Ümit, köyümüzde doğup, küçük yaşta ailesiyle
İstanbul’da göç eden bir ailenin çocuğuydu. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarını
büyük kentin bir varoşunda yaşadı. Okul yaşamı Endüstri Meslek Lisesi’ni
bitirince sona erdi. Kardeşlerinin öğrenim giderleri, kalabalık ailesinin geçim
zorlukları yükseköğrenim şansı vermedi. Daha ilkokul yıllarında simit satmakla
başlamıştı aile bütçesine katkı sunmaya. Babanın inşaatlarda çalışması ailenin giderlerini
yetmiyordu.
İş
yaşamı mutlu etmedi Ümit’i. Vatan görevini tamamladı. Askerlik dönüşü evlenip
sıcak bir yuva kurdu. Birkaç iş değiştirdi. Çalıştığı işyerlerinden aldığı
ücret yuvasını sıcak tutmaya yetmiyordu. Öykümüzün kahramanı Ümit, 2000’lerin
başlarında ağabeysiyle köye döndü. Büyük şehrin kalabalığı, koşuşturması köye
dönüşün önde gelen nedenlerinden bazılarıydı… Yaşamına baba vatanı havası
temiz, suları soğuk köyünde devam etmek; musluk sularının içilmediği şehirde
ırgat gibi çalışmaktan daha iyi olur diye hayaller kuruyordu.
Kendisi
gibi yaşam mücadelesini köyümüzde sürdüren iki elin parmakları kadar yaşıtları
da vardı. Ümit, duruşu, sohbeti, tatlı dili, çalışkanlığıyla delikanlı sıfatını
annesinin temiz ak sütü gibi hak eden bir delikanlıydı. Öykümüz, Ümit’i ve
köyümüzün son 50-60 yıllık geçmişini anlatmaktadır.
Çocuktum.
İlkokul 3. Sınıfta okuyordum. İki kız gelir gelirdi okula. İkizmişler. Adem
Dede’nin yetim torunlarıymış bu iki güzel prenses. Babaları nedeni bilinmeyen
bir hastalıktan genç yaşta ölmüş. Beyaz yakalık, siyah önlük ve başlarına
taktıkları sarı kurdeleleriyle ilkbaharda eriyen karların arasından akan
derelerimizin kenarında boy atan sarıçiçekler gibiydiler. Uzun örgülü saçlarını
ve pırıl pırıl beyaz dişlerini görürdüm sık sık. Gamsızdılar...
Okul
açılalı çok zaman geçmemişti. Her gün okul bahçesinde görmeye alıştığım iki
kızı görmez oldum. Her yeni gün o iki güzel kızı arar oldu gözlerim. Okula
gelmiyorlardı! Her nedense küçük sınıfların çocuklarını, onların kaygısız
hallerini gözlemlemek hoştur benim için. Yetim iki güzel kız; ne bileyim
babasız oldukları için mi ne daha bir ilginç gelirdi davranışları. Acırdım yetim
hallerine…
İlerleyen
günlerde duyduk ki, Adem Dedeler ailece İnegöl’e muhacir gitmiş. Muhacir
kelimesini, hiç hoş duygular çağrıştırmadığını çocuk yaşta öğrendim. İki
prenseste gitmişti uzak diyarlara. Bir daha haberlerini alamadım.
Köyümüzde
anımsadığım ilk göç eden aile Adem Dedeler oldu. Beşinci sınıfa giderken Ahmet
amcalar gitti Adem Dedelerim peşi sıra aynı kente, İnegöl’e. Çorap söküğü gibi
sürüp gitti muhacirlik serüveni. Yukarı Mahalle’den Uzun Refik Dedelerin de İstanbul’a
göç ettiğini duyduk.
Artvin’in
bazı ilçelerinde ve ilçemiz Şavşat’ta, köylerinde karakucak güreşleri yapılır.
Kıran kırana geçer güreşler. Yüksek dağlardan kopup dar vadilerimizden ak
köpükleriyle coşarak akan çaylarımız gibi hızlıdır karakucak güreşleri.
Düğünler ve bayramların vazgeçilmez etkinliğidir iki köy delikanlının dostça
kapışması. Rakibini kaptın mı sırtını yere yapıştıracaksın. Yağlı güreşler gibi
Mehter Marşı usulü yavaş değildir. Her köy çocuğunun yeşil çayırlarda güreşle
ilgisi anısı vardır. Benim bile…
İlçemizde
yapılan güreşler büyük coşku içinde de kıran kırana geçer... Özellikle dağ
köylerinden acar güreşler çıkar. Ortaokul I. Sınıfa gidiyordum. Köylümüz,
askerlik görevinden dönen Niyazi Genç ağabeyimiz çıktı ortaya. Dedesi Hamza Pehlivanın,
sırtı hiç yere gelmemiş diye anlatırdı babam. An be an anımsarım. İlçede
yapılan güreşlerde Niyazi ağabeyimiz bütün rakiplerini yenerek başpehlivan oldu.
İlk kez köyümüz ilçede bir başpehlivan çıkarmıştı. 7’den 70’e köyce mutluyduk!
Orta
ikiye başladığım sonbaharda Niyazi Ağabeyler de İstanbul’a muhacir gitti. Yetim
kalmıştık köyce… Öğrencilik yıllarımda fazla takip edemedim kimlerin muhacir
gittiğini yetesiye. Gün gün, ay ay göçlerin sürdüğünü duyuyordum sadece.
İlkokul sınıf arkadaşlarım Yalçın, Şahsettinler’in Sakarya’ya gittiklerini de
hüzünle öğrendim.
Almanya’ya
da gidenler oldu 1960’lı yılların sonlarında. İlk anımsadığım Ferittin,
Elvettin, Yılmaz, Niyazi, Rasim, Enver ve Cemil ağabeyler yurtdışına giden ilk
guruptu. Reşat ve Erdem ağabeyler gitti daha sonra. Yurtdışına gidenler eşlerini aldılar
yanlarına. Batı kentlerinde ev yaptırıp köyle ilişkilerini kestiler zamanla.
Yalnız
bu kadar mı köyde yaşanan insan erozyonu? Elbette hayır. Ortaokul ve lise
mezunu gençlerin bazıları polis oldu görev yerlerine atandı. Öğrenim yaşamını
sürdürmeyenler, yorganını alarak batı kentlerinin yolunu tuttu. Gittikleri
şehirlerde tutunup kısa sürede kentlerin varoşlarında ev sahibi oldular.
Köyümüz,
300 haneye yaklaşan konut sayısıyla büyük bir köydür. Ağır kış koşulları,
yetersiz toprak, hızla artan nüfus insanımızı iş aramaya, göçe zorladı… Daha
rahat koşullarda gönençli yaşama isteği de göç edenlerin hayallerini
süslüyordu. 1960’lı yıllarda başlayan muhacir, göç olgusu 90’ların sonuna kadar
sürdü.
Okuyup
memur olanlarımız; ebe, hemşire, çokça öğretmen, subay, doktor, ziraatçı… da
daha çok batı illerine atamasını yaptırıp, köye dönmeyenler zincirine katıldı.
Ailelerin
otantik deyişle mucir gitmelerden özge köyümüzün yılların içinde oluşan övgüye
layık bir arada yaşama kültürü, gelenek ve görenekleri de gitti.
Öykümüz devam edecek…