Solcu Türk aydınının
göremediği gelişme
Türkiye’de kendilerini cumhuriyetin, laikliğin,
çağdaşlığın, ilericiliğin sahibi, hamisi olarak gören; daha da önemlisi bu
ülkeyi yönetme ehliyet ve meşruiyetinin sadece kendilerinde olduğuna inanan
çevrelerde; halkın dindar ve muhafazakâr olarak bilinen kesimlerine ve onların
aydınlarına karşı on yıllardır değişmeyen derin bir önyargı, tepeden bakış ve
hoşgörüsüzlük var.rde verilmiştir. Kimi ilerici
aydınlarımızın ‘gerici’ sandığı dindar halk çoğunluğu laikliği içtenlikle
benimsemiş olmasaydı bunun tersi olurdu.” (Bülent Ecevit, Toplumsal Kültürün
Türk Siyasal Yaşamına Etkisi, 1990).
REKLAM
İsmail Özcan
Eğitimci / Yazar
Türkiye’de
kendilerini cumhuriyetin, laikliğin, çağdaşlığın, ilericiliğin sahibi, hamisi
olarak gören; daha da önemlisi bu ülkeyi yönetme ehliyet ve meşruiyetinin
sadece kendilerinde olduğuna inanan çevrelerde; halkın dindar ve muhafazakâr
olarak bilinen kesimlerine ve onların aydınlarına karşı on yıllardır değişmeyen
derin bir önyargı, tepeden bakış ve hoşgörüsüzlük var. Yine buna bağlı olarak
dindar, muhafazakâr halkın oylarına dayanan siyasal iktidarlara da aynı
küçümsemeyle, aynı kibirle bakıyorlar. Mendereslerin, Demirellerin, Özalların
iktidarlarında olduğu gibi AK Parti iktidarını da -sadece kendi tekellerinde
sandıkları- bu ülkeyi yönetme yetkisini gasp edenler olarak görüyorlar.
İkinci sınıf
vatandaşlar, ülkenin zencileri olarak gördükleri bu dindar/muhafazakâr halk
kesimlerini en küçük ölçüde tanıma ve anlama çabası göstermiyorlar. Bu sebeple
söz konusu insanların dünyasında yaşanan değişim ve gelişmeleri fark
edemiyorlar. Bu insanları hâlâ 1930’lu, 40’lı, 50’li yıllardaki köylü,
kasabalı, taşralı, niteliksiz, cahil kalabalıklar olarak görüp küçümsemeye
devam ediyorlar. Taha Akyol’un bıkmadan vurguladığı gibi şehirleşmenin,
ekonomik gelişmelerin onların da bir bölümünü Batılı anlamda burjuvazi haline
getirdiğini; çocuklarının tanınmış kolejlerde, iyi üniversitelerde okuyup iyi
eğitim aldığını; birkaç yabancı dil bildiğini; kariyer sahibi olduğunu; medya,
akademi, bürokrasi, siyaset her alanda “biz de varız!” diyecek bir konuma
yükseldiğini kabullenmek istemiyorlar.
“SİLİVRİ YOĞURDUNUN KAYMAĞI GİBİ AYDINLAR”
1970’li,
80’li yıllarda sağcı/dindar/muhafazakâr kesimin, TV’deki bir programa, bir açık
oturuma çıkarmak için Necip Fazıl, Ahmet Kabaklı gibi iki üç şahsiyetinden
başka kimsesi yoktu. Bugün Beyaz Türk elitlerle her alanda at koşturabilecek
birinci sınıf entelektüellere sahip olduğuna da hiç dikkat etmiyorlar.
Yükselen
dindar/muhafazakâr kesimin aydınlarının, akademisyenlerinin, bürokratlarının
laik elitlerden daha özgürlükçü, daha demokrat, daha dünyaya açık olduğunu da
dolayısıyla gözden kaçırıyorlar. Bunların, hatalarıyla yüzleşebilecek, kendi
kendilerini sorgulayabilecek bir olgunluğa eriştiğinin, düşünce bazında kendi
içlerinde bir çoğulculuk yaşadıklarının, daha da önemlisi bu insanların
zannettiklerinin aksine her sorunu dine dayanarak, dinden ilham alarak
çözmediklerinin de farkında değiller.
Ünlü
akademisyen ve politikacı Prof. Binnaz Toprak, 20 yıl kadar önce Milliyet
gazetesinde kendisiyle yapılan bir röportajda bu insanlar için şunları
söylüyordu: “İslami kesimde çok değerli aydınlar yetişmiş. Demokrat, hoşgörülü,
saygılı, kendileriyle her konunun rahatça konuşulup tartışılabileceği seviyede
ve olgunlukta insanlar bunlar. Kendilerini tanımaktan memnunluk, farklarına geç
varmış olmaktan dolayı da üzüntü duydum”
Laik,
solcu yazar ve aydınlar, toplumun büyük çoğunluğunu teşkil eden
dindar/muhafazakâr camiayı anlamak için bugüne kadar hiçbir çaba harcamadı, bir
defa bile empati yapmadı. Bu camiayı daima köylü, kasabalı, taşralı,
niteliksiz, cahil, gerici, “göbeğini kaşıyan adam”, “bidon kafalı”, “inek gibi
oy çoğunluğu” vb diye nitelediği nefret nesnesi olarak görmekten hiç
vazgeçmedi. Dolayısıyla bu camianın hassasiyetlerine, değerlerine hiç saygı
duymadı, tersine horladı.
İşte
mensubu olduğu toplumun ezici çoğunluğuna böyle bakan ve yaklaşan aydınlar için
merhum Dündar Taşer, “Silivri yoğurdunun kaymağı gibi aydınlar” nitelemesinde
bulunuyordu. Silivri yoğurdunun kaymağı kendi kaymağı değilmiş, sonradan ilave
edilirmiş. Söz konusu aydınların da bu halktan olmadığını, en azından
yabancılaştığını bu benzetmeyle ifade ediyordu.
MUHALEFET DOĞRUYA DOĞRU, EĞRİYE EĞRİ DİYEBİLMEKTİR
Laik
ve solcu aydınlar; kırsal kesimlerde, büyük şehirlerin varoşlarında, eğitimsiz
ya da düşük eğitimli, yoksul ya da dar gelirli kalabalıklar nezdinde niçin
yerlerinin ve itibarlarının çok düşük olduğu, politikaya atıldıklarında
buralardan niçin oy devşiremedikleri üzerinde düşünmelidirler. Bunun analizini
halkın cahilliği, dar kafalılığı falan gibi harcıâlem gerekçelere sığınmadan
yapmalıdır.
Türk
solu, Bülent Ecevit’in 1970’lerdeki performansını ondan sonraki hiçbir dönemde
yakalayamadı. Bülent Ecevit bir dönem, “ortanın solu” söylemiyle ciddi fırtınalar
estirmiş, o söylemin içini halkı ikna edecek kadar doldurmuş ve 1973
seçimlerinden 1. parti olarak çıkmıştı. Bülent Ecevit’in çeşitli ifadeleri onun
bu halkı basbayağı tanıdığını kanıtlamaktadır:
“Türk
halkının demokrasiye ‘seçkin’ ve ‘aydın’ denen kesimlerden daha yatkın oluşunun
belirgin bir kanıtı da şudur: ‘Seçkin’ ve ‘aydın’ denen kesimlerden bunalım
dönemlerinde sık sık askere çağrı geldiği halde halktan, köylüden ve işçiden
hiçbir zaman çağrı gelmemiştir.”
“Müslüman
Türk halkının dinden kopmaksızın laikliği benimsediği şuradan bellidir ki,
laiklikten en büyük ödünler, demokrasi işlerken değil, demokrasi kesintiye
uğradığı dönemlerde verilmiştir. Kimi ilerici aydınlarımızın ‘gerici’ sandığı
dindar halk çoğunluğu laikliği içtenlikle benimsemiş olmasaydı bunun tersi
olurdu.” (Bülent Ecevit, Toplumsal Kültürün Türk Siyasal Yaşamına Etkisi,
1990).
Bugün
laik solcu aydınların mevcut iktidar karşıtı söz ve eylemlerinin çoğu muhalefet
diye nitelendirilemez. Bunların çoğu yalnızca karalama ve düşmanlıktır. Muhalefet
doğruya doğru, eğriye de eğri diyebilmektir.