için yapar.
Kontrastı ortaya koyabilmek için, rahmetli Tahir Hoca’nın (Tahir Karagöz) bir Mevlevî derviş hikâyesini tekrarlamak isterim. Mahallenin kabadayısı, dervişliğe heveslenir ve en yakın Mevlevî dergâhına giderek intisap talep eder. Konuştuğu zât, kendisine bir sikke (Mevlevî külahı) verir ve, “Bunu başına giy; sana kim ne derse desin, ‘Eyvallah” de. Yarın da tekrar gel; bakalım bu iş sana uygun mu?” der. Başındaki sikkeyle dervişlik işareti veren namlı kabadayıyı görenler, artık bir zarar gelmeyeceğini bildiği için olmadık şakalarla takılırlar. Kahramanımızın hepsine cevabı, “eyvallah”tır. Derken işler karışır. Bir cinayetin faili olmaktan tutuklarlar. Öyle ya, mahallenin kabadayısı, “her zamanki şüpheli”dir. İddialara da “eyvallah” der.
– Sen öldürdün! – Eyvallah. – İdama mahkûm ediyoruz! – Eyvallah.
Sabah sehpaya çıkar. Tam o anda gerçek katilin yakalandığı haberi gelir ve kabadayımız zor belâ serbest kalır. Doğru dergâhın yolunu tutar. Kendisine sikkeyi vereni bulur. Başından çıkarıp onun önüne koyar:
– Ben vazgeçtim. Al sikkeni….
Biraz durakladıktan sonra da işaret eder,
– Eyvallah’ı da içinde.
İşte ülkücü, bunun tam zıddıdır. Ülkücü, “eyvallahı olmayan” adamdır. Bu yüzden gerekirse çöpçü, gerekirse peşinden gülünen bir kimsesiz olur.
Ülkücü, milletinin çıkarı için, iktidara da, müdüre de, partiye de, başkana da ve belki en zoru, dünyayı onun gördüğü pencereden görmeyen topluma da eyvallahı olmayandır. Milletin çıkarı için düşündüğünü söyler; doğru bildiğini yapar. Batı’da buna “demokrasi” derler. Bizde ise bazen “hainlik” diyorlar. Galip Erdem’e de demişlerdi.
Ülkücülük isyankârlık mıdır?
Gerektiğinde evet. Yine Atsız’ı hatırlıyorum:
Bir gün sabrın tükenir, silahını kapınca, Haykırarak çıkarsın yurdunun dağlarına.
Allah böyle bir gerek göstermesin ama 1969’un ülkücülerinin ataları, 1919’un ülkücüleri, işte tıpkı öyle yapmışlardı. Hemen tam yarım asır sonra, 1969’un ve 1970’lerin ülkücüleri de gerçekten onlara lâyık evlâtlardı. Brejnev doktrini bayrağı altında SSCB, Türkiye’de ilân edilmemiş bir savaş başlattı. Ve Türkiye buna sağlıklı cevabını verdi. Ne mutlu ki, Türk toplumunun kültür genetiği, tehlike anında milletini savunacak kahramanları çıkarabilen bir dokudur.
Şimdi “geri görüşlülük”le, “canım yoktu bir tehlike, zaten bir süre sonra SSCB çöküp gidecekti” demek biraz tuhaftır. 1919’un ülkücüleri için de, “Yunanlılar ilelebet Sakarya’da kalacak değildi ya. Onlar yüzmeyi sever; bir süre sonra İzmir’den kendiliğinden denize atlayacaklardı.” demek gibidir. Ne gariptir ki, “yoktu bir tehlike” diyenlerin içinde o günlerde Apo’ya, “devrimci genç” payesini verenler olduğu gibi, kurulacağına kesin gözüyle baktıkları Türkiye Sovyet Cumhuriyeti’nde iyi bir mevki kapmak için uygun çeyiz düzenler de vardı.
Fakat ülkücülük, isyankârlık değildir. Vatandaşlık sorumluluğudur. Kendisini ülkesinde olan bitene müdahaleye mecbur ve bundan sorumlu görmektir. Bu isyandan çok farklıdır. Tebaa olmanın tersidir. “Bu devlet benimdir” bilincidir.
Etkileme- etkilenme çemberleri
“Etkili İnsanın Yedi Alışkanlığı”[3] ile büyük etki yaratan Stephen Covey, Galip Erdem’den yirmi yıl sonra mensubiyet çemberlerine bir başka açıdan yaklaştı.
İç içe toplum çemberlerimiz bizi etkiliyor, biz de onları etkiliyorduk. Dünyada olup bitenin en kıyıda köşedeki insanı bile etkilemesine şimdi globalleşme deniyor. Bütün dünya bizi etkiliyor; Avrupa da, İslâm dünyası da, Türkistan da, Çin de. Milletimiz kesinlikle etkiliyor. Hemşerilerimiz, meslektaşlarımız, yakınlarımız, ailemiz… Bu etkilenme, değişik insanlar için değişik derecelerde olabilir. Fakat Covey’in kritik sorusu şu: “siz onları ne kadar etkiliyorsunuz?”
İşte etkili insan, bu iç içe çemberleri etkileyen insandır. En etkili insan en büyük çemberleri etkileyendir. Onlardan aldığı etkiden daha fazla etkileyendir. Mensup olduğu mesleği, yaşadığı şehri, milletini etkileyen. Ve daha ötedekileri…
Emperyalistler sömürüyor, iktidar saçmalıyor, Sabatayistler yönetiyor gibi garibanizmlerle kendini nelerin etkilediğini sayan değil, “peki sen kimi etkiliyorsun?” sorusuna gerçekçi ve olumlu bir cevap verebilendir “etkili insan”.
İşte ülkücü, milletinin çıkarı için etkileyen insanıdır. Fikir ve kanaat önderidir. Ve gerektiğinde de hareket önderidir.
Ülkücüler, toplumun elitleridir.
Elitlerin deveranı
Galip Erdem Wilfredo Pareto’nun “Elitlerin Deveranı” teorisini sık sık anlatırdı. Onuncu yıl anma toplantısında baktım; en az bu hatırlanıyor. Her halde “ileri milliyetçilik” kategorisine giren bir kavram olduğu için.
Elitler, toplumların tehlikeyle karşılaştıkları dönemlerde belirir. Rahat dönemlerde ise ortadan kaybolurlar. Kuruluş ve tehlike anlarının etkileyenleridir. Rahat zamanlarda bu işi başkaları devralır.
Ülkücülerle Pareto’nun elitlerinin birbirine ne kadar yakın kavramlar olduğunu anlatmama gerek yok. Pareto’nun aşağı yukarı çağdaşı sayabileceğimiz Tolstoy, Harp ve Sulh şaheserinde, arada sırada kahramanlar ve olaylarla okuyucunun arasında girip, ne olup bitiğini bir de doğrudan anlatır. “Ey kaari!” tipi bu kesintilerin bir tanesi sonlara doğru Kutuzov’un ölümünü açıklamak içindir. Tolstoy şöyle der: “Kutuzov’un görevi, Napolyon’u Rusya’nın dışına atmaktı. Napolyon, Rusya’dan def edildi. Böylece Kutuzov’un görevi sona ermişti. Bu yüzden Kutuzov öldü.” Elitlerin deveranının zorunlu uygulaması gibi bir şey!
Türkiye’ye Sovyet saldırısı def edildi. Mamak’takiler de hürriyetlerine kavuştular. Galip Ağabey’in görevi bitmişti. Bu yüzden Galip Ağabey öldü…
Pareto haklı çıkmamalı
Halbuki, ülkücüler görevlerini ihmal etmeseler, Pareto teorisi doğruluğunu kaybederdi. Tehlike geçtiğinde ortadan kaybolmak, bir icra kabahati değilse bile bir ihmal kabahatidir. Yarının tehdidini, bugünün ihmali doğurur ve ihmal, sonra yeni kahramanlara gerek duyulmasına yol açar.
Kahramanlar, kötü yönetilen toplumlarda ihtiyaç haline gelir; kötü yönetilen toplumlarda ortaya çıkar.
1919’un ülkücülerini ve kahramanlarını Osmanlı Devleti’nin son zamanlarındaki kötü yönetim doğurdu. 1969 ve sonrasının kahramanlarını da 1960’ların kötü yönetimleri…
“Keşke her zaman iyi yönetilsek ve kahramanlara ihtiyacımız olmasa.”
İşte bu son cümlem, hatalı ülkücülüktür. Doğrusu: “Keşke her zaman iyi yönetsek de sonra kahramanlara ihtiyacımız olmasa”dır.
Elitler, her an iş başında olmak zorundadır.
Galip Erdem’in bir sözüyle bitirmek istiyorum. Hepimizi göreve çağıran bir ifade: “İç Türklere rağmen Milliyetçi, Dış Türklere rağmen Turancı, Müslümanlara rağmen Müslüman olabilen insan, ülkücüdür!”
____________________________

[1] Kitabın “Türk Ülküsü” ve “Türk Tarihinde Meseleler” başlıklarıyla ikiye ayrılması daha sonraki yıllara rastlar. [2] Millet içinde benliğin yok olması anlamına gelen ve Galip Ağabey’e tam uyan bu tabir yine Türk Ocağı’nın düzenlediği birinci ölüm yıldönümü aklıma düşmüştü ve orada kullandım. Nevzat Kösoğlu, Galip Erdem biyografisinde (Alternatif Yayıncılık, Ankara, 2002) yazıya dökerek ölümsüzleştirdi. [3] Stephen R. Covey, “Seven Habits of Highly Effective People”, Free Press (1989) ve “Etkili İnsanın Yedi Alışkanlığı”, Varlık Yayınları (2001).
Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ

Kaynak: İskender Öksüz https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=3592

https://okuz.wordpress.com/

( Galip Erdem Ülkücü Eyvallahı Olmayan Adamdır. başlıklı yazı Mustafa ESER tarafından 24.11.2022 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.