Dut ağacının arkasındaki kız çocuğuyum ben. Gözüm tam
karşımda duran evimizin kapısında ve penceresinde. Kulağım annemin “yavrum”
diyen sesinde. Elim hep havada annem gelip de tutsun diye. Kalbimse evin tam
içinde. Belki de bir bardak sıcacık açyda, bir idlim peynirde, rafadan nir
yumurta ve ekmeğe sürülmüş tere yağında. Nasıl da açım bilseniz annemim
saçlarımı okşamasına. Babamın çarşıda gelirken elinde eti pufla gelmesine.
Annem bu defa merak edip arayacak beni. Eminim bundan.
Şöyle iyice saklanayım, evet görünmüyorum. Evle aramda şu dut ağacının koca
gövdesi var. Dur bakayım kapıda var mı kimse bana bakan? Pencerede de yok
bakan. Olsun birazdan merak ederler beni. Hem onların kız çocuğuyum, küçüğüm
daha dokuzundayım. Yüzde yüz bakarlar. İnsan sevmez mi çocuğunu? Merak etmez
mi? Niye saklanma gereği hissediyorum ki? Oysa görmüyorlar beni, duymuyorlar.
Bak buradayım demek istiyorum, hem bana daha küçüğüyüm. Evin bir köşesindeki
eşya değilim. Hislerim var benim de, özlemlerim, gözyaşlarımdan göllerim var.
Kirpiklerim hep ıslak.
Annem Naide’nin saçını örmüştür şimdi. Özden’in de
kahvaltısını hazırlamıştır.
Yusuf’un da banyosunu yaptırmıştır. Oh hepsi mis gibi. Ya
ben? Onlar benim can parçam elbette ama ben onların cam parçasıyım. En ufak
taşla kırılıp tuz buz olan.
Onları çok sevsinler, bunu istiyorum. Beni de onları
sevdiklerinin yarısı kadar, yok çeyreği kadar da olsun sevsinler. Az da
sevseler olur. Geç kaldığımda merak etsinler nerede bu kız diye. Acıktığımı
sormadan kuru ekmeğe bile razıyım yemek versinler. Saçımı toplayıp tokalasınlar
bir güzel. Yapacaklar hem ben daha çok küçüğüm. Sıra bana da gelecek.
Hem uzakta değilim evin tam karşısındaki dut ağacının
arkasındayım. Arada bir evi kolaçan ediyorum. Belki akıllarına düşerim de bana
bakmak için kapıyı açarlar yahut pencereden seslenirler: “Dilan neredesin, eve
gel.” diye.
Canım sıra bana da gelecektir, eminim. Şöyle biraz
saklanayım. Çağıracaktır beni de.
Hem karnım da aç, saçım da dağınık. Ellerim de üşüyor
gibi. Burnum akıyor. Olsun hiçbiri annemin “Dilan”diye seslenişi kadar güzel
değildir. Bak göreceksiniz annem beni çağıracak ve benim de ellerim üşümeyecek,
burnum akmayacak. Kalbim aç, karnımın açlığı da tesir etmeyecek.
Koca dut ağacı sığındığım tek yer. Beni sarıp
sarmaladığını hissediyorum koca dut ağacının. İnanmazsınız bana biliyorum, bu
dut ağacının benim için ağladığını gördüm. Dut ağacı ağlar mı diye güldüğünüzü
görüyor benim kafayı yediğimi düşünüyorsunuz.
Siz de inanmayın bana.
Kocaman bir gözyaşı gövdesinden aktı. Yapış yapıştı ama kocamandı. Hiç
değilse benim için ağlayan bir dut ağacı var bu dünyada. Peki size ağlayan bir
dut ağacınız var mı?
Annem unuttu beni. Kaç saat oldu kapıyı bile açmadı.
Dışarıda olduğumu bile bilmiyor. Annem unutursa beni herkes unutur, dut ağacı
hariç. Daha çok üşümeye başladım. Sıcak bir gülüş nasıl da iyi gelir şimdi
bana. İçten bir sesleniş nasıl da mutlu eder beni. Sımsıkı bir sarılış belki de
benim ayaklarımı yerden keser.
Çizgi film izliyor kardeşlerim, saati çünkü. Annem
mutfağı topluyor. İçerisi sıcacıktır, üstleri başları tertemizdir. Bu tabloda
dışarıda dut ağacının arkasında bir çift gözü yaşlı küçücük göz var. İnsan bir
göze sığmaz mı? Suyun üstündeki gül yaprağı suyu taşırır mı? Sofradaki bir
fazla bardak, bir parça ekmek… Saçlarımı okşayan be şefkat eli, yüreğime
dokunan merhamet dili…
Yağmur başladı. Dut ağacı yapraklarını şemsiye yapıp üstüme
tuttu. Bir kez daha başımı uzatıp bakayım eve. Belki de kapı açıktır. Yürek
kapısı kapalıysa ev kapısı açık olsa da boş. Bir serçe arkadaş oldu bana,
dalına kondu dut ağacının. Bana yakın. Bütün hüznümü aldı gitti. Yüreğim o
serçe kadar benim. Ağladıkça ölen, öldükçe çoğalan…