TÂĞUTA MUHÂKEME OLMAYI İSTİYORLAR

(21. 22. VE 23. SORU)

21. Soru: Himâye talebi Dâru’l-Harb’te tâğutlara muhâkeme olmanın cevazına delîl olabilir mi?

Hamd ve hüküm, Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya mahsustur. 

Bu sorunun tafsilâtı şöyledir: “Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem, Taif dönüşünde Mutim bin Adiyy’in himâyesinde Mekke’ye girebilmek için müşriklerin yazılı olmasa da yürürlükte olan bir kanununu ya da örfünü kullandı. Bizde tâğutların bize tanımış olduğu hakları veya kanunları kullanabilir miyiz? Bu kullanabileceğimiz kanunların içinde onların mahkemelerine başvurarak, onlara muhâkeme olup, hüküm istemek de var mıdır?” 

Daha önce de geçtiği üzere kanunlar idârî ve şer’î olarak iki kısma ayrılır. Bunun tafsilâtı hakkında Şeyh Şankîtî, şöyle demiştir: “Göklerin ve yerin yaratıcısını inkâr anlamına gelen ve gelmeyen kanunları birbirinden ayırmak gerekir. Kanunlar idârî ve şer’î kanunlar olarak iki kısma ayrılır: İdârî kanundan maksad: İnsânların durumlarını Kur’ân ve Sünnet’e muhâlif olmayacak şekilde düzenlemektir. Bu gibi kanunların insânlar tarafından konulması câizdir. Sahâbeler ve ondan sonra gelen Müslümanlar da bunu yapmışlardır. Ömer bin Hattab radıyallahu anh, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem zamanında olmayan bunun gibi idârî birçok kanunlar koymuştur. Misâl olarak: Askere katılanlarla katılmayanları tespit etmek için askerlerin kaydedilmesi gereken bir kuruluş kurmuştur. Hâlbuki Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem böyle bir şey yapmamıştır. Dolayısıyla Kab bin Mâlik ve onun gibi Tebük savaşına katılmayan kimseleri ancak sonra öğrenebilmiştir. Ayrıca Ömer bin Hattab Saffan bin Umeyye’nin evini hapishane yapmıştır. Hâlbuki Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem ve Ebû Bekir radıyallâhu anh zamanında  hapishane yoktu. İşte bu gibi İslâm’ a zıt olmayan ve insânların hayatını düzene koyucu kanunları koymak câizdir. Şerîata muhâlif olmayan işçilerin işlerini düzenleyen kanunlar koymak da bunlardandır. 

Fakat mirasta erkek ve kızın eşit tutulması, tek hanımla yetinme, boşanma gibi hususlarda yeni kanun koymak, recim cezâsını kaldırmak, hırsızların elini kesme cezâsını değiştirmek ve bunun gibi şerîatta bulunan cezâları ortadan kaldırmak ve bu cezâlar hakkında: ‘Artık bunlar zamanımıza uymaz’ demek gökleri ve yeri yaratanı inkâr etmek demektir. Böyle yapmak Allâh’ın koyduğu nizama başkaldırmaktır. Hâlbuki Allâh’u Teâlâ insânların maslahatını en iyi bilendir. Teşrî konusunda Allâh’u Teâlâ ortaktan münezzehtir. 

Allâh’u Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Yoksa onların birtakım ortakları mı var ki, Allâh’ın izin vermediği şeyleri, dînden kendilerine teşrî ettiler?’ (Şûrâ: 42/21)

‘De ki: ‘Allâh’ın size indirdiği rızkın bir kısmını haram bir kısmını helâl kıldığınızı görmüyor musunuz?’ De ki: ‘Size Allâh mı izin verdi. Yoksa Allâh’a karşı yalan mı uyduruyorsunuz?’  (Yûnus: 10/59)

‘Diliniz yalana alışmış olduğu için her şeye bu haram, bu helâl demeyin. Zîrâ Allâh’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allâh’a karşı yalan uyduranlar ise şüphesiz kurtuluşa erişemezler.’  (Nahl: 16/116)” [Şankîtî, Edvâu’l-Beyân: 3/260.] 

Açıklandığı üzere İslâm’a zıt olmayan kanunları kullanmak başkadır, İslâm’a zıt ve îmân esasları ile çelişen kanunlara tâbi olmak başkadır. Misâl olarak, içerisinde yaşadığımız coğrafyada tâğut, hayatın birçok alanına kanunlar koymuştur. Bu kanunlarda evde biriken çöpün çöp tenekesine atılması, alınan bir ekmek için dâhi fiş alınması, yolda giderken trafik kural ve kâideleri, çalışma saatleri ve benzerleri bulunmaktadır. Bu kanunlara uyularak hareket edilmesinde Müslüman’ı îmâni yönden tehlikeye sokacak bir durum yoktur. Yani uyulan kanun hakkında İslâm’ın yasaklayıcılığı yoksa bu kanuna uymak -misâlen trafikte kırmızı ışıkta durmak- kişiye îmâni olarak zarar vermez. Aynı şekilde İslâm’ın emrettiği veya yasakladığı bir şeyi tâğut İslâm’a uygun olarak kanunlaştırdığında bunun ile amel eden bir Müslüman, bunu tâğut kanunlaştırdı diye değil, İslâm’da var olduğu için yapar. Bu sebeble tâğuta değil de Allâh’a itaat yani ibâdet etmiş olur. Diğer yandan tağuti seçimlerde oy kullanmak veya tağutlara askerlik için yaşı gelen erkeğin askere alınması gibi İslâm’a muhalif kanunlara tâbi olmak, kişiyi îmân dairesinden çıkaran bir tutumdur. Allâh Subhânehu ve Teâlâ, şöyle buyurmaktadır: “Eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de müşrik olursunuz.” (Enâm: 6/121)

İmâm İbn Kesîr rahimehullâh, şöyle demiştir: “Yani Allâh’ ın emrinden ve şerîatından başkasının dediğine saparsanız başkasını O’nun önüne geçirirseniz işte bu şirktir.” [İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm: 3/295.] 

“Ey îmân edenler! Kâfir olanlara itaat ederseniz, sizi gerisin geriye çevirirler de büsbütün hüsrâna uğrayanlardan olursunuz.”(Âli İmrân: 3/149) 

Şeyh Şankîtî, bu âyeti zikrettikten sonra şöyle demiştir: “Bu âyet, yaratıcı olan Allâh’u Teâlâ tarafından gökten inen bir hükümdür. Bu hüküm şöyledir: Rahmân’ın kanunlarına ve şerîatına muhâlif şeytânın hükümlerine tâbi olan kişi, Allâh’a eş koşmuş ve müşrik olmuştur.” [Şankîtî, Edvâu’l-Beyân: 7/54.] 

“Yoksa onların birtakım ortakları mı var ki, Allâh’ın izin vermediği şeyleri, dînden kendilerine teşrî ettiler (şerîat kıldılar/kanun olarak belirlediler)?” (Şûrâ: 42/21)

Şeyh Muhammed bin İbrâhim rahimehullâh şöyle demiştir: “Bilinmelidir ki beşerî kanunlarla amel edenler, kabul etseler de yüz çevirseler de Allâh’ın hükmünün dışında kalan bütün hükümler câhiliyyenin hükümleridir. Bununla birlikte beşerî kanunlarla amel edenlerin durumu bizden önce yaşamış câhiliyye ehlinin durumundan çok daha kötü, sözleri onlardan daha asılsızdır. Çünkü câhiliyye ehlinin bu konuda kendi içlerinde bir çelişkileri ve tezatları yoktu. Ancak bugün beşerî kanunlarla amel edenler çok büyük bir çelişki içindedirler. Zîrâ onlar bir taraftan Rasûlullâh’ın getirdiklerine îmân ettiklerini iddia ediyorlar diğer taraftan da bu iddialarına muhalif hareket ediyorlar. Onlar bu halleri ile îmân ve küfür arasında bir yol tutmak istiyorlar. Bu gibi kimseler için Allâh’u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: ‘Bu ikisinin (îmânla küfrün) arasında bir yol tutmak istiyorlar. İşte onlar gerçek kâfirlerdir. Biz de kâfirlere alcaltıcı bir azâb hazırlamışızdır.’ (Nisâ: 4/150-151)” [Şerhu Tahkîmi’l-Kavânîn: 32 vd.] 

Maalesef ki bu konuda ifrat ve tefrit ehli olanlar bulunmaktadır. Bu iki tâifeye kısaca değinirsek: 

Birinci tâife ifrat ehlidir. Bunlar kanunları idârî ve şer’î olarak ayırmayan ve hepsinin küfrü gerekli kılıcı olduğuna îtikâd edenlerdir. Onlar, bu inançları ile neredeyse yeryüzündeki tüm tevhîd ehlini tekfîr etmektedirler. Zîrâ -Rabbim kurtarsın- tâğuti sistemlerde yukarıda ifâde edildiği üzere çöpü çöp tenekesine atmak dâhi kanuna bağlanmış, dışarıya atanlar için ise cezâ belirlenmiştir. Bu bakış açısıyla çöpü çöp tenekesine atanlar, alışverişlerinde fiş alanlar, trafikte kırmızı ışıkta duranlar, bindiği dolmuşta şoförler odasının tayin ettiği ücreti belirlendiği şekilde ödeyenler ve de meşhur görüşleriyle kimlik taşıyanlar îmân dairesinden çıkmışlardır.

İkinci tâife ise tefrit ehli olanlardır. Bunlar da kanunları idârî ve şer’î olarak ikiye ayırmazlar. Ancak onların ifrada kaçanlardan farkı, kanunları idârî ve şer’î ayrımı yapmadan bunlara uymanın Müslümanları îmân dairesinden çıkarmayacağı görüşüdür. Bunlara göre Müslümanlar, İslâm’ın hâkim olmadığı yerlerde hakkını savunamayan, kanı ve malı için endişe duyan yani mustazaf bir konumdadırlar. Bu sebeble Müslüman bir kimsenin kayda değer veya değmeyen bir malı çalındığında veya gasp edildiğinde onu kurtarmak için Allâh’ın hükümlerini hiçe sayan, ilâhlığını iddia etmiş tâğutlara başvurup, içerisinde bulunduğu ihtilâfın çözülmesini istemesi câizdir.    

İfrat ehli içerisinde bulundukları bu görüş sebebiyle -Rabbim bilir- bir gün aynada kendilerini tekfîr ederler, zîrâ etraflarında tekfîr edecek kimseleri kalmayacaktır. Bu daraltanların kaçınılmaz sonudur. Tefrit ehli olanlar ise, küfür olan ve olmayan kanunları birbirinden ayırmadıkları için akîdede verdikleri tâvizler hasebiyle, zamanla hiçbir tevhîdi öğeleri kalmayacak olanlardır. Bu da genişletenlerin kaçınılmaz sonudur. Rabbim ümmete -dâvetiyle icâbetiyle- sahîh akîdeyi nasip etsin.

Bundan sonra: Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in Taif dönüşünde Mekke’ye girmek için kullandığı himâye hakkı veya kanunu idârî midir, yoksa şer’î midir? İslâm’da bunun yeri var mıdır? Sorularının cevâblanması gerekir ki, bunu kendisine delîl alarak, İslâm’ın hâkim olmadığı yerlerde tâğutlardan hüküm istenebileceğine kanaât belirten bir kimsenin içerisinde bulunduğu durum belli olsun. 

Himâye veya nusra talebi, adına ne denirse densin, bunun İslâm’daki karşılığı “eman”dır. Eman en kısa tarifle: “Güvence vermektir.” Bunun şartları yani kimlerin vereceği ve kimlere verilebileceği ilgili kitâblarda geçmektedir… [Bak: “E-m-n” Maddesi: İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab; Firûzâbâdî, el-Kâmû-su’l-Muhît; Zebidî, Tâcu’l-Arûs…]  

Şimdi nasıl olurda aslı İslâm’da olan ve Allâh’ın kanunlarına muhalif olmayan bir uygula-mayı, İslâm’a muhalif,  akîdeyi ve fıkhı yerinden oynatacak kanunlarla bir tutabiliriz? Nasıl olurda îmânı bozan küfrî bir kanunu, İslâm’da yeri olan bir uygulamayı tâğutun kanunlaştırmasına kıyas ederek, küfür olan bir şeyi küfür olmayan bir şeye kıyas edebiliriz? Rabbim farukî bir akıl versin.  

İslâm’da var olan eman hakkını bugün birçok devlet, vize adı altında uygulamakta ve ülkesine giren yabancıları korumaktadır. Bu kanunu kullanarak seyahat eden bir Müslüman için bunun -İslâm’a ters getirileri olmadığı sürece- îmâni yönden bir sakıncası yoktur. 

Ancak İslâm Dîni, hakkı kaybolan ve herhangi bir sebebten ötürü ihtilâf içinde olan kimselere, reddetmekle emrolunduğu tâğuta müracaat ederek muhâkeme olma, ondan hüküm isteme serbestliği tanımamıştır. Zîrâ tâğutu reddetmek îmânın şartıdır. Hüküm verme hakkını Allâh’a has kılmak ve hükmü ondan taleb etmek ise tevhîddir. Allâh’a îmân edipte hükmü Allâh’ın dışındakilerde aramak, kişiyi İslâm Milleti’nden çıkaran şirk-i kebir’dir. Aksini iddia eden bir kimsenin, bizim yaptığımız üzere Kitâb’tan ve Sünnet’ten konu hakkında delîl olabilecek nassları(!) getirmesi gerekir. “De ki eğer doğru söylüyorsanız delîllerinizi getirin.” (Bakara: 2/111) 

Sonuç olarak Ehl-i Sünnet, kanunları, ifâde olunduğu üzere ikiye ayırır, İslâm’ın kabul etmediği kanunlar kimden ve de nereden gelirse gelsin, reddederler. Îmânın ve sahîh fıkhın gereği olarak Allâh’ın Kitâbı’na ve Rasûlullâh’ın Sünneti’ne yapışır, bu ikisinin önüne hiçbir kimseyi veya hiçbir şeyi geçirmezler. Onlar için Kitâb ve Sünnet üzere oldukları sürece azlık veya çokluk önemli değildir. Zîrâ mühim olan Allâh’ın îmân olarak ifâde ettiklerini kabul ederek bunları zedeleyecek bir hal üzere olmamaktır. Onlar, tâğutun reddini onun tüm cüzlerine varıncaya kadar gerçekleştirerek tevhîdi isbât ederler.   

Şeyh Şankîtî, konumuzla alâkalı olarak yine şöyle demiştir: “Allâh’u Teâlâ’nın ‘O, hükmüne hiçbir kimseyi ortak etmez’ (Kehf: 18/26) âyeti ve benzeri âyetlerden anlaşılıyor ki: Allâh’ın kanunları dışındaki kanun koyanlara tâbi olanlar Allâh’u Teâlâ’ya şirk koşmuşlardır. Nitekim bu mefhumu açıklayan birçok âyet vardır. Misâl olarak şeytâna ve kendi hevalarına göre kanun koyarak, haram olan ölü hayvan etini ‘Allâh öldürmüştür’ diye helâl sayanlara uyanlar hakkında Allâh’u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: ‘Üzerine Allâh’ın adı anılmayanlardan yemeyin. Çünkü bu şekilde davranış fâsıklıktır. Bir de şeytânlar kendi dostlarına sizinle mücâdele etmeleri için mutlaka fısıldarlar. Eğer onlara (müşriklere) itaat ederseniz şüphesiz siz de müşrik olursunuz.’ (Enâm: 6/121) 

Bu âyette Allâh’ın haram kıldığı eti helâl sayanlara itaat etmenin şirk olduğu sarih yani apaçık bir şekilde bildiriliyor. Bu şirk Allâh’ın kanunlarına muhâlif olan kanunlar koyanlara itaat edilerek işlenmiş bir şirktir. Ve aşağıdaki âyetlerde geçen ‘Şeytâna ibâdet etmeyin’ sözünden maksad da budur. Allâh’u Teâlâ şöyle buyuruyor: ‘Ey Âdemoğlu! Ben size apaçık düşmanınız olan şeytâna değil, yalnız bana ibâdet edin,  dosdoğru yol budur, diye bildirmedim mi?’ (Yasin: 60-61) 

‘Ey babacığım! Şeytâna ibâdet etme. Çünkü şeytân Rahmân’a isyân etmiştir.’ (Meryem: 19/44) ‘Onlar Allâh’ı bırakarak dişilere (Lat, Uzza, Menat gibi dişi saydıkları putlarına) ibâdet ediyorlar. Hâlbuki onlar ancak azgın bir şeytâna ibâdet ediyorlar.’ (Nisâ: 4/117) 

Bu âyetlerde geçen ‘Şeytâna ibâdet’ten maksad: Kur’ân ve Sünnet’e zıt olan kanunlara tâbi olarak şeytâna ibâdet edilmesidir. Bu yüzden Allâh’u Teâlâ haramları süsleyenlere itaat edenlerin onların ortakları olduklarını şöyle belirtiyor:‘Yine bunun gibi onların ortakları, müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi süslü gösterdiler. Hem onları helake düşürmek, hem kendi aleyhlerinde dînlerini karmakarışık kılmak için. Eğer Allâh dileseydi bunu yapmazlardı. Artık sen onları uydurdukları ile baş başa bırak.’(Enâm: 6/137) 

‘Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten îmân ettiklerini zannedenleri görmüyor musun? Bunlar, tâğuta muhâkeme olmayı istiyorlar. Oysa onlar onu reddetmekle emrolunmuşlardı. Şeytân da onları uzak bir sapıklıkla saptırmak istiyor.’(Nisâ: 4/60) 

Bu zikrettiğimiz âyetlere göre apaçık belli oluyor ki: Şeytânın dostları vâsıtası ile koydurduğu, İslâm Şerîatı’na muhâlif beşerî kanunlara tâbi olanların kâfir ve müşrik olduklarından ancak onlar gibi Allâh’ın basiretlerini kör ettiği, vahyin nurundan kör olan kâfir ve müşrik kimseler şüphe ederler.” [Şankîtî, Edvâu’l-Beyân: 3/259.] 

22. Soru: Tâğutlardan kalben istemeden hüküm taleb etmek câiz midir?

Cevâb: 

İrade yani bir şeyi istemek ve arzulamak, kalbin amelidir. Kalbin amellerinin göstergesi ise uzuvların ortaya koydukları fiillerle belli olur. İslâm’da esas olan kalbin durumuna göre değil, kişinin zâhirine göre hükmetmektir. Bu üzerinde icmâ edilmiş bir kâidedir.

Nitekim Usame radıyallâhu anh, bir baskın esnasında, yakalandıktan sonra canını kurtarmak için “lâ ilâhe illallâh” diyen birini öldürdürdüğünü Rasûlullâh sallâhu aleyhi ve sellem’e söylediğinde, Rasûlullâh sallâhu aleyhi ve sellem Usame radıyallâhu anh’ı kınamış ve defalarca: “O’nun kalbini mi yarıp baktın?”  buyurmuştu. [(SAHİH HADÎS:) Müslim (158); Ebû Dâvûd (2643)…]

Buna binâen İmâm Nevevî  rahimehullâh, şöyle demiştir: “Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in ‘O’nun kalbini mi yarıp baktın?’ sözünde, fıkıh ve usûlde, hükümlerin zâhire göre verileceğine ve gizli olan şeylerin Allâh’u Teâlâ’ya havâle edileceğine dair bilinen kâide hakkında delîl bulunmaktadır.” [Nevevî , el-Minhâc fî Şerhi Sahîhi Müslim: 2/107.]

İmam İbn Hacer  rahimehullâh ise şöyle demiştir: “Dünyâ hükümlerinin zâhire göre verileceği hususunda âlimlerin hepsi icmâ etmişlerdir.” [İbn Hacer , Fethu’l-Bâri: 12/273.]

Ömer bin Hattab  radıyallâhu anh bir hutbesinde şunları söylemiştir: “Ey insânlar! Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in aramızda bulunduğu ve vahyin inmeye devam ettiği zamanlarda Allâh’u Teâlâ sizin hâlinizi bildiriyordu. Böylece biz de sizleri tanımış oluyorduk. Ancak bugün Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem vefat etti ve vahiy de kesildi. Bu yüzden sizi söylediklerinizle ve yaptıklarınızla tanıyoruz. İçinizden kim açıkça hayır ve iyilikler yaparsa onu iyi birisi olarak tanır ve severiz. Kimin de kötülükler yaptığını görürsek onu da kötü olarak tanır ve kendisine buğzederiz. Biz ancak zâhire göre hüküm veririz. İç âleminiz ise sizinle Rabb’iniz arasındadır…” [Câhız, el-Beyân: 3/138; Kandehlevi, Hayatu’s-Sahâbe: 3/186.] 

Şeyh Abdurrahmân bin Hasen  rahimehullâh şöyle demiştir: “Dünyâdaki hüküm ve ilişkilerin belirlenmesindeki davranış şekli, görünürdeki duruma göre belirlenir.” [Abdurrahmân bin Hasen , Fethu’l-Mecîd: 113.] 

Bu sebeble geçerli bir ikrah gibi şer’î esaslarla müstesna kılınmış bir hal olmadığı sürece, kalbin durumunun kişilere dair hüküm verirken bir önemi yoktur. Bu -ifâde olunduğu üzere- ilim ehli tarafından üzerinde icmâ edilmiş bir konudur. Öyleyse tâğuttan hüküm taleb eden bir kimse, bunu istemediğini iddia etse dâhi tâğuta muhâkeme olmuş demektir. Zîrâ: “Allâh’ın Şerîatı’nın dışındaki bir şerîata muhâkeme olmak, tâğuta muhâkeme olmaktır.”

Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye  rahimehullâh şöyle demiştir: “Allâh’ın Kitâb’ı dışında hüküm ve-ren ve kendisine muhâkeme olunan kimseye ‘tâğut’ ismi verilmiştir. Fir’avun’a da işte bu sebeble tâğut denilmiştir.” [İbn Teymiyye , Mecmûu’l-Fetâvâ: 28/200.] 

İmâm İbn Kayyim  rahimehullâh ise şöyle demiştir: “Kim Rasûlün getirdiğinin dışında bir hüküm verir veya bu hükme muhâkeme olursa işte o, tâğutu hakem tayin etmiş ve tâğuta muhâ-keme olmuştur.” [İbn Kayyim ,  İlâmu’l-Muvakkıîn: 1/40.] 

Şeyh Abdurrahmân bin Hasen  rahimehullâh, şöyle demiştir: “Her kim Allâh’ın Kitâbı ve Rasû-lü’nün Sünneti dışında bir şeye başvurarak ona muhâkeme olursa, tâğuta muhâkeme olmuş de-mektir. Oysa Allâh mü’min kullarına, onu red ve inkâr etmelerini emretmiştir.” [Abdurrahmân bin Hasen , Fethu’l-Mecîd: 391-392.]  

Şeyh Şankîtî  de şöyle demiştir: “Allâh’ın Şerîatı’nın dışındaki bir şerîat’a/kanunlara muhâ-keme olmak, tâğuta muhâkeme olmak demektir.” [Şankîtî , Edvâu’l-Beyân: 7/50.]

Tâğuta muhâkeme olan kişi ise yapmış olduğu küfür fiilinin fâili olarak sorumludur. Çünkü bunda rızâ düşse dâhi, ihtiyar (tercih) düşmemektedir. Nitekim Allâh’u Teâlâ’nın “İkrah olunan hariç kim göğsünü küfre açarsa” (Nahl: 16/106) buyruğu hakkında tabiinin büyüklerinden İmâm Katâde rahimehullâh şöyle demiştir: “Onu tercih edererek ve seçerek yapan kimse demektir.” [İbn Cevzî , Zâdu’l-Mesîr: 2/587.]

Sonra tarihte hiçbir müşrik, işlediği şirk sebebiyle müşrik olduğunu kabul etmemiş, kastının küfre girmek olduğunu söylememiştir. Hıristiyanlar ve Yahûdîler buna öncelikli olarak dâhildir. Allâh Subhânehu ve Teâlâ, şöyle buyurmaktadır: “De ki: Size (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanları bildirelim mi? (Bunlar) İyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünyâ hayatında çabaları boşa giden kimselerdir. İşte onlar, Rabblerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr eden, bu yüzden amelleri boşa giden kimselerdir ki, biz kıyâmet gününde onlar için hiçbir tartı tutmayız.” (Kehf: 18/103-105)

Müfessirlerin imâmı İbn Cerir et-Taberî  rahimehullâh, bu âyet-i kerîmelerin tefsîrinde şöyle demiştir: “Bu, Allâh’u Teâlâ’ nın birliğini bildikten sonra, onu inkâr etmeyi kastetmedikçe kimsenin kâfir olmayacağını iddia edenlerin yanıldığının en açık delîllerindendir. Allâh’u Teâlâ’nın birliğini bildikten sonra onu inkâr etmeyi kastetmedikçe kimsenin kâfir olmayacağı sözü doğru olsaydı, Allâh’u Teâlâ’nın haklarında ‘De ki: Size işler bakımından en çok ziyana uğrayanları bildirelim mi? İyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünyâ hayatında çabaları boşa giden kimselerdir’ buyurduğu kişilerin bundan dolayı sevap kazanıp mükâfat almaları gerekirdi. Hâlbuki iş söylediklerinin aksinedir. Çünkü Allâh’u Teâlâ, onların kendisini inkâr ettiklerini ve amellerinin boşa gittiğini bildirmiştir.” [Taberî , Câmiu’l-Beyân: 18/128.]

Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye  rahimehullâh, şöyle demiştir: “Kim küfür olan bir söz söyler veya küfür olan bir ameli işlerse kâfir olmayı kastetmese dâhi bu sebeble kâfir olur. Çünkü Allâh’ın diledikleri müstesna hiç kimse kâfir olmayı kastetmez… Riddet, buna yol açan belli bir sebebten dolayı meydana gelebileceği gibi, dîni değiştirme veya risâleti yalanlama kastıyla da meydana gelebilir. Tıpkı İblisin küfrünün rubûbiyyeti yalanlama kastı ile olması gibi. Gerçi böyle bir kastının olmaması ona fayda vermez. Kendisini küfre sokacak sözü söyleyen (ya da ameli işleyen) kişiye küfrü kastetmemesi fayda vermez (kâfir olur).” [İbn Teymiyye , es-Sârimu’l-Meslûl: 178, 370.]

Şeyh Muhammed Hâmid el-Fakî  rahimehullâh ise tâğutlara muhâkeme olmanın hükmü hakkında şöyle demiştir: “Yes’ak gibi hatta ondan daha şerli olan şey ise; kan, ırz ve mallar hakkında Allâh’u Teâlâ’nın Kitâbı’nda ve Rasûlü’nün Sünneti’nde hükümler açıkken, kişinin batılıların kanunlarını bu konularda kendisine kanun edinip, onlara muhâkeme olmasıdır. Böyle yapan kimse şüphesiz kâfirdir, mürteddir. Bu ameller üzerinde ısrar ettiği ve Allâh’u Teâlâ’nın indirdiği hükme dönmediği müddetçe onun Müslüman olarak isimlendirilmesi, İslâm’dan olduğu açık olan namaz, oruç, hac ve bunlar gibi amelleri yerine getirmesi kendisine hiçbir fayda sağlamaz.” [Fethu’l-Mecîd: 396 (Dipnot: 1).]

Diğer taraftan ilgili âyette îmân iddialarının yalan olduğu zikredilen kimseler daha tâğuta muhâkeme bile olmamışlardır. Sâdece muhâkeme olmayı istemekle îmân iddiaları boşa çıkmıştır. Dikkat edilirse Allâh’u Teâlâ burada: “Tâğutun hükmüne başvurdular, böyle bir fiili hoş karşıladılar, tâğutun hükmüne itaat ettiler” dememiş aksine şöyle buyurmuştur: “Tâğuta muhâkeme olmayı istiyorlar. Oysa onlar onu reddetmekle emrolunmuşlardı.” O halde onlar, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in getirdiğinin dışında bir şeyin hakemliğine gitme noktasında daha işin başındadırlar. Yani daha tâğutun hükmüne gitmemişlerdir bile. Bununla beraber Allâh’u Teâlâ onların îmânını yok saymış, böyle bir şeyi istemelerinden dolayı onları kınamıştır. 

Şeyh Muhammed bin İbrâhim  rahimehullâh, Nisâ Sûresinin 60. âyet-i kerîmesini zikrettikten sonra şöyle demiştir: “Muhakkak ki Allâh’u Teâlâ, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in getirmiş olduğu hükümlerden başka bir hükme gitmek isteyen münâfıkların îmânını yok saymıştır. Âyette geçen ‘zannediyorlar’kelimesi onların îmân iddialarını bir yalanlamadır. Çünkü îmân iddiası ile birlikte Rasûlullâh’ın getirdiği hükümlerin dışında başka bir otoritenin hakemliğine gitmek, bir kulun kalbinde asla bir araya gelmez. Bilakis bu iki durum birbirinin tam tersidir. Allâh’u Teâlâ’nın ‘Oysa onlar onu reddetmekle emrolunmuşlardı’ kavlini bir düşün! Burada beşerî kanunları ortaya atanların Allâh’u Teâlâ ile büyük bir inatlaşma içinde oldukları, bu hususta Allâh’u Teâlâ’nın isteklerinin tam tersini yaptıkları görülmektedir. Esas olarak onlardan istenilen ibâdet ettikleri tâğutların kanunlarına başvurmak değil, bilakis tâğutu tanimâmaları ve onu inkâr etmeleridir. ‘Fakat zâlimler, kendilerine söylenenleri başka sözlerle değiştirdiler. Bunun üzerine biz, yapmakta oldukları kötülükler sebebiyle zâlimlerin üzerine gökten acı bir azâb indirdik.’ (Bakara: 2/59)” [Sefer Havâlî , Şerhu Tahkîmi’l-Kavânîn:  24 vd.]

23. Soru: Kur’ân-ı Kerîm’de hükmü belirtilmemiş bir mes’elede tâğutlara muhâkeme olmak câiz midir?

Cevâb:

Kur’ân ve Sünnet, bu dînin aslı ve esası olarak bilinmesi gerekli olan tüm dîni mes’eleleri kuşatmıştır. Bu bazen sarahaten (açık olarak) bazen de zımnendir (işâret yoluyladır). Bazen ise koyduğu külli kavâidlerle (genel kurallarla), indirildiği günden kıyâmet gününe kadar, tüm mes’eleler hakkında bağlayıcıdır. Nitekim Allâh Subhânehu ve Teâlâ, şöyle buyurmaktadır: “Biz Kitâb’ı (Kur’ân-ı Kerîm’i) sana, her şeyin açıklayıcısı, Müslümanlara bir hidâyet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik.” (Nahl: 16/89)

Sahâbenin büyüklerinden İbn Mes’ûd  radıyallâhu anh şöyle demiştir: “İlim isteyen Kur’ân-ı Kerîm’i incelesin. Çünkü onda öncekilerin ve sonrakilerin ilmi vardır.” [Muhâsibî, el-Aklu ve Fehmu’l-Kur’ân: 292.]  

Sahâbenin büyüklerinden Ammar bin Yasir radıyallâhu anh ise şöyle demiştir: “Size Kur’ân yeter. Çünkü onda öncekilerin ve sonrakilerin hazinesi vardır.” [Muhâsibî, el-Aklu ve Fehmu’l-Kur’ân: 291.]

Tabiînin büyüklerinden Mücâhid  rahimehullâh, şöyle demiştir: “O’nun her şeyi açıklayan olması, helâl ve haramı gereği gibi açıklamasıdır.” [Taberî, Câmiu’l-Beyân: 9/453; Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâm: 10/164.]

Allâh Subhânehu ve Teâlâ, başka bir âyet-i kerîmesinde şöyle buyurmaktadır: “Biz Kitâb’ta (Kur’ân-ı Kerîm’de) hiç bir şeyi eksik bırakmadık.” (Enâm: 6/38)

Emiru’l-Mü’minin Alî radıyallâhu anh, şöyle demiştir: “Her şeyin bilgisi Kur’ân-ı Kerîm’de vardır. Ancak insânlar onları anlamaktan âcizdir.” [Semerkandî, Tefsîru’l-Kur’ân: 1/11

Sahâbenin büyüklerinden İbn Mes’ûd  radıyallâhu anh ise şöyle demiştir: “Bu Kur’ân’da her ilim indirildi ve Kur’ân’da bize her şey açıklandı.” [Taberî , Câmiu’l-Beyân: 17/279. ]

Bu âyetteki kitâbtan kastın levh-i mahfuz olduğu da söylenmiştir. Ancak râcih görüş, Kur’ân-ı Kerîm olduğudur. Çünkü “elif-lâm” müfred ismin başına geldiğinde, daha önce geçen ve bilinen bir varlığı gösterir. Müslümanlarca, bilinen ve daha önce zikredilmiş olan kitâb ise, Kur’ân-ı Kerîm’dir. [er-Râzî, Mefâtihu’l-Gayb: 12/526.]

Kitâb’ta eksik hiç bir şeyin bırakılmaması: Bilinmesi gerekenlerin yani dînden olan şeylerin tamamının beyân edilmiş olmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm âyetleri, bu Kitâb’ın indirilişinden maksadın, dîni açıklamak, Allâh ile O’nun hükümlerini tanıtmak olduğuna, mutabakat veya tadammun veyahut iltizam olarak delâlet etmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’in bütün ilimlerin usûl ve füruunu kapsamasına gelince: Bütün usûl ilmi, Kur’ ân-ı Kerîm de mevcuttur. Çünkü asli delîller, Kur’ân-ı Kerîm de en beliğ bir şekilde zikredilmiştir.

Füru ilminin detaylarına gelince: Kur’ân-ı Kerîm, Sünnetin, icmânın ve kıyasın şerîatta bir delîl olduğuna delâlet etmektedir. Binâenaleyh bu üç asıldan birinin delâlet edip ortaya koyduğu her şey/her hüküm, aslında Kur’ân-ı Kerîm’de mevcut demektir.

Buna göre Kur’ân’da, dîni ilimlerin usûlü olmakla birlikte füruun çoğu yer almaz. Ancak Kur’ân-ı Kerîm, füru konusunda Sünnet’e, icmâ ve kıyasa yönlendirir. Bunların açıklamaları da Kur’ân’a müstenittir (dayanır). 

Nitekim İmâm Zerkeşî rahimehullâh şöyle demiştir: “Bütün ilimler Kur’ân’dan çıkarılmıştır.” [Zerkeşî, el-Burhân: 1/8.]

İmam Şâfiî  rahimehullâh şöyle demiştir: “Allâh’ın Kitâbı’ nda Müslümanlardan birinin karşılaşacağı herhengi bir meselenin hükmünü doğru olararak gösterecek bir delîl mutlaka vardır.” [Şâfiî , er-Risale: 19.]

Şeyh Muhammed bin İbrâhim  rahimehullâh ise şöyle demiştir: “Ne olursa olsun hiçbir mes’ ele yoktur ki, onun hükmü ya kesin bir nass olarak, ya zâhiren, ya nasslardan istinbat edilerek ya da bir başka şekilde Allâh’u Teâlâ’nın Kitâbı’nda ve Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in Sünneti’nde bulunmamış olsun. Bunu bilen bilir, bilmeyense hiç bilmez.” [Şerhu Tahkimi’l Kavanin: 54.]

İfâde olunduğu üzere şer’î hükümlerin tamamının kaynağı Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu sebeble ihtilâflarımızın çözüm mercii de, Kur’ân-ı Kerîm ve ondan kaynaklanan ve ona dayanan şer’î delîller olmak zorundadır. Bu ihtilâfın büyük ya da küçük, önemli ya da önemsiz bir mes’ele olması arasında fark yoktur. Zîrâ dîn, hayatın tamamına dair kurallar içeren bir nizamdır. Herhangi bir mes’elenin hükmünün âyetle veya hadîsle veyahut icmâyla veyahut ta sahîh kıyas ile belirlenmiş olması arasında da hükümlerin kaynağı açısından bir fark yoktur. Hepsi, Kur’ân-ı Kerîm’den kaynaklanmaktadır ve hepsi dîndendir…

Allâh’u Teâlâ, şöyle buyurmaktadır: “Hakkında ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allâh’a aittir.”(Şûrâ: 42/10) “Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz Allâh’a ve âhiret gününe gerçekten îmân ediyorsanız onu Allâh’a ve Rasûlü’ne (Kur’ân ve Sünnet’e) götürün (çözümü onlarda arayın). (Nisâ: 4/59)

İlki Mekkî, ikincisi Medenî olan bu âyet-i kerîmelerde “şey” kelimesi nekira (belirsiz yani elif-lam’sız) gelmiştir. Daha önce de geçtiği üzere Arabçada şart cümlesindeki nekira ifâdesi, umum anlamındadır. Büyük veya küçük, önemli veya önemsiz her türlü ihtilâfı içine almaktadır. Sarih ya da zımnen bildirilen tüm mes’eleleri kapsamakta olduğu gibi, Kur’ân Sünnet, icmâ ve kıyastan kaynaklanan tüm hükümleri de kuşatmaktadır.  

Nitekim İmâm İbn Kayyim  rahimehullâh, şöyle demiştir: “(Âyet-i kerîmelerdeki) ‘Herhangi bir şey…’ ifâdesi, şart bağlamında gelen nekira (belirtisiz) bir ifâdedir ve büyük küçük, celî/açık ve hafî/kapalı dînin bütün konularında mü’minlerin ihtilâfa düştükleri bütün mes’eleleri kapsar. İhtilafa düştükleri konuların hükmü Allâh’ın Kitâbı’nda ve Rasûlü’nün Sünneti’nde bulunmasaydı ve bu iki kaynaktaki hükümler, bu mes’elelerin çözümü için yeterli olmasaydı, onlara bu mes’e-leleri bu iki kaynağa döndürmelerini emretmezdi. Çünkü anlaşmazlığı gidermek için, çözümü olmayan bir kişiye çözüm için başvurmayı Allâh’ın emretmesi imkânsızdır. Allâh’a döndürmenin, Allâh’ın Kitâbı’na başvurmak, Rasûlullâh’a döndürmenin ise, hayatında bizzat kendisine, vefat ettikten sonra da Sünneti’ne başvurmak olduğu konusunda insânlar icmâ etmişlerdir.” [İbn Kayyim , İlâmu’l-Muvakkıîn:  1/39.]

İmâm İbn Kesîr  rahimehullâh, âyet-i kerîmenin tefsîrinde şöyle demiştir: “Seleften birçokları: ‘Allâh’ın Kitâbı’na Rasûlü’nün Sünneti’ne’ demiştir. Bu da dînin usûl ve füruunda tartışılan her şeyin Kitâb ve Sünnet’e götürülmesine dair emirdir. Nitekim Allâh’u Teâlâ, ‘Hakkında ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allâh’a aittir.’ (Şûrâ: 42/10) buyurmuştur. Kitâb ve Sünnet’in hükmettiği ve doğruluğuna şehâdet ettikleri hak ve gerçektir. Hakkın dışında dalâletten (sapıklıktan) başka ne vardır? Bu sebeble Allâh’u Teâlâ ‘Allâh’a ve âhiret gününe gerçekten îmân ediyorsanız’ buyurmaktadır. Yani dâvaları ve bilinmeyen şeyleri Allâh’ın Kitâbı’na Rasûlü’ nün Sünneti’ne götürün, aranızda çıkan ihtilâflarda o ikisine başvurunuz demektir. ‘Allâh’a ve âhiret gününe gerçekten îmân ediyorsanız.’ Bu da gösteriyor ki kim ihtilâf halinde Kitâb ve Sünnet’in hakemliğine gitmez ve o ikisine müracaat etmezse, o Allâh’a ve âhiret gününe îmân etmiş değildir.” [İbn Kesîr , Tefsîru’l Kur’ân-il Azîm: 2/304.]

Şeyh Abdurrahmân bin Hasen  rahimehullâh, şöyle demiştir: “Her kim Allâh’ın Kitâbı ve Rasûlü’nün Sünneti dışında bir şeye başvurarak ona muhâkeme olursa, tâğuta muhâkeme olmuş demektir. Oysa Allâh mü’min kullarına, onu red ve inkâr etmelerini emretmiştir. Müslüman, bütün mes’ele ve problemlerini, yalnızca Allâh’ın Kitâbı’na ve Rasûlü’nün Sünneti’ne götürmek ve yalnızca bu ikisine muhâkeme olmakla mükelleftir. Kim de Kur’ân ve Sünnet ile hüküm vermez ve bu ikisi dışında başka bir hükme veya mahkemeye başvurursa, bu haliyle haddi aşmış olur. Böylece Allâh’ın ve Rasûlü’nün kendisi için şerîat kıldığı şeyin dışına çıktığını ve bu hükmü, lâyık olmadığı halde, şerîatın konumuna getirmiş olduğunu ortaya koymakta, şerîat dışı bir tutum ve davranış içine girmektedir. Dolayısıyla kim Allâh’tan başka bir şeye ibâdet ederse, o kimse bu haliyle tâğuta ibâdet etmiş olur.” [Abdurrahmân bin Hasen , Fethu’l-Mecîd: 391-392.]  

Şeyh Muhammed bin İbrâhim  rahimehullâh ise şöyle demiştir: “Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ nın bu emri gereği, kişilerin aralarında çekiştikleri, anlaşmazlığa düştükleri ve inatlaştıkları zaman, mevcut anlaşmazlığın çözümünü Allâh’a ve Rasûlü’ne arz etmeleri gerekmektedir. Bu âyette ‘Eğer anlaşmazlığa düşerseniz’ şart cümlesinden sonra zikredilen ‘Herhangi bir şeyde’ ifâdesinin nasıl nekira olarak getirildiğini düşün! Bu cins ve miktar bakımından üzerinde ihtilâf edilen her türlü anlaşmazlığı ihtiva etmektedir. Daha sonra Allâh’a ve âhiret gününe îmânın hâsıl olabilmesi için, ihtilâf edilen her türlü anlaşmazlığın çözümünün Allâh’a ve Rasûlü’ne götürülmesi bir şart olarak zikredilmiştir.

Yine aynı şekilde burada ‘Aralarında çıkan çekişmeli işlerde’ifâdesindeki genellemeyi düşün! Usûlcülere ve diğer dil âlimlerine göre ismi mevsûl sılasıyla beraber zikredildiği zaman umum (genellik) ifâde eder. Bu genelleme ve kapsam, miktar bakımından olduğu gibi cins ve çeşitlilik bakımından da böyledir. Anlaşmazlıkların büyüğü ile küçüğü arasında bir fark olmadığı gibi, türleri arasında da bir fark yoktur.” [Şerhu Tahkîmi’l-Kavânîn: 7-8.] 

Yukarıda ifâde olunduğu üzere içerisinde bulunduğumuz herhangi bir ihtilâfın çözümünün şer’î delîllerde aranması ve bunlara göre hükmolunması gerekmektedir. Zîrâ bu Kur’ân-ı Kerîm’in indiriliş amacıdır.

“Biz Kitâb’ı ancak, hakkında ihtilâfa düştükleri şeyi onlara açıklaman ve îmân eden bir kavme rahmet ve hidâyet olması dışında (başka bir amaçla) indirmedik.” (Nahl: 16/64)

Hükümlerinde Kur’ân-ı Kerîm’i ve ondan kaynaklanan şer’î delîlleri esas almayan merciler tâğuttur. Tâğutlardan herhangi bir mes’elede hüküm istemek ise ancak onları reddetmeyen, onlara hâkimiyet ve velâyet veren, onlara ibâdet eden, Allâh’a ve âhiret gününe sahîh bir şekilde îmân etmemiş kimselerin yapabileceği bir iştir.

Müslümanlar ise ancak Kur’ân ve Sünnet’e muhâkeme olurlar. Kur’ân ve Sünnet’in hükümlerini kalblerinde hiçbir sıkıntı duymadan kabul ederek ve tam bir teslimiyetle teslim olurlar. 

Nitekim İmâm İbn Kayyim  rahimehullâh, Nisâ Sûresinin 65. âyetini zikrettikten sonra şöyle demiştir: “Allâh’u Teâlâ, bu âyette, usûlde, füruda, şer’î hükümlerde, bütün sıfatlarda ve daha başka konularda meydana gelebilecek bütün ihtilâflarda, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’i hakem tayin etmedikçe hiç kimsenin îmân etmiş olmayacağını, (Allâh Azze ve Celle) mukaddes nefsine yemin ederek te’kid etmiştir. Îmân ancak bütün mes’elelerde Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem hakem tayin edildiğinde gerçekleşmiş olur. Ayrıca, bütün mes’elelerde Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem hakem tayin edilse de verdiği hükme karşı kalblerinde bir sıkıntı duymadan tamamen teslim olmadıkça, kalbler de verilen hükümden dolayı mutmain ol­madıkça ve bu hükümleri tamamen kabul etmedikçe yine de mü’min olmayacaklarını bildirmiştir. Dahası, bütün bunlar sağlansa bile, verilen hükme tamamen rızâ ve teslimiyet göstermediklerinde, bu hükme karşı gelip itiraz ettikleri veya bu hükümler dışında başka hükümler istediklerinde de yine mü’min olamayacaklarını bildirmiştir.” [İbn Kayyim , et-Tıbyan fî Aksâmi’l-Kur’ân: 430.]

Hâtime:

Hamd âlemlerin rabbi olan Allâh’a mahsustur. Salât ve selâm yaratılmışların en hayırlısı Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in, âlinin ve ashabının üzerine olsun.

Yardım ve başarı, izzet ve şeref Allâh’tandır.

O, her şeyin en iyisini bilendir.

Muvahhid Kullara Selâm Olsun.

KAYNAK :

Abdullâh Saîd el-Müderris

( Tâğuta Muhâkeme Olmayı İstiyorlar (21. 22. Ve 23. Soru) başlıklı yazı Polat Akyol tarafından 17.04.2020 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.