Topyekun Sarılmamız Gereken İp Kimin İpi? / ‘’hıristiyanların Meryem Oğlu İsa’y
TOPYEKUN SARILMAMIZ GEREKEN İP KİMİN İPİ? / ‘’HIRİSTİYANLARIN MERYEM
OĞLU İSA’YA YAPTIKLARI
GİBİ BENİ ÖVMEKTE AŞIRIYA KAÇMAYINIZ.--------Hz. Muhammed ( S.A.S )----3. BÖLÜM
29 Yaşıma kadar sıradan
bir Müslümandım. Yani İslamın
üç şartına uyan
bir Müslüman... Durun hemen
itiraz etmeyin ‘’ İslamın şartı
beştir.’’ Diye. Hacca
gidemediğime ve zekat
veremediğime göre benim
için İslamın şartı
üçtü.
Peki sıradan Müslüman
ne?
Namazını kılan- orucunu tutan- Ramazandan Ramazana fitre veren
her vakit olmasa da
camiye giden ( Cuma namazına
mutlaka ) bunun dışında cemaatmiş tarikatmış uğraşmayan
bir Müslümana sıradan
Müslüman deniliyormuş.
Bu arada
unutmadan: Öğrencilik
yıllarımda sık sık
Nurcularla birlikte olmuşluğum
ve sohbetlerine katılmışlığım
oldu ama hiç
bir zaman daimi
üye olmadım.
Ancak 1983’de Batman’a
tayinim çıktığında Tarikat- Şıh
( Şeyh ) Seyyid- Seyda- Gavs ve benzerleri
ile hem de çok
yakından tanıştım.
Evet...Batman’daki ilk yıllarımda
bir gün arkadaşlarla
bir kıraathanenin kaldırıma koyduğu
kürsü tabir edilen oturaklarda oturup
oraların meşhur oyunu
domino oynarken baktım kıraathanedeki pek
çok vatandaş birden
oturduğu yerden kalktı
ve on yaşlarında
bir çocuğun önünde
düğmelerini ilikleyip iki büklüm
olarak el öpme kuyruğuna girdi. El
öpenler içinde sakalları
yerleri süpüren dedeler de
vardı bıyığı yeni terleyen
delikanlılar da.
‘’ Kim bu?’’ Dedim. ‘’ Şıhın
oğlu’’ dediler.
Şaşırmıştım ama aynı zamanda
buraların İstanbul’dan çok farklı
olduğunu da anlamıştım. ( Her
ne kadar daha
sonraları İstanbul’da da bu işlerin olduğunu
öğrenmiş olsam da buralarda
çok daha yaygındı.)
Öğretmenliğimin ilk aylarında öğrencilerimden bir
kaçının bazı şıhların çocukları
olduğunu da öğrenmiştim. Allah
için hepsi de efendi çocuklardı.
Hiç bir aşırılıklarını şımarıklıklarını saygısızlıklarını görmedim.
Derken efendim yanlış hatırlamıyorsam 1987 yılında hayatımda ilk
kez bir şıh ile
kanlı canlı karşılaştım.
Hatta evine ( Pardon Şatosuna ) misafir oldum.
Öğrencileri bağlı olduğumuz Siirt
iline üniversite sınavlarına
götürürken şıhın oğlu olan öğrencimiz
sınav dönüşünde mutlaka
köylerine gitmemiz hususunda
ısrar edince kırmadık
ve Şıhın köyüne
gittik.
Bizim( ben ve diğer öğretmen
arkadaşım ) normal medeni
insanlar olarak tokalaştığımız Şıh’ın
tüm öğrenciler elinden
öptüler. Midibüsümüzün şoförü
de...
Evet Şıh
bizzat oğlunun anlatımıyla
köylülerin sırtlarında toprak
taşıyarak oluşturduğu bir
tepe üzerinde içinde yüzme
havuzu dahil pek
çok konforu bulunan
bir şatoda yaşıyordu ve
şato Dicle nehri kenarındaydı. Şıhın şatosu
civarındaki bir kaç ev ise
çamur – saman karışımı kerpiçten
yapılmış evlerdi.
Bizi oldukça sıcak
ve samimi bir
şekilde karşılayıp kahve
ikram eden şıh
daha sonra sordu
nereli olduğumuzu nereden Batman’a
geldiğimizi. Ben İstanbullu
olduğumu söyledim. Ağzımdan
bir anda öyle çıkmıştı.
Şıh ‘’ Ah istanbul.’’
Dedikten sonra devam
etti kendi şatosunu göstererek:
‘’ Hocam bak burası
Hilton.’’ Sonra Dicle Nehrini
gösterdi: ‘’ Bu da İstanbul Boğazı...Bir
köprümüz eksik.’’
İçimden ‘’ Allah Allah adam Hilton’u
Boğazı da biliyor’’ Diye geçirdim. Daha sonra gördüm ki sadece bilmekle de
kalmıyor bir bakıma yönetiyor. Mesela oğullarından biri Batman
Belediye Başkanı diğeri Siirt
Milletvekili. ( Batman o yıllarda
Siirt’e bağlı bir
ilçeydi.)
Batman’ın on sekiz köyünün
şıha ait olduğunu
yine öğrencim olan
oğlundan öğrendim.
İyi hoş da bizim
hem din hem
tarih ve hatta
edebiyat derslerinden öğrendiğimiz
kadarıyla şıhlar ( şeyhler )
genel felsefeleri ‘’ Bir
lokma bir hırka ‘’ Olan
insanlardı oysa benim tanıdığım bu
şıh ve daha
sonra tanıdıklarım hiç de bir
lokma ile doyacak
bir hırka ile ömür
geçirecek insanlar değildi. Tam tersine muazzamm servetlere
sahip insanlardı.
Bir başka husus
bize öğretilen şey şeyhlerin
bir ilim halkaları olduğu
ve bu ilim
halkasında mürşid-i kâmil olan
şeyhlerin müridlerine dersler verdiğiydi lakin bu
şeyhlerde( şıhlarda ) böyle bir durum
kesinlikle söz konusu
değildi. Bırakın müridlere ders
vermeyi avamdan herhangi birisinin yanına
yaklaşması bile mümkün
değildi ki. Yanına
yaklaşabilenler de sadece el
öpmek için yaklaşabiliyorlardı.
Daha sonra hep
adını duyduğum ama
nasıl bir şey
oldukları hakkında hiç bir
fikrim olmayan bir
Seyyid (
Peygamberimizin soyundan gelen
insan ) ile de
tanıştım.( Oralarda çoktu aslında
seyyid. Ama ben tanımıyordum
hiç birisini.
İşin komiği ben bahsettiğim
bu seyyidi daha önceden
tanıyordum ama Seyyid
olduğunu bilmiyordum.
Evet bu
seyyid çok iyi bildiğim
biriydi. Onu nasıl
bilmezdim ki. İlçemizin Milli
Eğitim Şube Müdürlerinden biriydi
ve o sıfatıyla
bir gün dersime girmiş
beş dakika sonra çıkmış ve aşağıda okul
müdürüne beni şikayet etmişti ‘’ Sami Biberoğulları
derse günlük plan
yapmadan girmiş. Buna izin
vermeyin Müdür bey.’’ Diye.
Teneffüste Mmüdür bey
çağırıp sormuştu:
-Sami bey siz
derse günlük plan yapmadan mı
girdiniz?
Cevap verdim:
-Sabah ilk derse girmeden önce
plan defterimi bizzat
siz imzalamadınız mı müdürüm?
-Ben de öyle hatırlıyorum
ama Şube müdürü .... Bey sizin derse
plansız girdiğinizi söyledi.
Plan defterini çıkarıp
müdürün masasına koydum
bizzat kendi imzasını gösterdim.
-Müdürüm ! Plan Defterim öğretmen
masasının üzerindeydi. Adam
görmek istememişse ben ne yapabilirim.
Evet şimdi beni daha
sonra bir tarikata
sokacak olan öğretmen
arkadaşımla geldiğim dini
sohbetin yapıldığı evde o
şube müdürü başında
bir sarıkla bir
postta oturuyor ve
herkes merak ve
heyecanla onun ağzından
dökülecek cümleleri bekliyordu.
Sayın seyyid(!) beni
görünce gülümsedi.
-Oooo Sami Hocam ! Sen buralara
gelir miydin?
-Neden gelmeyeyim ki hocam.
Ben de Müslümanım ve burada
bir dini sohbet
olduğunu duydum.
Evet daha sonra beni sevmeye başladı
seyyid. Yani anlayacağınız
peygamber soyundan gelen(!)
bir mübareğin sevgisine
mazhar olmuştum.
1989’da nihayet tarikat ile de
tanıştım.
Evet bahsettiğim arkadaşın ( Ki rahmetli
oldu kalp krizinden. Allah rahmet
eylesin. Çok iyi bir
insandı aslında. ) etkisine kapılarak pek
çoğunuzun malumu olan Adıyaman- Menzil tarikatının
bir üyesi oldum. Onların tabiriyle : Sofi. Artık benim de
bir şeyhim vardı
ama biz ona
şeyh demiyorduk. ‘’Seyda’’
Diyorduk. Lakin ‘’Seyda ‘’
da diğer şıhlardan çok
farklı değildi. Hem oldukça
zengindi hem de diğer şıhlar
gibi müridleriyle ( sofilerle) hiç konuşmuyordu.
Yüzünü namazdan namaza
görüyorduk. Tabii ki evi ile
cami arasındaki kısa mesafede kuyruğa
girip bekleyerek...
Onun da 7-8 yaşlarında
bir çocuğu vardı ve
zavallı çocuk biz fanatik
sofiler yüzünden çocukluğunu
yaşamıyordu. Zira evinden adımını
dışarı attığı anda elini
öpme kuyruğuna giriyorduk. ( Allah
da biliyor bu
bana çok ters
geldiğinden hiç girmedim
o el öpme
kuyruğuna. )
Evet Seydamızın yüzünü
bir de hatme dediğimiz bir çeşit
toplu zikir töreninde görüyorduk
ama bir kaç
saniyeliğine. Zira hatme
esnasında gözlerimizi kapatmak
zorundaydık.
Hani bir
söz vardır: ‘’ Tekkeyi bekleyen
çorbayı içer ‘’ Evet
gerçekten de tekkeyi bekliyorduk
ve günde iki
kez verilen çok az yağlı
bulgur çorbasını içiyorduk ( Bu tamamen bedavaydı )
İçmesine içiyorduk ama
evimizde diyelim ki
kaşığımız iyi yıkanmamışsa eşimize
bağıran bizler orada bir başkasının ağzından çıkmış
ve bir sepete
atılmış bulaşıklı kaşığı
alıp kemal-i iştihayla
o çorbaya yumuluyorduk sanki
kelle- paça çorbasına yumuluyor gibi.
Evet çorba beleşti. Parmak kadar
iki dilim ekmek de beleşti ama ‘’ Seyda’nın ekinleri
biçilecek.’’ Dendiğinde nice
doktorların nice avukat
ve hakimlerin nice
mühendis- öğretmen ve
polislerin bir tırpan
kapabilmek için nasıl koşuşturduklarına da
şahit oldu bu
gözler. Bu hizmet karşılığında sofilerin aldığı tek şey aferindi
tabii ki.
Evet nefslemizi büyük ölçüde
ayaklar altına almıştık.
Evet namazlarımızı daha
hûşû içinde kılıyorduk
ama bir terslik
vardı.
Her şeyden önce Kur’an-ı
Kerim bizlere ‘’ Topluca Allah’ın ipine sarılın ( Âl-i İmran Suresi 103. Ayet )’’ Diyordu ama
biz sofi olabilmek için Seyda’nın
ellerine sarılmıştık topluca tövbe
ederken. Bizden sonraki
şıh zamanında tövbe
almak için oraya koşanlar
o kadar çoğalmış ki
artık şeyhin elini
tutamıyorlar da şeyhin ipine
sarılıyorlar resimde gördüğünüz
gibi. Yani Allah bize
gayet açık ve net
‘’ Benim ipime sarılın.’’ Derken biz
şeyhin ipine sarılıyoruz ve çoğunluğa
normal gelen bu
uygulama bana çok ters
geliyor.
Biz Mürşid-i Kâmil’i arıyorduk. Yani bizi aydınlatacak ışığı-önderi... Herkesin
anlayacağı şekilde söyleyeyim: En mükemmel
öğretmeni arıyorduk. Lakin
Mürşid-i Kâmilimiz ( O en mükemmel öğretmenimiz(!) ) bizimle
tek kelime bile konuşmuyordu. Konuşmasına konuşmuyordu
ama bizi irşad ediyordu(!) nasıl
ediyorsa artık. Siz hiç
ağzını bile açmadan öğrencilerine bir
şeyler öğreten bir
öğretmen gördünüz mü?
Biz daha
çok çay ocağı denilen yerde
toplanıyor sofiler kendi aramızda sohbet
ediyorduk bazen taa sabahlara
kadar.
Sofi demek sigara ve
çay demekti. Sabaha kadar
sigara ve çay içip aklımıza gelen her
konuda sohbet ediyorduk. Sohbetlerin ana
kuralı ise bir
sofi bir şey
anlatıyorsa itiraz etmemekti. İçimizden ne
kadar ‘’ O öyle
değil’’ desek de dışımızdan ‘’ Yanılıyorsun’’ demiyorduk. Öyle ki
halife konumundaki bir
sofi ‘’İnsanoğlu aya ayak filan
basmadı ‘’ Dediğinde hiç birimiz ‘’
Cahil cahil konuşma.’’ Demedik/ Diyemedik.
Kısacası şeyhin hiç yüzünü
görmeden bile acayip
şekilde irşad olanlar
vardı sofiler arasında.
Bu arada anti parantez
belirteyim çok önemli
bir konuyu da:
Daha sonra tanıdığım başka
tarikatlar da dahil tarikatların
hiç birinde Atatürk
düşmanlığı diye bir
husus söz konusu
değildir. Çünkü Atatürk hiç
bir zaman gündem
olmaz. Tek tük gündeme
alan olursa da ne lehte ne
aleyhte bir şey denmez. Sadece konuşan
dinlenir o kadar. Yani
Atatürk’e karşı nötrdürler.
Peki Atatürk düşmanı
olanlar yok mudur?
Tarikatlarda yoktur ama cemaat veya
topluluklarda vardır. Mesela
şu anda
kardeşimin yan komşusu
olan Aczmendiler acayip
şekilde Atatürk düşmanıdırlar. Mesela o
yıllarda Batman’da etkili olan Hizbullahçılar acayip
şekilde Atatürk düşmanıdırlar. Mesela Nurcular..Onlar da
Atatürk’ü pek dile getirmezler
ama konuştukları takdirde
hayırla yad etmezler. Ama
hiç biri Aczmendiler
gibi çok açık ve
net düşman değillerdir ve bu
saydıklarımın hiç biri
tarikat değildir.
Tarikatlarda ferdi düşman
olanlar olabilir ama
tarikatların genel politikalarında böyle
bir düşmanlık söz
konusu değildir.
Bahsettiğim tarikatta ( ki bu bir
Nakşibendi Tarikatıydı ) Seydalık(
Evliyalık ) babadan oğula
geçen bir makamdı. Yani hep aynı
ailede kalıyordu post. Bizim
seydamızın babası imiş ondan önceki
post sahibi. Bizim Seyda öldüğünde de evliyalık
kardeşine geçti oğlu
her ne kadar ‘’ Post benim ‘’
diye itiraz edip hatta
başka diyarlarda kendisini
Seyda ilan etse
de...
Oysa
Evliyalık babadan oğula
geçen bir makam
olmamalıydı. Yani bizim öğrendiğimiz
Yunus Tapduk dergahına kırk sene
boşuna mı düz odun
taşımıştı?
Bir başka husus: Vatandaş namaz
kılarken bile cezbeye geliyor
ve ‘’ Seydaa’’ Diye bağırıyordu.
Yahu Allah’ın huzurundasın.
Allahu Azimüşşan’ın yanında Seyda da
kim?’’ Ama adam coşmuş
‘’ Seydaaa’’ Diye bağırıyor.
Seyda sevgisi Peygamber
sevgisini de Allah sevgisini
de sollamış.
Çok önemli ve dikkat
çekici bir husus da
şudur: Nur Ceaatinde de bu
girdiğim tarikatda da ve daha
pek çok cemaat ve tarikatta
şöyle oturup Kur’an-ı Kerimi ele
alıp ondan sureler ve
ayetler okuyarak Kur’anın bize
ne anlattığı üzerine
üzerine bir bilim halkası
asla görmedim. Nur camaatinde
hep Risale-i Nur
okunurdu öteki cemaat ve tarikatlarda
ise o kadarı
bile yoktu. Kur’anı insanlar
adeta boş zamanlarını
değerlendirmek için okudukları
bir kitap gibi kendileriyle
başbaşa kaldıkları zamanlarda okurlardı ki bizim ülkemizde
maalesef Kur’an Eğitim dediğimiz
şey ‘’ Kur’anı yüzünden
okumaktan ileriye gitmemiştir. ( Her şeye
rağmen çat pat iamam-
Hatip Liselerinde öğretilir
Tefsir Derslerinde. Bir de
tabii ki İlahiyat Fakültelerinde. Mesela benim iki
kız yeğenim vardır. Her ikisi
de hafızdır ama Kur’anın
ayetleri bize ne söylüyor bilmezler. Oysa sözde
Kur’an eğitimi almışlardır.)
Tekrar tarikata dönelim.
Bir gün topluca öğle
ya da ikindi
namazı kıldık. ( Seyda namazı
bile kendisi kıldırmıyor.
Halifelerinden biri kıldırıyor ama kendisi mutlaka cemaate dahil
oluyordu.) Namazdan sonra Seyda
yüzü bize dönük
vaziyette ayaklarını uzattı
ve halifelerden biri başladı
ayaklarını ovmaya.
Ben beni
oraya getiren ve
aynı zamanda halife olan
arkadaşıma sordum: ‘’ Ya bu Seyda
herkesin derdine derman oluyor
ama kendine hayrı
yok. Baksana ayaklarını ovduruyor
ağrısı geçsin diye.’’
Arkadaş sert bir bakış
attı ve ‘’ Allah bu evliyalara
kendileri ve aileleri için şifa
olmak yetkisi vermemiş.’’
Hepimiz hayran hayran
Seyda’yı seyrediyoruz..
Pardon seyredemiyoruz zira
Seyda’nın yüzüne sürekli
bakmak da yasak. Kaçamak bakışlarla bakacaksınız. Öyle gözleri
yapıştırıp bakmak yok.
Derken arkadaş öyle
bir şey dedi
ki tarikatla bağlarımı
tamamen kopardım.
Ne dedi
diye soracak olursanız:
‘’ Hocam ! Şimdi seydamız böyle ayaklarını
uzatmış oturuyor ya.
İşte tam bu sırada
Peygamberimiz onun yanına
gelmiş olsa ayağa
kalkmaz. Çünkü aralarında öyle
bir muhabbet vardır.’’
Resmen şok oldum. Resulullah Muhammed
Mustafa (S.A.S) gelecek ama bizim
Seyda Hazretleri ayağa
kalmayacak(!) Ulan bu
Seyda Peygamberimizden üstün mü
ki? Ya da ona eşit mi ki?
Maalesef bu soruyu
direkt sorsanız Sofilerin
hepsi ‘’ Saçmalama olur mu
öyle şey’’ diyeceklerdir ama farkında
bile olmadan yapılan
şey budur.
Daha da
kötüsü vatandaş aynen
reklamda olduğu gibi
bir mod içinde ‘’
Seyda’ya güven gerisini merak
etme sen. Saadat-ı Kiramın himmetiyle cennet garanti.‘’ Öyle ki sofilerin neredeyse hepsi Seyda ellerinden tutmazsa
kesinlikle cennete giremeyeceklerine inanıyorlar. Kesinlikle böyle
çok sağlam bir
aracıya ihtiyaçları var (!)
İşin daha da ilginci taa
Danimarka’dan gelen bir ecnebi
Sofimiz bile vardı ki
bunu anlayabilmekte hâlâ
zorlanırım.
Ancak sonra sonra
gördük ki olay şu yazdıklarımdan daha
vahim.
Aynı tarikatın bir başka başka
kollarında tarikat ileri
gelenlerinden biri ‘’ Şeyhin
huzurunda bir dakika ayakta
durmak 1000 sene nafile namazdan
daha efdaldir’’ Diyor ve
hiç bir Allah’ın
kulu ‘’ Sen ne
diyorsun kardeşim. Nafile de olsa namazda
Allah’ın huzurundasın. Nasıl
olur da Şeyhin huzurunda
durmak Allah’ın huzurunda
durmaktan 1000 sene daha
efdal( hayırlı) olabilir.’’
Diye sormuyor. Hiç kimse ‘’Kadir Gecesi bile bin aydan kıymetli
iken ve Allah bunu
kitabında açıkça beyan
etmişken nasıl olur da şeyhin
huurunda bir dakika
durmak Kadir Gecesinden bile binlerce
kat hayırlı olabilir?’’ Demiyor. Öylece
mal mal dinliyor
anlatan vatandaşı.
Bir başkası çıkıyor ( Cübbeli Ahmet Hoca): Yarın Ahiret'te kabirden çıkan bir
adamı azap melekleri yakalasa, azaba ( cehenneme) götürürlerken yaka paça, o
adam dese ki 'ben Nakşibendi tarikatının Halidi kolundanım' dese
bırakırlar."
Yani gördüğünüz gibi
cennet o kadar
ucuz ki (!) Bir tarikate
mensup olun veya bir şeyhin huzurunda
sap gibi bir
dakika dikilin hoop
cennettesiniz(!)
Cennet bu kadar
ucuz olunca taliplisi
bu kadar çok
olmaz mı? Olur
elbette ama ucuz
dediysek o kadar da ucuz
değil. Yanmaz kefen lazım
peygamberimizi rüyada gösteren
terlikler lazım peygamberimizin saçının
suyunun suyu lazım... Ve tabii
ki bu kadar materyali
satan birileri lazım...
Nereden nereye geldiğimizin
farkına varabildiniz mi?
Ah bu
ucuzculuk yok mu
bu ucuzculuk. Ta Titan
Saadet zincirinden en son
Tosuncuk denilen bir
şarlatana kadar insanlarımızın milyarlarca
lirasını sahtekarlara kaptırmasının
sebebi de bu 1
lira ile
bir milyon lira
kazanma ucuzculuğundan değil
midir hep?
(
Topyekun Sarılmamız Gereken İp Kimin İpi? / ‘’hıristiyanların Meryem Oğlu İsa’y başlıklı yazı
Sami Biber tarafından
28.09.2021 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.