Her
zaman ki gibi istemeyerek hazırlanıp, okula gitmek için sokağa çıktı. Nefret
ediyordu okuldan, üstündeki üniformadan, telefonundan tüm gün ayrı kalmaktan!
“Bir
gün de başka bir şey olsun yaa! Bıktım okuldan bıktım!”
Sanki
evren isteğine cevap veriyordu. Bir tuhaflık vardı etrafta. İlk ilgisini çeken; tek bir insanın bile sokakta olmamasıydı.
Sokak köpekleri bile yoktu. Canlılığını yitirmişti koskoca şehir. Bu sessizlik
hoşuna gitti. Etrafta tek bir aracın da
olmadığını fark edince;
-Ohh
be! Bugünkü yazılıdan kurtuldum. Dedi.
Sevinçle
geriye dönüp, bütün günü bilgisayar başında geçirecek olmanın hayalini
kurarken, başının arkasında bir sızı hissetti. Gözleri karardı, başı döndü,
etrafı seçemez oldu. Bilincini yitirip yere yığıldı.
Daha
önce hiç bulunmadığı bir yerde buldu kendisini, ayıldığında.
”Müzedeyim
herhalde.” Diye düşündü.
Kulağına
tuhaf sesler geliyor, birçok erkek sesi birbirine karışıyor ve yitiveriyordu.
Biraz daha yaklaştı, daha iyi duyabilmek için.
-Cümle
Osmanlıda yaşayan herkes benim tebaamdır! Bre gafil! Senin haddine midir
buyruklarıma karşı durmak!
Duydukları
ve gördükleri ona burasının bir film seti olduğunu düşündürdü. Belki de
rüyadaydı veya en kötüsü kafayı sıyırmıştı.
Yerde
Türk usulü döşenmiş çeşit çeşit el dokuması halılar, karşısında, gösterişli bir
taht ve bütün ihtişamıyla oturmuş bir padişah!
-Bre!
Halden anlamaz, dirlik düzen bilmezler! Ben size demedim mi ki tebaamda
huzursuzluk çıkaranı affetmem! Tez kellesi alına!
Tahtın
önünde, başı önde, el pençe duran, korkudan tir tir titreyen adam; kararı
duyunca olduğu yere yığılıp kaldı. Yarı baygın halde;
-Padişahım
etme eyleme! Ne olursun, bağışla canımı!
Tek
bir baş hareketiyle götürmelerini söyledi Padişah.
Olanları,
nefes bile almadan dehşet içinde izlerken; tüm bakışların kendisine çevrili
olduğunu geç anladı. Fark ettiğinde ise kaçması imkânsızdı. Etrafı sarıldı. İki asker, iki yanından tuttu
ve padişahın ayakucuna diz çöktürdü. Haşmetli padişah, şaşkınlık içinde, bütün
azametiyle avurtlarını çıkararak;
-Bu
hatun da kim? Burada ne işi var? Kim aldı içeriye?
-Sultanım,
köşeye sinmiş, konuşulanları dinliyordu.
Dili
tutulmuş, dudakları gizli bir el tarafından birbirine yapıştırılmıştı sanki.
-Konuşsana
hatun! Kimsin sen?
-İnanın
ki kötü bir niyetim yok benim.
Sonunda
kendisini zorlayarak doğru dürüst bir cümle kurabilmişti.
-Padişahım!
Şunun giyim kuşamına da bakın hele. Haremden mi kaçmış nedir? Yarı çıplak.
Tövbe estağfurullah!
Diyerek
kızı süzüyordu Sadrazam.
Paşalardan
biri;
-Haşmetli
Sultanım, bana kalırsa bu hatun casustur. Kılık kıyafeti bir tuhaf. Daha önce görülmemiş cinsten!
-Ben
neden buradayım bilmiyorum. Yemin ederim ki casus değilim!
“Acaba
hangi padişahtı karşısındaki? Keşke derslerde sürekli konuşmak yerine arada sırada
Fitnat Cadısını dinleseydi.”
Derin
bir dikkatle süzen Padişah;
-Heybesini
aradınız mı? Dedi.
Kollarından
çekip ayağa kaldırdılar. Çantasının içini karıştırdıklarında; daha önce hiç
bilmedikleri bir dilde yazılmış kitaplar, daha önce hiç rastlanmamış türde
kalemler ve de en önemlisi cep telefonunu buldular.
Telefonu
eline almasıyla fırlatıp atması bir oldu askerin. Padişah da dâhil hepsi
korkmuştu bu ufak şeyden.
-Padişahım,
cadı bu hatun!
-Hayır,
ben cadı falan değilim yemin ederim! Okula gidiyordum sadece!
Hepsi
birbirine baktı. Hem cadı hem de akli dengesi bozuk bir hatun kişisiydi.
-Atın
bu hatunu zindana! Dedi haşmetli Padişah.
Alnı
terden sırılsıklam olmuş, dili damağı kurumuştu yeniden. Başı dönüyordu. Ayakta
durmakta zorlanıyordu. Daha fazla dayanamadı ve yere yığılı verdi.
Öfkelenen
padişahın yüzü kıpkırmızı kesilip, yanakları şişti. Ağzı git gide büyüyüp, bir
devin ağzına dönüştü. O ağız odada ne varsa hepsini hapsetti. Bununla da
yetinmeyip; duvarları, koskoca sarayı, avluyu, bahçeleri ve tüm şehri yuttu.
Birden
bire hepsini gerisin geriye püskürttü. Bu izdihamda daha neler olup bittiğini
tam kavrayamadan genç kız, kendisini yemyeşil bir deniz ormanında buldu
sessizlik içinde. Çantası elindeydi, son anda kurtarabilmişti.
“Bu
yaşadıklarım gerçek olamaz. İmkânı yok. Ben bir rüyadayım. Kendimi
uyandırmalıyım bu kâbustan!”
Bir
aydınlık keşfetti karşı yolda. O yöne doğru yürümeye başladı. İki yanı, hiç
görmediği devasa ağaçlarla kaplıydı. Karşı tarafta, o aydınlık içinde dörtnala
koşan ve üzerine doğru gelen bembeyaz bir at gördü. Tamamen kıza yönelmişti.
Bakışları, bakışlarına kenetlendi. Kız
olduğu yerde çakılı kaldı. Toprağın altından bir el bacaklarını tutuyor ve
bırakmıyordu. At yaklaştıkça daha da heybetli görülmeye başladı gözüne. Olanca
hızıyla gelip, birden kızı sırtına atıp yola devam etti. Nereye varacağını
bilmediği bu yolda, atın sırtında saçları savruldu.
Hiç
bitmeyeceğini sandığı bu yolculuk, atın; ılık ılık akan derenin, etrafı mor
mantarlarla kaplı bir yerde durmasıyla son buldu. Kız, atın sırtından hemen
indi, terli yüzüne su çarptı. Başını çevirdiğinde burnunun dibinde kendisine
çevrilmiş bir tüfekle karşılaştı.
-Ne
işin var burada? Burası yasak bölge!
Neydi
bu başına gelenler? Her an sinirden ağlayabilirdi. Nereye gelmişti yine. Bir
türlü kendi evine varamıyordu. Burnunun ucunda duran tüfek, hemen mantıklı bir
açıklama yapmasını bekliyordu.
-Özür
dilerim. Bilmeden oldu.
-Sen
kamptan kaçan düşmanlardansın!
-Hayır değilim. Bakın kimliğim burada. Hay Allah’ım yaa! Çantam yok. Padişahın yanında kaldı. Ne olacak şimdi?
Asker
bir süre ters ters baktıktan sonra, yanındaki askerlere emir verdi.
-Götürün
bunu kampa!
Bir
anda kendisini farklı bir yerde buldu yine. O sırada yanına Savaş kıyafetleri
giymiş, sert bakışlı kadınlar geldi. Kolundan tutarak onu Hükümdarlarının
karşısına getirdiler. Bu savaşçı kadınlara hayran kaldı. Dikkatini çeken bir
diğer şey ise; kadınların tek bir göğüse sahip olmalarıydı.
Simsiyah
saçlı, kapkara keskin bakışlı Hükümdar Kadının önüne geldiğinde;
-Ben
kayboldum. Bana yardım edin lütfen! Evime dönmem lazım.
Karşısında
duran genç kızı dikkatle süzen Hükümdar kadın;
-İstersen
burada bizimle yaşa. Kimsenin sana zararı olmaz.
-Gitmeliyim!
Ne olur yardım edin!
Dedi
üzgün bir sesle.
O
sırada dev bir kuş gelip, sırtına aldığı gibi uzak diyarlara uçurdu. Ve onu
boşluğa bıraktı. Yere çakılmayı beklerken, havada nasıl da dengede durmayı
başarmıştı, hayret etti.
“Evet evet… Yanlış görmüyorum. Gökyüzünde yürüyorum!“ Dedi.
Yanından
geçen küçük kıza, nerede olduğunu sorsa da kız hiçbir şey anlamadan çekip gitti.
Etrafta uçan evler, arabalar, insanlar, hayvanlar vardı. Kendisi de gökyüzünde
düşmeden yürüyebiliyordu. Bütün bunlara inanamıyor bacakları titriyordu, her an
düşme endişesiyle. Öylesine başıboş yürürken, yavaş yavaş alçaldığını ve
etraftaki her şeyin silinip gittiğini fark etti. Yürüdü de yürüdü. En sonunda,
ayakları bir yere bastı. Yeryüzündeydi artık. Bu kesindi.
İçini
ferahlattı haliyle bu durum. Hangi zamanda olduğunu anlamaya çalıştı. Etraf
insan ve araç keşmekeşliğinden geçilmiyordu. Bu duruma sevineceği hiç aklının
ucundan geçmezdi.
Sıkışık
trafikte korna çalanlar, kavga edenler, bağrışan seyyar satıcılar, ellerinde
telefon gelip geçene çarpan insanlar…
Evet! Bulmuştu işte kendi zamanını.
Etrafına
bakınca gülümsedi.
“Yok,
artık yaa! Rüyaydı hepsi kesinlikle!”
Hemen
okula gidip arkadaşlarına, üç sezonluk dizi tadında rüyasını anlatmak için
sabırsızlandı.
Saat
kaçtı acaba? Sosyal medyası ne durumdaydı?
Merakla çantasını karıştırdı. Ama telefonu yoktu!