İnsan Anlaşılmaya Muhtaçtır
1990 Yılı Nisan
Ayı…
İlçenin merkez
ilkokulunda öğrenciler sınıflara sığmıyordu. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk
Bayramının heyecanı içerisinde çocuklar sınıflarda bağırıyorlar, seviniyorlar
ve dışarı çıkmak istiyorlardı. Ancak hava oldukça soğuk ve yağışlı olduğundan
okul idaresi çocukları dışarıya bırakmıyor ve konu ile ilgili öğretmenler odasında
toplantı yapılıyordu. Bu sırada ise öğrencileri coşkunlukları dolayısıyla
sınıflarında tutmak pek mümkün görünmüyordu.
2/C sınıfının
sınıf öğretmeni Muharrem okulda en çok sevilen öğretmenlerden birisiydi. Eşi
Mehpare ile birlikte aynı okulda görev yapıyorlar ve oğulları Ersin’de aynı
okulda üçüncü sınıfta okuyordu. Gerek öğrenciler, gerek öğretmenler ve gerekse
okul idaresi tarafından örnek öğretmen ailesi olarak gösterilmekteydiler.
Muharrem öğretmen kendine muzip, hırslı ve öğrencilerini farklı öğrenme
teknikleriyle yönlendiren idealist bir öğretmendi. Kullandığı öğretme
yönteminin temeli ödül ve ceza sistemine dayanmaktaydı. Elbette bahsetmekte
büyük fayda var ki; o yıllarda memlekette eğitim sisteminde; öğretmenin vurduğu
yerde gül biter mantığı oldukça kabul görmekteydi. Ancak elbette bu durumu
abartan, elinde sopa ya da cetvelle gezip lüzumlu lüzumsuz öğrenci darp eden
öğretmenler de yok değildi. Bu öğretmenlerden birisi de kuşkusuz Mehmet
öğretmendi. Öyle ki Mehmet Öğretmenin adı bile geçse öğrenciler korkudan tir
tir titrerlerdi. Diğer sınıftaki öğrenciler Mehmet Öğretmenin sınıfındaki
öğrencilere acırlardı. Okuma yazma öğrenirken, matematikte dört işlemi
öğrenirken, beden eğitimi dersinde uygun adım yürümeyi öğrenirken Mehmet
Öğretmenin şiddet kullanması pek alışılmış bir şeydi. Peki ya Veliler bir şey
demez miydi? sorusunun cevabı ise elbette yine o yılların öğretmen ve okul
algısında saklıdır. Şöyle ki o yıllarda öğretmenlere büyük bir saygı
beslenirdi; her türlü durumda öğretmen haklıydı ve öğretmenden dayak yediğini
ailesine söyleyen öğrenci, ailesi tarafından yadırganır, hoş görülmezdi. Zaten
öğrenci de bunu bildiği için okulda yediği öğretmen dayağından ailesine
bahsetmezdi. Her sabah derslere girmeden önce sıra olunur ve Andımız okunurdu.
Bu merasimlerden birinde sıraya girmiş çocuklardan birisi yanından Mehmet
Öğretmenin sadece geçmesiyle altına kaçırmıştı.
Bu bayram
gününde Muharrem Öğretmen öğretmenler odasındaki toplantıya gitmeden önce
sınıfa gelmiş ve öğrencilerine sınıfta beklemesini, uslu durmalarını ve kendisi
söylemeden dışarı çıkmamalarını tembihlemişti. Elbette öğretmen sınıftan
çıktıktan sonra tüm söylenenler unutuldu. Sınıfta büyük bir bağırış çağrış ve
uğutu oluştu. Çocuklar sıraların arasında, üstünde ve altında her yerde
coşkuyla bağrışıp çağrışıyorlardı. Sınıfın haylaz öğrencilerinden birisi olan
Adem dışarı çıkıyor ve sonra sınıfa girip;
-
Haydi,
ne bekliyorsunuz? Herkes dışarıda dışarı çıkalım! diye bağırıyordu. En az Adem
kadar haylaz olan Tahsin’de Adem’e destek çıkıyor ve;
-
Evet
evet herkes dışarıda! Herkes dışarı çıksın diye bağırıyordu. Gürültü gittikçe
artmaktaydı.
Sınıfta tam bir
kaos ortamı hakimdi. Çocuklar yüksek sesle gülüyor, oynuyorlardı. Gül ile
Mehtap defterlerinden kopardıkları sayfalarla 23 Nisan süsleri yapmışlar onları
havaya fırlatıyorlardı. Sınıfın neredeyse yarısı koridora çıkmış ve koridorda
bağırıp çağırıyorlardı. Okulun nöbetçi öğrencisi herkese sınıfa girmesini
söylüyordu ama kimse dinlemiyordu. Bu arada 2/C sınıfında Murat isimli bir
öğrenci sırasında oturmuş diğer çocukları izlemekteydi. Murat kendi halinde içe
kapanık bir çocuktu. Arkadaş edinme konusunda başarılı olmadığı gibi oldukça
cılız bir yapısı vardı. Öğretmeni kaç kere Murat’ın dedesi Osman’ı okula
çağırmış ve Murat hakkındaki olumsuzlukları bir bir kendisine saymıştı. Murat anne
ve babasıyla yaşamayan bir çocuktu. Ama bir öksüz ya da bir yetim değildi.
Annesi ve babası yaşamaktaydı ancak ikisi de boşandıktan sonra çocuklarını terk
etmiş ve babaanne ile dedesinin yanına bırakmışlardı. Aslına bakılırsa annesi
ve babası sağ olan Murat’ın bir öksüz ve yetimden hiçbir farkı yoktu. Murat’ın
dedesi okuma yazmayı zor bilen bir işçi emeklisiydi. İlkokul ikinci sınıftan
sonrasını okumamıştı. Ömrü çalışmakla geçmiş ve emekli olduktan sonra da işsiz
çocuklarına ve torunlarına bakmak için durmaksızın tekrar bedensel işlerde
çalışmak zorunda kalmıştı. Muharrem Öğretmenin Murat hakkında söyledikleri
belki öğretmen açısından bir veliye söylenmesi gereken şeylerdi ama Murat’ın velisi
Osman tarafından yetersizlikler dolayısıyla yapılacak hiçbir şey yoktu. Ama
yine de Osman öğretmen kendisini çağırdığında eskimiş ve artık renkleri solmuş
ceketinin düğmesini ilikler, kasketini eline alır ve saygıyla öğretmeni
dinlerdi. Murat’ın yaşıtlarına göre cılız olması kuşkusuz yoksulluktan
kaynaklanmaktaydı. Küçük kardeşi ile birlikte annesi ve babası terk ettikten
sonra dedesinin yanında kalan Murat’ın tüm ihtiyaçlarını dedesi
karşılamaktaydı. Dedesi Osman işçi emeklisiydi ve üç ayda bir maaş alırdı. O
maaşta geldiği gibi borçlara dağılırdı. Murat için yeni bir ayakkabı, yeni bir
pantolon, yeni bir defter, yeni bir önlük, yeni bir kalem lüks sınıfına giren
şeylerdi.
Bir seferinde
Muharrem Öğretmen Murat’ın dedesi Osman’ı yine okula çağırmıştı. Murat’ın tahta
sıraları ısırmak gibi tuhaf bir alışkanlığı oluşmuştu. Öğretmen birkaç kez
uyarmış, birkaç kez dövmüş ama yine de Murat’ı bu alışkanlıktan vazgeçirememişti.
Sonunda bu kötü alışkanlığın vücudun besin yetersizliği, vitamin ve mineral
yetersizliğine verdiği bir tepki olduğunu öğrenmiş ve velisine durumu anlatarak
öğrencisinin iyi beslenmesini sağlayabileceğini düşünmüştü Muharrem Öğretmen.
Murat’ın dedesi Osman öğretmeni her zaman ki gibi saygılı bir biçimde dinlemiş
ve gerekeni yapacağını söylemişti. O gün eve gelirken kasaptan yarım kilo ciğer
almış ve eşine bu ciğeri pişirmesini söylemişti. Murat o gün eve geldiğinde
babaannesi tahta sıraları ısırmaması gerektiğini aksi halde öğretmenin onu
okuldan atacağını söylemişti. Murat bu durumda çok korkmuş ve gizli gizli tahta
ısırmaya devam etmişti.
Murat’ın
sınıfındaki diğer öğrenciler anne ve babalarıyla beraber yaşamaktaydılar.
Sınıfın haylaz öğrencisi Adem’in babası ilçenin en büyük ayakkabı dükkanının
sahibiydi. Zaten yanakları al al ve oldukça kilolu olan Adem’in herhangi bir
beslenme sıkıntısı çekmediği görüntüsünden belli olmaktaydı. Tahsin’in babası
çiftçiydi ve bin dekar arazileri, büyükbaş ve küçükbaş hayvanları vardı. Ersin’in
babası ilçedeki iki bankanın birisinin müdürüydü. Gül’ün babası maliyede ve Mehtap’ın
babası da ilçe belediyesinde memurdu. Ali’nin babasının bir un fabrikası vardı,
Kemalettin’in babası da çiftçiydi. Sınıfta bir gelir ortalaması yapılsa
muhtemelen Murat en son sırayı alırdı. O yıllarda okulda kömür parası istenirdi
ama Murat o parayı veremezdi. Okula ne zaman para toplansa Murat para toplama kâğıdını
dedesi Osman’a getirir ve dedesi Osman okul Müdürünün yanına ezile büzüle
giderek zaten bu çocuğun annesinin babasının olmadığını, durumlarının kötü
olduğunu bahseder ve toplanan paradan muaf olurlardı. Murat bu durumu bilir ve
içten içe sanki bir kabahat işlemiş gibi utanırdı. Arkadaşları annelerinden,
babalarından, akşam izledikleri televizyon programlarından, yedikleri
yemeklerden, gezdikleri yerlerden bahsederlerdi. Tüm bunlara sahip olmayan
Murat ise sessiz kalıp arkadaşlarını dinlerdi. Belki de içe kapanık olmasının,
kolayca arkadaş edinememesinin nedeni yaşam koşullarıydı. Yani içe kapanıklık
bir kişilik özelliği midir yoksa çevreden mi kaynaklanmaktadır? Öğrenilir mi,
öğretilebilir mi?
Murat sınıfın
haylaz çocukları Adem ve Tahsin’den çekinir ve korkardı. Bir keresinde Tahta silgisini
Murat’a fırlatmak gibi saçma bir oyun keşfetmişti kendi kendine. Murat’ın o
kadar kaçmasına rağmen sınıfın tahtasının keçeli ahşap silgisini Murat’a
fırlatıyor ve kahkahalarla gülüyordu. Murat ne kaçarak ne de saklanarak Tahsin’den
kurtulamıyordu. Murat için bu bir oyun değil bir eziyete dönüşmüştü. Silginin
ahşap kısmı Murat’ın canını yakıyordu ve keçeli kısmı da siyah olan önlüğünü
tebeşir tozları ile kirletiyordu. Zaten bir tane önlüğü vardı ve önlüğünü babaannesi
o yaşlı halinde elinde yıkamaktaydı. Eğer önlüğü kirlenirse önlüksüz okula da
almıyorlardı. Murat kaçarken ve saklanırken Tahsin bu kötü oyuna devam etmekteydi.
Murat sıranın altına saklandı ve ardından kafasını çıkardığı sırada Tahsin’in
fırlattığı silgi keçeli silgi tam da Murat’ın burnuna geldi. Burnu çok acımıştı
ve oluk oluk kan akmaya başlamıştı.
Adem ve Tahsin
sınıftaki çocukları da dışarı çıkarmak için uğraşmaktaydılar. Adem Murat’a;
-
Haydi
dışarı çık! Öğretmen dışarı çıkmayanları dövecek! Diye bağırdı. Murat ise;
-
Öğretmen
dışarı çıkmayın dedi, çıkarsak asıl o zaman döver. dedi. Adem;
-
Herkes
dışarıda bayram kutluyor aptal! Dedi ve Murat’a vurdu. Buna rağmen Murat dışarı
çıkmadı.
Bu sırada Tahsin
sınıfın kara tahtasına ‘Dışarı Çıkmayanlar’ yazdı ve altını çizdi. En başa
Murat yazıp yanına birçok çarpılar attı. Sonra dışarı çıkmayan diğer öğrencilerin
adlarını da yazdı. Murat Tahsin’den çekiniyordu ve bu sebepten bir şey
diyemedi. Bir süre sonra sınıfın yarısından çoğu dışarıya çıktılar ama Murat
hala sınıftaydı. Tüm okul kaynar bir kazan gibiydi. Bu uğultu ve bu gürültü
öğretmenler odasına da gitmiş olacak ki tüm öğretmenler toplantıdan çıktılar.
Murat sırasında otururken çocukların bir yığın halinde sınıfa koştuklarını
gördü. Bir yandan da bağırıyorlardı;
-
Öğretmen
geliyor! Öğretmen Geliyor!
-
Herkes
sınıfa!
-
Öğretmen
çok sinirlenmiş!
-
Öğretmen
neden dışarı çıktınız diye bağırıyor!
Tüm bunları
sırasından izleyen Murat’ın bir anda dikkatini kara tahtada Tahsin’in yazıkları
çekti. Eğer öğretmen sinirliyse muhtemelen tahtadaki isimleri yaramazlık
yapanların isimleri sanabilirdi ve listenin en başında da Murat’ın ismi vardı.
Çocuklar koşarak sınıfa ve sınıftaki sıralarına koşarken Murat’ta tahtaya
koşmaya başladı, birkaç arkadaşına çarptı ama kara tahtaya ulaştı. Ardından tam
tahtayı silmişti ki sınıfa Muharrem Öğretmen girdi. Sinirle kapıyı çarptı ve
bağırmaya başladı;
-
Ben
size dışarıya çıkmayın demedim mi! Uslu durun demedim mi! Neden böyle
bağırıyorsunuz! Neden sınıfta durmuyorsunuz! Ne işiniz var koridorda! Ayaktakiler
hiç sıralarına oturmasınlar!
Murat çok
korkuyordu, ne diyeceğini bilmiyordu. Ama o öğretmenin dediklerine harfiyen
uymuştu. Sınıftan çıkmamıştı, bağırmamıştı, sırasında oturmuştu. Ancak tahtada
Tahsin’in yazdıklarını silmek için ayakta kalakalmıştı. Muharrem Öğretmen;
-
Adem,
Tahsin, Mustafa siz ne arıyordunuz dışarıda! diye gürledi. Adem;
-
Sizi
bekliyorduk öğretmenim dedi korkarak ve diğer çocuklarda ona katıldılar. Murat korkuyordu
ve sesiz kalmıştı. Muharrem Öğretmen;
-
Ben
size sınıfta bekleyin demedim mi! dedi ve hepsine sırayla birer tokat vurdu. Sonra
Murat’a döndü;
-
Sen
tahtada ne yapıyordun? Diye bağırdı. Murat korku ve telaş içinde titrek bir
sesle;
-
Tahtayı
temizliyordum öğretmenim dedi. O anda ön sırada ön sırada oturan Emel isimli
bir kız çocuğu;
-
Konuşanları
siliyordu öğretmenim. dedi. Bunu duyan
Muharrem Öğretmenin siniri beynine sıçradı ve;
-
Demek
yaramazlık edenlerin isimlerini siliyordun ha! Deyip Murat’ öyle bir tokat
vurdu ki zaten cılız olan Murat yere kapaklandı. Muharrem Öğretmen;
-
Kalk
ayağa! Diye bağırdı. Ben size sınıfta uslu durulacak demedim mi!!! Sonra Murat’a
bir tokat daha attı.
Murat’ın yüzü
kıpkırmızı olmuştu ve ağlıyordu. Murat, öğretmenine olanları anlatamamıştı. O silmeye çalıştığı listenin yaramazlık
edenlerin isimlerinin yazılı olduğu liste değil dışarıya çıkmayanların
isimlerinin yazılı olduğu liste olduğunu söyleyememişti.
Murat o zaman
için belki küçük bir çocuğun başına gelen bu önemsiz gibi görünen olayı ömrü
boyunca zihninde ve yüreğinde taşıdı. Bazı zamanlar hatırladıkça sinir krizleri
geçirdi. Bu olumsuz durum ömrü boyunca onu kötü bir kâbus gibi takip etti. Öyle
ki insanlarla ne zaman iletişim kursa söylemek istediklerini söyleyemediği
hissine kapıldı. Bu anısı yüzünden hiçbir zaman iyi bir iletişimci olamadı ve
ne zaman insanlarla iletişim kursa bir şeyleri anlatamadığı hissine kapıldı.
Anlatamamak,
anlaşılamamak ve bir yanlış anlaşılma sonucu cezalandırılmak (yani suçsuz yere
cezalandırılmak) büyük bir işkencedir…
Mesut ÇİFTCİ
(
İnsan Anlaşılmaya Muhtaçtır başlıklı yazı
MESUT ÇİFTCİ tarafından
15.10.2020 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.