TÂĞUTA MUHÂKEME OLMAYI İSTİYORLAR

(24. 25. 26. 27. VE 28. SORU)

24. Soru: Temyiz mahkemesi ne demektir?

Cevâb:     

Hamd ve hüküm, Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya mahsustur.

“Temyiz” kelimesi, Arap lügatinde: “Ayırmak, seçmek, bir şeyi diğerinden seçip tarif etmek, iyiyi kötüden ayırmak” anlamlarına gelmektedir. Türkçeye de Arabçadan geçmiş ve zikredilen mânâlarda kullanılmaktadır. Ancak bilindiği üzere bir kelimenin veya kavramın kullanıldığı ilim dalına ve yerine göre taşıdığı anlam değişir. [Bak: “M-y-z” Maddesi: İsfahânî, el-Müfredat; el-Firûzâbâdî, el-Kâmûsu’l-Muhît; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab; el-Cevherî, es-Sıhâh, İbn Fâris, Mucemu Makâyisi’l-Luğa; Zebidî, Tâcu’l-Arûs…]

Temyiz kelimesi Türkçede mahkeme kelimesine “Temyiz Mahkemesi” kullanımında olduğu gibi sıfat olarak geldiğinde bundan “Yargıtay” anlaşılır. Yargıtay ise: “Adliye Mahkemelerinde veri­len hükümlerin temyiz edilebileceği yani (sistemin kanununca) incelenerek doğrudur ya da yanlıştır hükmüne varacağı ve ayrıca kanunla belirlenmiş bazı konulara ilk ve son derece mahkemesi olarak da bakmaya yetkili üst mahkemedir.”

Temyiz Mahkemesi’nin Arabça karşılığı “Mahkemetu’n-Nakzı” olup, Türkçe ifadesiyle nakzeden yani bir önceki hükmü bozan mahkemedir.

Nitekim Şeyh Sefer Havâlî  bu konuda şöyle demiştir: “Biz şimdi İslâm Dünyâsı’nın birçok ülkesinde bu (tâğuti) mahkemeleri görmekteyiz. Kendi isimlendirmelerine göre önce ibtidaiyye (dâvaya ilk olarak bakan adliye) mahkemeleri daha sonra temyiz mahkemeleri adı altında mahkemeler kurmuşlardır. Temyiz mahkemeleri, ibtidaiyye mahkemelerinde görülen dâvalara bakar, onların verdiği hükümleri onayan ya da bozan müstesna mahkemelerdir. Temyiz mahkemesinin üstünde yüksek mahkeme, anayasa mahkemesi veya yüksek yargı meclisi vardır ve tabi ki, yargısı da şer’î değildir. Bununla beraber idârî mahkemeler, ticâret mahkemeleri, medenî mahkemeler, cezâ mahkemeleri, işçi mahkemeleri gibi çeşitli mahkemeleri vardır ve tüm bu mahkemelerin kendilerine göre kaynakları vardır.

Hatta günümüzde durum daha da ileri gitmiştir. İlk olarak bu şekilde mahkemeler kurulur. Arkasından bu mahkemeler de uygulanacak hükümleri öğrenmek için hukuk fakülteleri kurulur. Yeni yeni kanunlar çıkarılır. Liseden başlayıp doktora yapmaya kadar uzanan bağımsız hukuk fakülteleri vardır. Öğrenci, uzman profesörler tarafından burada okutulur. Hukuk fakültesinden mezun olan öğrenci yargı merdiveni basamaklarında dünyâlık bir basamağa tayin olur. Sonra yüksek mahkemeye geçinceye kadar ya da oraya başkan oluncaya kadar yükselir de yükselir. Bu makam, o ülkedeki Allâh’ın indirdiği hükümler dışında hüküm verildiği en son makamdır.” [Sefer Havâlî , Şerhu Tahkimi’l Kavanin: 75-76.]

25. Soru: Temyiz mahkemesinin yürürlükteki kanunları nelerdir?

Cevâb: 

Yukarıda ifâde olunduğu üzere, temyiz mahkemesi dendiğinde anlaşılması gereken, Adliye Mahkemelerinin verdikleri kararların kendisine itiraz edildiği Yargıtay Mahkemesi’dir. Bu mahkeme, Adliye Mahkemesi tarafından verilen kararı düzenin kanun ve yasalarınca ele alır ve inceler. Sonuçta ya bozma ya da onama hükmüne karar verir.     

Tutuklu veya tutuksuz sanıklar için temyiz mahkemesine başvurabilmenin tek yolu(!) tâğutun temyiz mahkemesine başvurarak verilen hükmün bozulmasını istemektir. Bozulma istemi de ancak verilen hükmün sistemin kanun ve yasalarına uymama iddiasına dayanır.

Daha açık bir ifâdeyle Adliye Mahkemesi’nin (küçük mahkemenin) verdiği hükmü yani infâz ettiği kararını, Yargıtay Mahkemesi’ne (büyük mahkemeye) düzenin yasalarına göre hukuka aykırılık ya da usulsüzlük gerekçesiyle bozdurmak için başvurmaktır. Bir önceki sorunun cevâbında Şeyh Sefer Havâlî ’nin de söyledikleri bundan başkası değildir. 

Buna misâl verecek olursak: Ebû Cehil ’in, Dâru’n-Nedve kanunlarına göre mahkeme ettiği bir kimsenin, çıkan hükmü, -Ebû Cehil yoluyla- daha üst makamdaki Ebû Leheb ’e şikâyet ederek, Dâru’n-Nedve kanunlarına göre uygun olmadığı gerekçesiyle tekrar muhâkeme yoluyla bozulması için başvurmasıdır.  

Anlaşılacağı üzere Adliye Mahkemesi’nin verdiği hükme itiraz yoluyla Yargıtay Mahkemesi’nde görüşülmesi için başvurmak, birden fazla hüküm istemini de beraberinde getirmektedir. Zîrâ Adliye Mahkemesi’nin hükmü Yargıtay Mahkemesi’nde muhâkeme olunmakta, Adliye Mahkemesi’nde verilen hüküm bozulsun veya onansın bu Yargıtay Mahkemesi’nin vereceği birinci hükümdür. Eğer hüküm hukuksuz(!) olduğu gerekçesi ile bozulup, dâva yeni bir hüküm için yeni bir mahkemeye sevk edildiğinde, yeni mahkemenin vereceği hüküm ise ikinci hükümdür. 

Bunlar, reddetmekle emrolunduğumuz tâğuti sistemin halen(!) yürürlükteki lânetli kanunlarıdır. [Not: Dipnotlarda verilen temyize dair kanun maddelerini karışıklığa sebeb olmaması için kaldırdık. Okumak isteyenler kitabımızın pdf formatından bakabilirler.]  

26. Soru: Verilen kararı yedi gün içinde temyize götürmenin hükmü nedir?

Cevâb:

Tâğutların egemen olduğu coğrafyalarda yaşayan Müslümanların îmân üzere kalabilmeleri için tâğuti sistemlerin kendilerine içinde bulundukları vakıalara dair ne yaptırdığını ve de ne yaptırmadığını bilerek hareket etmeleri gerekmektedir.

Misâl olarak: Allâh’u Teâlâ insânların dîni ve dünyevî ihtiyaçlarını karşılamak, anarşiyi engellemek, sükûneti ve refâhı sağlamak için dîni ve dünyevî eğitimi farz kılmıştır. Bunu sağlayacak olan ilimleri tahsil etmek, yerine göre, farz-ı ayn, yerine göre farz-ı kifaye ve yerine göre de müstehabdır. İslâm’da bu eğitim, tevhîd ilkeleri üzere, sahîh fıkıh çerçevesinde verilir. 

Ancak tâğuti sistemler, Müslümanlara tevhîd ilkeleri üzere sahîh fıkıh çerçevesinde bir eğitim imkânı tanımayarak bunu yasaklamaktalar. Açtıkları fesâd okullarında, baştan aşağı şirk olan müfredatlarını her gün putlarının önünde saygı duruşu ve küfre bağlılık yemininden sonra sistematik olarak uygulamaktalar.   

Şimdi cehaleti ortadan kaldırarak ilim öğrenmek Allâh’ın emridir diye tâğuti sistemlerin fesâd okullarına, bize emânet olan yavrularımızı -sözde- ilim(!) öğrenmeleri için nasıl gönderebiliriz? Bunu hangi Müslüman kabul edebilir? 

Öyleyse Müslümanların her durumda yapacak oldukları ameller için Allâh’u Teâlâ’nın ne dediğine bakması, tâğutların Müslümanlara ne yaptırdığını iyice anlaması gerekmektedir. Aksi halde kişi, Allâh’u Teâlâ’dan başka rabb ve ilâh edinme tehlikesi ile karşı karşıya gelir.  

Şeyh Abdurrahmân bin Hasen  rahimehullâh şöyle demiştir: “İnsânların Allâh’u Teâlâ’dan başka taptıkları tüm şeyler onların rabbi ve ma’bûdudur. Allâh’u Teâlâ’ya ve yasalarına rağmen, kendisine her itaat olunan varlık puttur, tâğuttur. Her kim, Allâh’ın şerîat olarak indirdiğinin ve Rasûlü’nün gösterdiğinin dışında bir kimseye mutlak olarak itaat eder ve tâbi olursa, o, itaat eden ve tâbi olan kişinin rabbi ve ma’bûdu olmuş olur.” [Abdurrahmân bin Hasen , Fethu’l-Mecîd: 106.] 

Bilinmelidir ki, bir mes’ele hakkında insânlar nasıl görür, ne hak tanır veya tanımaz değil, Allâh ne der, ne hak tanır veya tanımaz önemlidir. Temyiz konusunda tâğutun kanunları, kendi mahkemesinin verdiği hükme yedi gün içinde itiraz ederek onu bir üst mahkemeye dâva etme hakkı tanımış olabilir. Peki, İslâm Dîni bu konuda böyle bir hak tanımış mıdır? Küçük tâğutun verdiği hükmü, büyük tâğuta yedi gün içerisinde şikâyet ederek bozulmasını istemek İslâm Dîni’ne göre câiz midir? Elbette ki bu soruya muvahhidlerin vereceği cevâb şöyledir:

“Tâğutun mahkemelerine hüküm için başvurmak küfürdür. Bunun Adliye yahut Yargıtay Mahkemesi olması arasında bir fark yoktur; hepsi tâğuttan hüküm istemek olup, küfürdür.”

Şeyh Abdurrahmân bin Hasen  rahimehullâh şöyle demiştir: “Her kim haramı helâl, helâli de haram kılma konusunda Kitâb ve Sünnete sırt çevirir, bu konuda Allâh’u Teâlâ ve Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’den başkasına itaat ederse, bu şekilde Allâh’u Teâlâ’nın kendilerine izin vermediği konularda onlara uyarsa, onları rabb ve ilâh edinerek Allâh’a ortak kılmış olur. Bu da Allâh’u Teâlâ’nın indirdiği tevhîd dînine aykırı, tevhîd kelimesinin içeriğine zıttır. Çünkü ilâh: ‘Kendisine ibâdet edilerek kulluk edilen’ anlamındadır. Allâh’u Teâlâ’dan başkalarına itaat ve kulluk etmek ise şirktir, kendisine itaat ve kulluk edilen varlıkları Allâh’tan başka rabler edinmek demektir.

Görüldüğü gibi, yasama konusunda Allâh’u Teâlâ’dan başkalarına itaat edilmesi, Allâh’u Teâlâ’dan başkasına ibâdet olarak kabul edilmiş, kendilerine itaat edilen kimselerin de rabb edinilmiş olacağı açıklanmıştır. Ne acıdır ki, bu ümmet içerisinde de böyleleri vardır. Bu en büyük şirk olup, tevhîdle çelişmektedir ve ‘lâ ilâhe illallâh’ kelimesinin içeriğine terstir.

Bu âyet (yani Tevbe Sûresi’nin 31. âyeti) bize, şehâdet kelimesinin, Allâh’u Teâlâ’dan başkalarını rabb edinme gibi bir eğilimi tümüyle reddetmeyi gerektirdiğini gösteriyor. Çünkü ‘lâ ilâhe illallâh’ kelimesi, şirki red ve bunun zıttı olan tevhîdi kabul etmek anlamını taşımaktadır.” [Abdurrahmân bin Hasen , Fethu’l-Mecîd: 106.]

Şeyh Süleymân bin Sehman  rahimehullâh, zarûret adı altında tâğuta muhâkeme olma konusunda kendisine sorulan soruya şöyle cevâb vermiştir: “Tâğuta muhâkeme olmanın küfür olduğunu öğrendikten sonra sana şöyle denir: Allâh’u Teâlâ, Kitâbı’nda küfrün öldürmekten daha büyük olduğunu şöyle zikretti: ‘Fitne öldürmekten daha şiddetlidir.’ (Bakara: 2/191) ‘Fitne öldürmekten daha büyüktür.’ (Bakara: 2/217) Bu âyetlerde geçen ‘fitne’ den kasıt; küfür ve şirktir.

Bil ki! Gerek çölde yaşayan ve gerekse şehirde yaşayanların hepsinin birbirleriyle, ta ki yok oluncaya kadar savaşmaları, İslâm Şerîatı’na ve Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in getirdiği hükümlere muhâlefet eden ve başka hükümlerle hükmeden tâğutu, aralarındaki ihtilâfı çözme konusunda hakem tayin etmelerinden daha ehvendir…” [ed-Dureru’s Seniye: 10/510.] 

Şeyh Şankîtî  ise, şöyle demiştir: “Allâh’ın kanunlarından başka kanunlarla muhâkeme olmayı isteyenlerin şirke girdiklerini Nisâ Sûresi’nin 60. âyeti apaçık bir şekilde bildiriyor. Ve böylelerinin Müslümanlık iddiasını hayretle karşılıyor. Çünkü hem îmân ettiklerini iddia ediyorlar, hem de Allâh’ın kanunlarından başka kanunlarla muhâkeme olmayı istiyorlar. Oysa aynı kalbte Allâh’a îmân ile tâğuta muhâkeme olmaya rızâ gösterme bir arada bulunamaz. İşte bu onların îmân iddialarında yalancı olduklarını ortaya koymaktadır. Allâh’u Teâlâ, şöyle buyuruyor: ‘Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten îmân ettiklerini zannedenleri görmüyor musun? Bunlar, tâğuta muhâkeme olmayı istiyorlar. Oysa onlar onu reddetmekle emrolunmuşlardı. Şeytân da onları uzak bir sapıklıkla saptırmak istiyor.’ (Nisâ: 4/60)” [Şankîtî , Edvâu’l-Beyân: 3 /259.] 

27. Soru: Temyiz mahkemesine başvurmanın hükmü nedir?

Cevâb:    

Yukarıda açıklandığı üzere yeni bir mahkeme açmakla, Adliye Mahkemesi’nde verilen hükmü bir üst mahkemeye yani Yargıtay’a götürmek arasında İslâmî olarak bir fark bulunmamaktır. Tâğuta hüküm(!) için başvurmak her ne ad alırsa alsın İslâm Dîni’ne göre hükmü aynı olup, kişiyi İslâm Milletinden çıkaran küfürdür. Bunun delîlleri daha önce geçmişti.

28. Soru: Yûsuf Sûresi’nin 50. âyet-i kerîmesi tâğutlardan hüküm istemeye delîl olabilir mi?

Cevâb:      

Bahsedilen âyet-i kerîmeler şöyledir: “Hükümdar dedi ki: ‘Onu bana getirin.’ Ona elçi geldiğinde (Yûsuf:) ‘Efendine (Rabbine) dön de ona sor: ‘Ellerini kesen o kadınların durumu neydi? Doğrusu benim Rabbim, onların hileli düzenlerini gerçekten bilendir. (Hükümdar:) ‘Yûsuf’un nefsinden murâd almak istediğinizde sizin durumunuz neydi?’ dedi. Onlar: ‘Allâh için, hâşâ’ dediler. ‘Biz ondan hiç bir kötülük görmedik.’ Vezirin de karısı dedi ki: ‘İşte şu anda gerçek orta yere çıktı; onun nefsinden ben murâd almak istemiştim. O ise gerçekten doğruyu söyleyenlerdendir.” (Yûsuf: 12/50, 51) 

Bu âyet-i kerîmeler, ne ibare, ne işâret, ne delâlet ne de iktiza… yönünden Adli ve de Yargıtay (temyiz) mahkemelerinde tâğutlara muhâkeme olmanın cevazına dair geçerli nass değildir. Bu soruya verilecek cevâb birkaç yöndendir: 

1- Bilindiği üzere Kitâb ve Sünnet’in açık olarak hükmünü beyân ettiği konularda ictihad etmek câiz değildir. İslâm âlimleri bunu şu kâide ile ifâde etmişlerdir:  “Mevrid-i nasta ictihada mesağ yoktur.” (Hakkında âyet ve hadisten kesin delîl bulunan bir mes’elede ictihad edilemez.) [Mecelle, Madde: 14.]

Yûsuf Sûresi’nin 50. âyet-i kerîmesini delîl göstererek tâğutların Adli ya da Yargıtay mahkemelerinden hüküm taleb etmeğe kalkışmak, hükmü Kur’ân, Sünnet ve icmâ ile bildirilmiş bir konuda ictihad etmeğe yeltenmektir.

Allâh Tebâreke ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz Allâh’a ve âhiret gününe gerçekten îmân ediyorsanız onu Allâh’a ve Rasûlü’ne götürün. (Nisâ: 4/59)

Allâh Tebâreke ve Teâlâ âyet-i kerîmesinde: “Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz Allâh’a ve âhiret gününe gerçekten îmân ediyorsanız onu Allâh’a ve Rasûlü’ ne götürün” buyurarak ihtilâfların hükmü için Kitâb ve Sünnet’e müracaat etmeği îmânın şartlarından kılmıştır. Aksi, yani Kur’ân ve Sünnet’in haricindeki bir mercie hüküm için başvurmak Allâh’a ve âhiret gününe îmân etmemek demektir.  

Âyetin tefsîrinde İmâm İbn Kesîr  rahimehullâh şöyle demiştir: “Kitâb ve Sünnet’in hükmettiği ve doğruluğuna şehâdet ettikleri hak ve gerçektir. Hakkın dışında dalâletten başka ne vardır? Bu sebeble Allâh’u Teâlâ ‘Allâh’a ve âhiret gününe gerçekten îmân ediyorsanız’ buyurmaktadır. Yani dâvaları ve bilinmeyen şeyleri Allâh’ın Kitâbı’na Rasûlü’nün Sünneti’ne götürün, aranızda çıkan ihtilâflarda o ikisine başvurunuz demektir. ‘Allâh’a ve âhiret gününe gerçekten îmân ediyorsanız.’Bu da gösteriyor ki kim ihtilâf halinde Kitâb ve Sünnet’in hakemliğine gitmez ve o ikisine müracaat etmezse, o Allâh’a ve âhiret gününe îmân etmiş değildir.” [İbn Kesîr , Tefsîru’l Kur’ân-il Azîm: 2/304.]

Allâh Tebâreke ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten îmân ettiklerini zannedenleri görmüyor musun? Bunlar, tâğuta muhâkeme olmayı istiyorlar.” (Nisâ: 4/60)

Allâh Tebâreke ve Teâlâ bu âyet-i kerîmesinde ise tâğuta müracaat ederek hüküm taleb etmek isteyenlerden daha bunu eyleme geçirmedikleri halde “Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten îmân ettiklerini zannedenleri görmüyor musun?” şeklinde bahsederek onların îmânlarını geçersiz kılmıştır.

Nitekim Muhammed bin İbrâhim  Ale’şşeyh rahimehullâh, şöyle demiştir: “Muhakkak ki Allâh Subhanehu Teâlâ, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in getirmiş olduğu hükümlerden başka bir hükme gitmek isteyen münâfıkların îmânını yok saymıştır. Âyette geçen ‘zannediyorlar’ kelimesi onların îmân iddialarını bir yalanlamadır. Çünkü îmân iddiası ile birlikte Rasûlullâh’ın getirdiği hükümlerin dışında başka bir otoritenin hakemliğine gitmek, bir kulun kalbinde asla bir araya gelmez. Bilakis bu iki durum birbirinin tam tersidir. Allâh’u Teâlâ’nın ‘Oysa onlar onu reddetmekle emrolunmuşlardı’kavlini bir düşün! Burada beşerî kanunları ortaya atanların Allâh’u Teâlâ ile büyük bir inatlaşma içinde oldukları, bu hususta Allâh’u Teâlâ’nın isteklerinin tam tersini yaptıkları görülmektedir. Esas olarak onlardan istenilen ibâdet ettikleri tâğutların kanun-larına başvurmak değil, bilakis tâğutu tanimâmaları ve onu inkâr etmeleridir…” [Şerhu Tahkîmi’l-Kavânîn: 24 vd.]

Allâh Tebâreke ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Hayır! Senin Rabbine andolsun ki; onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe îmân etmiş olmazlar.” (Nisâ: 4/65)

Allâh Tebâreke ve Teâlâ, bu âyet-i kerîmede herhangi bir ihtilâfın hükmü için Kitâb ve Sünnet’e başvurulmasını “Hayır! Senin Rabbine andolsun ki; onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapmadıkça îmân etmiş olmazlar” buyruğu ile îmânın şartlarına dâhil etmiştir. “Sonra da verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe” buyurarak çıkan hükümden dolayı kalben hiçbir sıkıntı duymamayı ve tam bir teslimiyet ile teslim olmayı îmânın şartlarına ilâve etmiştir.

İmâm İbn Kayyim  rahimehullâh bu âyeti zikrettikten sonra şöyle demiştir: “Allâh’u Teâlâ, bu âyette, usûlde, füruda, şer’î hükümlerde, bütün sıfatlarda ve daha başka konularda meydana gelebilecek bütün ihtilâflarda, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’i hakem tayin etmedikçe hiç kimsenin îmân etmiş olmayacağını, (Allâh Azze ve Celle) mukaddes nefsine yemin ederek te’kid etmiştir. Îmân ancak bütün mes’elelerde Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem hakem tayin edildiğinde gerçekleşmiş olur. Ayrıca, bütün mes’elelerde Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem hakem tayin edilse de verdiği hükme karşı kalblerinde bir sıkıntı duymadan tamamen teslim olmadıkça, kalbler de verilen hükümden dolayı mutmain olmadıkça ve bu hükümleri tamamen kabul etmedikçe yine de mü’min olmayacaklarını bildirmiştir. Dahası, bütün bunlar sağlansa bile, verilen hükme tamamen rızâ ve teslimiyet göstermediklerinde, bu hükme karşı gelip itiraz ettikleri veya bu hükümler dışında başka hükümler istediklerinde de yine mü’min olamayacaklarını bildirmiştir.” [İbn Kayyim , et-Tıbyân fi Aksâmi’l-Kur’ân: 430.]

Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Nefsim, elinde olan Allâh’a yemin ederim ki; arzusu benim getirdiğime tâbi olmadıkça hiç biriniz îmân etmiş olmaz.” [(SAHİH HADÎS:) İbn Ebi Asım (Sünne: 15); İbn Batta (İbane: 210)…]

Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem, bu ve benzeri hadîs-i şeriflerde Kur’ân ve Sünnet’ten yani bu iki kaynağın emrettiklerinden ya da nehyettiklerinden râzı olmayanların îmân etmiş olmayacaklarını bildirmektedir. Öyleyse ihtilâflı mes’elelerde Kur’ân ve Sünnet’e müracaat ederek bu iki kaynağın hükmüne râzı olmak îmânın şartlarından bir şart iken, müracaat etmemek ya da çıkan hükümden râzı olmamak ise küfrün ta kendisidir. Çünkü Ehl-i Sünnetin ıstılâhında îmân:  “Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in Allâh’u Teâlâ’dan getirdiklerini kalb ile tasdik (kabul) etmek, bunları dil ile ikrâr etmek (söylemek) ve gerektirdikleriyle amel etmektir.”

İmâm İbn Kesîr  rahimehullâh, Muhammed-i Şerîat’a tâbi olmayanların ve ihtilâflarının çözümünü ona başvurarak aramayanların, her kim ve de her neye tâbi olurlarsa olsunlar, onların küfrü hakkında Müslümanların icmâ ettiğini şöyle haber verir: “Her kim nebîlerin sonuncusu Muhammed bin Abdullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e indirilen muhkem şerîatı terk eder ve neshedilmiş başka şerîata muhâkeme olursa kâfir olur. O halde (Cengiz Han’ın uydurduğu yasalar olan) Yes’ak’a muhâkeme olan ve onu İslâm kanunlarından üstün tutanın durumu acaba nasıl olur? Kim bunu yaparsa Müslümanların icmâsıyla kâfir olur.” [İbn Kesîr , el-Bidâye ve’n-Nihâye: 13/139.]

İmâm İbn Kesîr  rahimehullâh’ın bu sözlerini iyice kavramak gerekmektedir. Zîrâ o, Muhammed-i Şerîat’ı terk ederek semâvî yani Allâh’ın indirdiği fakat neshettiği bir şerîata muhâkeme olanların kâfir olduğunu söylerken, semâvî olmayan yani beşerîn âciz aklından ortaya koyduğu lânetli kanunlara muhâkeme olmanın diğerinden daha büyük bir küfür olduğunu ve bunu yapanın küfründe ümmetin icmâ ettiğini söylemektedir.

2- Tâğutlardan hüküm istemeyi, Yûsuf Sûresi’nin “Efendine (Rabbine) dön de ona sor: ‘Ellerini kesen o kadınların durumu neydi?” (Yûsuf: 12/50) âyetine kıyas etmek câiz değildir. Zîrâ tâğutlara muhâkeme olmanın hükmüne yönelik birden çok muhkem âyetlerin hükmü terk edilerek, mücmel olduğu kadar, bir o kadar da delîl getirildiği noktada müteşâbih olan Yûsuf Sûresi’nin 50. âyet-i kerîmesi tâğutların temyiz mahkemelerinden hüküm istemeğe asıl teşkil ettirilemez.    

Bilindiği üzere kıyas, hükmü Kitâb, Sünnet ve icmâ ile sabit olmayan mes’eleler hakkında câizdir. Tâğutların -Yargıtay ya da Adliye- mahkemelerinden hüküm istemenin küfür olduğu ise Kitâb, Sünnet ve icmâ ile sabittir. Bu sebeble yapılan kıyas bâtıl olup, geçersizdir. 

İmâm İbn Kayyim  rahimehullâh şöyle demiştir: “Kıyas ve bâtıl hadîs dînden değildir. Çünkü kim nasslara muttali olamıyorsa, nasslarda olmayan bir şeyi ona ilave ederek: ‘Bu kıyastır’ diyor. Bazen de nassların ihtiva ettiği hükümlerden bir kısmını eksilterek ‘bu tahsistir’ diyor. Veya nassların hepsini, toptan terk ederek ‘bu nasslarla amel edilmez’ yahut ‘bu kıyasa veya usûle ters düşüyor’ diyor. İşte bundan dolayı görüyoruz ki, bir kişi kıyasa başvurmada ne kadar ileri gidiyorsa, bununla doğru orantılı olarak söz konusu kişi bir o kadar da Sünnet’e muhâlefetinde ileri gidiyor…” [İbn Kayym, İlâmu’l-Muvakkıîn: 1/187.]

3- Önceki şerîatlarla ilgili olan kıssa âyetleri, usûlü fıkıhta “şer’u men kablenâ” delîli olarak isimlendirilir. Ve ictihad kaynağı olup, olmadığı ihtilâflıdır:  

Mütekellimin cumhuru, İmâm Şâfiî, rivâyet edilen iki kavilden birinde İmâm Ahmed bin Hanbel, İmâm el-Eşari, İmâm İbn Hazm, İmâm Gazâlî, İmâm Âmidî  ve Şâfiî Mezhebinde râcih olan görüşe göre, önceki şerîatlar, İslâm Hukuku’nun kaynaklarından sayılmadığı için kıssalar ictihad kaynağı olamazlar. [Semerkandî, Mîzân: 2/692; Serahsî, Usûl: 2/99; Gazali, Mustasfa: 2/435; Buhârî, Keşfu’l-Esrar: 3/315; Âmidî , el-İhkâm: 4/17; Taftazanî, Haşiye: 3/571; Şevkânî , İrşadu’l-Fuhul: 2/982-83.]

Hanefi, Mâliki ve Hanbelî âlimlerinin geneli, şartlarına binâen(!) kıssaları ictihad kaynağı olarak kabul etmişlerdir. [İci, Şerhu Muhtasar: 3/569; Subkî, Raf’u’l-Hacib: 4/509.]

Râcih olan görüşe göre: Şer’u men kablenâ, İslâm Hukuku’nda müstakil bir delîl değildir. Çünkü Muhahemmed-i Şerîat kendinden önceki tüm şerîatları kaldırarak gelmiştir. Geçmiş hükümlerin bizim şerîatımıza da konulması, Kur’an ve Sünnet’teki müstakil delillerle olmuştur.
Şer’u men kablenâ’nın geçerli bir delîl olması için İslâm âlimlerinin belirlemiş olduğu şartlardan bazıları şöyledir:

Birinci şart: Kıssalardaki hüküm Kur’ân-ı Kerîm’in sarih (mânâsı açık) âyetlerine aykırı olmamalıdır: Bu madde: “Âyetler arası ilişkilere dikkat etmek, siyak ve sibak’a riâyet etmek” şeklinde özetlenebilir. Çünkü kıssaların mantuk ya da mefhumundan elde edilen hükmün, aksini ifâde eden sarih nass bulunursa, bu hüküm geçersizdir. Çünkü bu hüküm diğer sarih nasslara muhâliftir.

Mesela: Mü’mine olan Asiye’nin Fir’avun ile evliliği ve Lut aleyhisselâm’ın kendisine gelen meleklere ilişmek isteyen kavmine, belki de son çare olarak söylediği: “Ey Milletim! İşte kızlarım, onlarla evlenin bu sizin için daha helâldir, daha temizdir” (Hud: 11/78) âyet-i kerîmesi, ilk okunduğunda, Müslüman kadınların müşrik kimselerle evlenmeleri için hüccet olabileceği veya sakınca olmadığı intibaını vermektedir. Ancak bu durum, sarih âyetleri yok saymak demek olup, hakkında kesin hüküm bulunan bir mes’eleye muhâlefet etmektir. Çünkü Allâh Azze Celle önce müşrik kadın ve erkeklerle evlenmeyi: “Îmân etmedikçe müşrik kadınlarla evlenmeyin. Beğenseniz bile, îmânlı bir cariye, müşrik bir kadından daha iyidir. Îmân etmedikçe müşrik erkeklerle de kadınlarınızı evlendirmeyin. Beğenseniz bile, inanmış bir köle müşrik bir erkekten daha iyidir…” (Bakara: 2/221) âyetiyle umûmî bir şekilde yasaklamış, daha sonra müşrikler arasından Ehl-i Kitâb’ı tahsis ederek, böyle kadınlarla evlenilebileceğini: “Mü’min kadınlarla Ehl-i Kitâb olan kadınlardan iffetli olanları, mehirlerini vermeniz, namuslu olmaları, zinâ etmemeleri ve gizli dost tutmamaları şartıyla evlenmeniz helâldir…” (Mâide:  5/5) âye-tiyle sarahaten beyân etmiştir.

Bütün İslâm âlimleri de müşrik bir erkekle Müslüman bir kadının evlenmesini câiz görmemiş-lerdir. Lut aleyhisselâm’ın meleklere ilişmek isteyen kimselere kendi kızlarıyla evlenmelerini teklif etmesi ise, kendi dönemini ve şerîatını ilgilendiren bir durumdur.

Aynı şekilde, Nuh aleyhisselâm ve Lut aleyhisselâm’ın ikisinin de hanımlarının îmân etmedikleri, ancak bu nebîlerin onlarla evliliğe devam ettiği: “Allâh inkâr edenlere, Nuh’un karısı ile Lut’un karısını misâl verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kişinin nikâhları altında iken onlara hainlik ettiler. Kocaları Allâh’tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı…” (Tahrim: 66/10) âyetinden anlaşılmaktadır. Ancak bahsedilen bu iki nebînin, Allâh’a inanmayan kadınlarla evli olmaları da, Müslümanların örnek alamayacağı bir durumdur.

Dolayısıyla, hükmü nassla belirtilen ve sınırları çizilen bir mes’elede kıssalarla amel etmek câiz değildir. Hele hele, kıssa âyetlerinin ucundan kıyısından koparılarak, siyak ve sibakına bakılmadan, nefsi arzulara uygun gelecek şekilde fetva vermek, dînen ve ahlâken asla câiz değildir. Aksi halde, Yahûdîlere hitaben söylenen: “Yoksa siz, Kitâb’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezâsı dünyâ hayatında rüsvaylık; kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir…” (Bakara: 2/85) âyetinin muhatapları arasına dâhil olunur. Neûzubillâh.

İkinci şart: Sahîh Sünnet ile kesin hükmü bildirilen hususlarda da kıssalarla amel edilmez: Kıssaların doğru bir şekilde anlaşılması için yapılması gereken şeylerden birisi de, Kur’ân-ı Kerîm’i tefsîr ve beyân ettiği, yani onun mücmelini tafsil, mübhemini tefsîr, umumunu tahsis ve mutlakını takyid ettiği üzerinde ittifak edilmiş olan Sünnet’in hakemliğine başvurmaktır. Çünkü hadîs-i şeriflerin Kur’ân-ı Kerîm’i anlamada ve tefsîr etmedeki etkileri ve katkıları tartışmasızdır. Sünnet, bilhassa ibâdet ve muâmelat konusundaki birçok âyetin anlaşılması ve hayatta uygulanmasını göstermesi yanında, Kur’ân-ı Kerîm’e tâbi bir teşrî kaynağı olarak, bazı konularda müstakil hükümler koyduğu da bilinmektedir.

Meselâ: Meryem, İsa aleyhisselâm’ı dünyâya getirince kavmine şöyle söylemesi emredilir: “Eğer birine rastlarsan, ben Allâh’a oruç adadım, bu gün kimseyle konuşmayacağım de.” (Meryem: 19/26) Bu âyette Meryem, Allâh’u Teâlâ’ya “konuşmama adağında” bulunmaktadır. Şüphesiz bunda onun için, Allâh’a bir taat ve kurbiyet, (yakınlık) vardır.

Ancak Meryem kıssasını okuyan bir kimse: “Ben de Meryem gibi konuşmayacağım” diye adakta bulunsa veya yemin etse, bizim şerîatımızda buna cevaz verilmediği hadîsle sâbit olmuştur. Böyle yemin eden bir kişiye Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem: “Ona gidin ve söyleyin, konuşsun, gölgelensin, otursun ve bu şekilde orucunu tamamlasın” [(SAHİH HADÎS:) Buhârî (6704); Ebû Dâvûd (3300)…] buyurmuş ve böyle bir davranışı câiz görmemiştir. Dolayısıyla, kendi yanlışına Meryem’in veya başkalarının hareketini delîl getirmek yanlıştır.

Anlaşıldığı üzere kıssalarda zikredilen ve hüküm çıkarmak için delîl kabul edilen hâdiselerin, âyetlere uygun olması kadar, Sünnet’e de uygun olması gerekmektedir. Aksi halde: “Allâh ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allâh ve Rasûlü’ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur” (Ahzab: 33/36) âyetinde belirtilen hususlar çiğnenmiş olur. Dolayısıyla, hakkında âyet ve hadîslerde sarih bir şekilde hüküm beyân edilen hususlarda, kıssa veya başka delîllerle amel etmek câiz değildir. 

Üçüncü şart: Kıssalardaki hüküm İslâm’ın genel kâidelerine aykırı olmamalıdır: Kıssaların ictihad kaynağı olarak kullanılabilmesinin şartlarından bir diğeri, onlardan elde edilecek olan hükümlerin İslâm’ın koyduğu külli kâidelere ve koruduğu maslahatlara ters düşmemesidir.

Bu şarta misâl, Yûnus aleyhisselâm kıssasından verilebilir. Zîrâ geminin batma tehlikesine karşı, gemide bulunanlar arasından bir kişinin “kur’a çekilerek” denize atılacağı, Yûnus aleyhisselâm kıssasında anlatılmaktadır. [Bak: Saffat: 37/141.] Ancak bütün İslâm âlimleri, bu kıssadaki kur’a çekme hadisesine kıyasla, herhangi bir insânı denize atma veya can tehlikesi bulunan bir ortamda kur’a yöntemine başvurmanın câiz olmadığını, ittifak ile kabul etmişlerdir. Çünkü İslâm Dîni’nin genel kâideleri içerisinde korunması istenen beş şeyden biri “can”dır. Dolayısıyla, insânların maslahatı olmayan ve İslâm’a ters düşen konularda, kıssa âyetlerini kaynak olarak kullanmak câiz değildir.

Dördüncü şart: Kıssalardaki hüküm tahsis edilmiş olmamalıdır: “Herhangi bir şarta bağlı olarak söylenen söz veya sâdece belli şahsı ilgilendiren kelâm” şeklinde tarifi yapılan tahsis, kıssalarda da bulunmaktadır. [Cüveynî, el-Burhân: 1/223.]

Meselâ: Yahûdîlere ait bazı hükümler, Kur’ân’da zikredilmiş ve bunların sâdece onları ilgilendirdiğine dair net açıklamalar yapılmıştır. Allâh’u Teâlâ’nın: “Yahûdîlere bütün tırnaklı hayvanları haram ettik. Sığır ve koyunun da yağlarını onlara haram kıldık. Yalnız, sırtlarının, bağırsaklarının taşıdığı ya da kemiğe karışan yağları haram kılmadık. Saldırganlıkları yüzün-den onları böyle cezâlandırdık…” (Enâm: 6/146) âyetinde olduğu gibi. Bu konudaki âyetin hükmü gâyet açıktır. Bu âyette sıralanan haramların, daha sonrakilere de haram olduğu hükmü çıkarılamaz. Hayvansal yağların haram olmadığına dair hüküm ise, mefhumu muhâlifi sahîh istidlal kabul edenlere göre, âyetin mefhumu muhâlifinden anlaşılabilir.

“Cumartesi günü, içinizden azgınlık edenleri, elbette bilmişsinizdir. İşte onlara ‘aşağılık maymunlar olun!’ dedik” (Bakara: 2/65) âyeti de, yine sâdece Yahûdîleri ilgilendirdiği için, Muhammed aleyhisselâm ümmetini cumartesi günü çalışmama konusunda bağlayıcı değildir. Aksine, o gün de yani Cumartesi günü de çalışmanın mubah olduğuna delâlet eder. Sonuç olarak kıssalardaki tahsis edilen hükümlerin, umumileştirilemesi câiz değildir.

Beşinci şart: Kıssaların siyak ve sibaklarında anlatılanların kabul veya reddedilişine işâret eden lafız veya karînelere dikkat edilmelidir: Kur’ân kıssalarında anlatılan olayın örnek alınıp alınmayacağına dair genellikle bir karîne bulunmaktadır. Bu karîneler bazen açık bazen de kapalı olabilmektedir. Âyetlerde onaylanan, övülen, cennetle ödüllendirilen vb. ifâdelerle bahsedilenler misâl olabilirken, kötülenen, lânetlenen, cehenneme götüreceği bildirilen şeyler ise misâl olamazlar. Çünkü iyi ve kötü ancak vahiy yoluyla bilinebilir. Davranışlar arasında yerilen veya övülen şeyler ancak nakil veya şerîatla bilinebilir. [Cüveynî, Kitâbu’l-İrşad: 288.]  

Bu sebeble Kur’ân ile onun cüzlerinden olan kıssalarda da, doğrudan ya da dolaylı şekilde övme ve yerme ile ilgili zikredilen ifâdelerin, hüküm çıkarırken kesinlikle dikkate alınması gerekmektedir. [Zeydan, el-Medhal: 160.] Çünkü iyi ya da kötünün bilinmesinde ve onların mertebesinde Allâh’u Teâlâ’nın bu ifâdeleri zikretmesinin bir gayesi vardır.

Öyleyse hakkında sarih nass bulunmayan bir mes’elede kıssa âyetinden istidlal etmek, onun siyak ve sibakına dikkat etmekle mümkün olabilir…

Burada zikrettiğimiz ve de zikretmediğimiz diğer şartlar ve tafsilatları “Ulûmu’l-Kur’ân”a dair yazılan eserlerde uzun uzun açıklanmıştır. Ancak bizim için bu kadarı kâfidir. 

Görüldüğü üzere, tâğutlardan hüküm istemenin cevazı hakkında Yûsuf Sûresi’nin 50. âyet-i kerîmesi, şer’u men kablenâ delîlini kabul eden âlimlere göre de delîl olamaz. Zîrâ delîl olması için delîl getirildiği mevzu hakkında açık nass bulunmamış olması gerekir. Hâlbuki tâğutlardan hüküm istemenin küfür olduğu hakkında -mantuk ve mefhum yönünden- onlarca âyet-i kerîm’e vardır. Sonra sahîh hadîsler ve icmâ, tâğutlardan hüküm istenmeyeceğine dair geçerli şer’î delîllerdir.

4- Kıssa âyetleri genelde müteşâbih kabul edilmişlerdir. Şer’u men kablenâ delîlini kabul eden âlimler dâhi, müstakil olarak kıssa âyetlerinden çok fazla istidlal edebilmiş değillerdir.  

Yûsuf Sûresi’nin 50. âyet-i kerîmesi de delîl getirildiği mes’ele hakkında müteşabihtir. Zîrâ kendisinden çeşitli yönlerden birden çok mânâ anlaşılabilmektedir. Bu âyet-i kerîme, mes’ele itibariyle her akıl ve kanaât sâhibi kimsenin farklı yorumlayacağı bir âyettir…

Birçok Ehl-i Sünnet âlimi şöyle demişlerdir: “Muhkem, farzları, vaad ve vaidi; müteşabih, kıssa ve emsâlleri içeren âyetlerdir.” [Ebû Hayyân, Bahru’l-Muhît: 3/22; Mâverdî , en-Nukt ve’l-Uyûn: 1/369; Âlûsî , Ruhu’l-Meâni: 2/80…]

Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye  rahimehullâh ise muhkem ve müteşâbih konusundaki açıklama-ları on maddede toparlamış, sekizinci ve dokuzuncu maddelerde şöyle demiştir:“Müteşabih; kıssalar ve emsâllerdir. Müteşâbih inanılan fakat amel gerektirmeyen âyetlerdir. Ancak bunların mânâları (ilimde derinleşmiş olanlar tarafından) bilinmektedir.” [İbn Teymiyye , Mecmûu’l Fetâvâ: 17/423.]

Muhkem ve müteşâbih kavramları üzerine yapılan tarifleri şöyle özetlemek mümkündür: [Bak: İbn Cevzî , Zâdu’l-Mesir: 1/259; Taberî , Câmiu’l-Beyân: 1/389 vd; Ebû Hayyân, Bahru’l-Muhît: 3/22; Mâverdî , en-Nukt ve’l-Uyûn: 1/369; İbn Teymiyye , Mecmûu’l Fetâvâ: 17/418-426; İbn Kesîr , Tefsîru’l Kur’ân-il Azîm: 2/4 vd; Âlûsî , Ruhu’l-Meâni: 2/80…]   

Muhkem: Kendisi ile ne ifâde edilmek istendiği açık ve te’vîle ihtiyaç duymaksızın hükmü gerektiren delâlet-i kat’î âyetlerdir. Bu âyetler îmân ve küfrün, tevhîd ve şirkin, emirlerin ve nehiylerin, helâllerin ve haramların bildirildiği âyetlerdir. Bu âyetlere îmân ettikten sonra hükümleri ile amel etmek farzdır. Bu âyetlerin hükümleri zâhir olarak ifâde ettikleri mânâdan başka bir mânâya tefsîr edilemez.

Müteşabih: Kendisi ile ne ifâde edilmek istendiği açık olmayan, birçok mânâya gelme ihtimali bulunan ve birçok yönü içinde barındıran âyetlerdir. Nesh olunan âyetler, kıssa, emsâl ve sıfat âyetleri ve de bazı sûrelerin başında bulunan mukatta harfleri müteşâbih olarak kabul edilmişlerdir. Müteşâbih olan âyetlerden bazıları nisbî müteşabihtir. Bunların mânâsını ilimde derinleşenler bilebilirler. Bazıları ise hakiki müteşabihtir. Onların mânâsını Allâh Subhânehu ve Teâlâ’dan başka hiç kimse bilemez. Muhkem âyetler de olduğu gibi müteşâbih sayılan âyetlere de îmân etmek farzdır. Ancak müteşâbih âyetlerin muhkem âyetlerden farkı: Bu âyetler açık bir hüküm bildirmediğinden kendileri ile amel edilmeyecek olmasıdır. Muhkem ve müteşâbih kavramlarını kısaca beyân ettikten sonra: 

Bilinmelidir ki, Nisâ Sûresi’nin 60. âyeti gibi ümmetin imâmlarından birinin dâhi nesh olunmuştur veya müteşabihtir veyahut mücmeldir demediği; hepsinin ittifak ile “muhkem” diyerek kendisinden istidlal ettiği bir âyeti bırakarak ve hükmünden yüz çevirerek kıssa âyetleriyle istinbata kalkışmak câiz değildir. Aynı şekilde Nisâ Sûresi’nin 60. âyeti gibi hükmü kat’î olan bir âyet-i kerîmeyi Yûsuf Sûresi’nin 50. âyeti gibi hükmü ancak ve ancak zannî olabilecek olan bir âyetle tahsis etmeğe, kayıtlamaya veya tefsîr etmeğe kalkışmak kesinlikle câiz değildir.

Yani mânâsı açık ve hüküm bildiren delâlet-i kat’î âyetleri terk ederek, mânâsı açık olmayan delâlet-i zannî olan âyetlerden hüküm çıkarmaya çalışmak câiz değildir. Yine delâlet-i kat’î olan muhkem âyetleri delâlet-i zannî olan âyetlerle nesh veya tahsis etmeğe veyahut kayıtlamaya kalkışmak, ümmetin ittifakıyla câiz değildir.

Bu açıklamalardan sonra ittifakla muhkem olan Nisâ Sûresi’nin 60. âyeti gibi bir âyeti bırakarak ve hükmünden yüz çevirerek kıssa âyetleriyle istinbata kalkışan bir kimsenin durumunu veyahut Nisâ Sûresi’nin 60. âyeti gibi hükmü kat’î olanı, Yûsuf Sûresi’nin 50. âyeti gibi hükmü ancak zannî olabilecek olanla tahsis etmeğe, kayıtlamaya veya tefsîr etmeğe kalkışarak müteşabihe dalmanın ne anlama geldiğini ifâde etmek yerinde olacaktır: “Âişe radıyallâhu anha’dan rivâyet edilen hadîste o, şöyle demiştir: Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem: ‘Sana Kitâbı indiren O’dur. O Kitâb’ın bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitâb’ın esasıdır. Diğer kısmı ise müteşabihtir. Kalblerinde hastalık olanlar, fitne çıkarmak ve te’vîline gitmek arzusuyla onun müteşâbih olanına uyarlar. Hâlbuki onun te’vîlini ancak Allâh bilir. İlimde derinleşmiş olanlar ise: ‘Biz ona îmân ettik hepsi rabbimiz katındandır’ derler. Ancak akıl sâhibleri düşünüp, öğüt alır’(Âli İmrân: 3/7) âyetini okudu. Sonra şöyle buyurdu: (Ya Âişe) ‘Kur’ân’ın müteşabihlerine tâbi olanları gördüğün zaman, bil ki onlar, Allâh’ın kitâbında bahsedip yerdiği kimselerdir. O halde onlardan sakının.” [(SAHİH HADÎS:) Buhârî (4547); Müslim (2665) …]

İmâm Taberî  rahimehullâh, Âlİ-imran Sûresi’nin 7. âyetinin tefsîrinde “Kalblerinde hastalık olanlar, fitne çıkarmak ve te’vîline gitmek arzusuyla onun müteşâbih olanına uyarlar”buyruğu ile alâkalı olarak -özetle- şöyle demiştir: “Muhammed bin Ca’fer bin Zübeyr şöyle der: Muhkem âyetler, içlerinde Allâh’ın kesin hüccetleri olan, kulları günahlardan koruyan, husumetleri ve bâtılı def eden âyetlerdir. Bunlar konuldukları mânâlardan çıkarılmaz ve tahrif de edilemez. Müteşâbih olan âyetler ise, te’vîl edilebilen, sapıkların, sapıklığa çekebilecekleri âyetlerdir. Allâh kullarını bu âyetlerle de imtihan etmiştir. Bir kısım helâl ve haramlarla imtihan ettiği gibi. Bu âyetler, bâtıl te’vîllerle te’vîl edilmemeli ve hak olan mânâlarından saptırılmamalıdırlar.

İbn Zeyd  der ki: ‘Kur’ân-ı Kerîm’in müteşâbih âyetleri hakkında, Allâh’ın, imtihan etmeyi ve saptırmayı dilediği kimse şöyle der: ‘Ne oluyor bu mes’eleye de şöyle olmuyor? Ne oluyor bu mes’eleye de böyle olmuyor?’

Âyet-i kerîmede ‘Kalblerinde hastalık olanlar, fitne çıkarmak ve te’vîline gitmek arzusuyla onun müteşâbih olanına uyarlar’ buyrulmaktadır. Yani, kalblerinde haktan sapma meyli bulunanlar, âyetlerin lafızları birbirine benzeyen ve mânâları çeşitli olanına tâbi olup, onu çeşitli şekillerde yorumlarlar ki kalblerinde bulunan sapma ve hak yoldan ayrılma hastalıklarına bir bahane bulsunlar. Onlar, âyetlerin te’vîllerini bilmekte güçsüz olan kimselerin kafalarını karıştırsınlar. Böylece kendi sapıklıklarını aşılama imkânı bulsunlar.

Abdullâh bin Abbas bu ifâdeyi şöyle izah etmiştir. Kalblerinde haktan sapma eğilimi bulunanlar, muhkem olan âyetleri müteşâbih olan âyetlere göre, müteşâbih olan âyetleri de muhkem olan âyetlere göre yorumlamaya çalışırlar. Böylece insânların kafalarını karıştırmak isterler. Allâh da onların kafalarını karıştırır…” [Taberî , Câmiu’l-Beyân: 6/177 vd.] 

Anlaşılacağı üzere Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in tefsîri ve Ehl-i Sünnet âlimlerinin açıklamalarına göre, ancak sapmak ve de saptırmak isteyen kimseler muhkem âyetleri bırakıp, müteşâbih âyetlere dalarlar. Hangi âyetin muhkem hangisinin müteşâbih olduğunda ise ümmetin imâmlarının sözüne itibar edilir. Nitekim 1704-1762 yılları arasında yaşayan Hanefi Mezhebi müctehidlerinden Şah Velîyullah Dehlevî  rahimehullâh, şöyle demektedir: 

“Bilinsin ki: Muhkem, dili bilenin, kendisinden ancak bir tek mânâ anladığı kelâmdır. Bu anlama da muteber olan ise ilk Arab nesillerinin anlamasıdır. Yoksa zamanımızın tedkikçilerinin anlaması değildir. Çünkü boş tedkik, şifası pek müşkil öyle bir hastalıktır ki, muhkemi müteşabih, malumu da meçhul yapar.” [Dehlevî , el-Fevzu’l-Kebîr fi Usûli’t-Tefsir: 82.]

Dehlevî  rahimehullâh, muhkemi ve müteşabihi ve de bunlara bağlı olarak Kur’ân-ı Kerîm’i tefsîr etmede yaşamış olduğu zamandaki kimselerin değil, kendileri övülen selef neslinin beyânının asıl olduğunu zikretmektedir. Ya da en azından bu konuda uzmanlaşmış, ilmini diğer bir âlimin teyid ettiği kimselerin bu işin hakkını verebileceğini, herkesin haddini bilmesi gerektiğini ifâde etmektedir. Bizim zamanımızda yaşayıp da durumları malum insânların: “Bu muhkemdir”, “bu müteşabihtir veya mücmeldir” demesinin ne büyük bir cinâyet olduğu ortadadır. 

Sonuç olarak hükmü hakkında bunca âyet, hadîs ve kavil bulunan bir mes’elede sözü daha fazla uzatmaya gerek yoktur. Hak ortadadır, hakkın dışında bâtıldan başka bir şey yoktur. 

Hâtime:

Hamd âlemlerin rabbi olan Allâh’a mahsustur. Salât ve selâm yaratılmışların en hayırlısı Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in, âlinin ve ashabının üzerine olsun.

Yardım ve başarı, izzet ve şeref Allâh’tandır.

O, her şeyin en iyisini bilendir.

Muvahhid Kullara Selâm Olsun.

KAYNAK :

Abdullâh Saîd el-Müderris

( Tâğuta Muhâkeme Olmayı İstiyorlar (24. 25. 26. 27. Ve 28. Soru) başlıklı yazı Polat Akyol tarafından 17.04.2020 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.