TÂĞUTA MUHÂKEME OLMAYI İSTİYORLAR

(20. SORU)

HUTBETU’L-HÂCE:

Hamd, -âlemlerin rabbi olan- Allâh’a mahsustur. O’na hamd eder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüğünden O’na sığınırız. O’nun hidâyete erdirdiğini hiç kimse saptıramaz, saptırdığını ise hiç kimse hidâyete erdiremez. Şehâdet ederim ki, Allâh’tan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem O’nun kulu ve Rasûlüdür.

Bundan sonra: 

20. Soru: Nisâ Sûresi’nin 60. âyetinin hükmü, nüzûl ortamı ileri sürülerek Dâru’l-İslâm ile sınırlandırılabilir mi?

Cevâb:

Hamd ve hüküm, Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya mahsustur.

Bu sorunun cevâbı daha önce -genel olarak 18. cevâbta- geçmişti. Ancak şeytânın: “Zikredilen Nisâ Sûresi’nin 60. âyet-i kerîmesi Medine’de yani Dâru’l-İslâm’da/İslâm’ın hâkim olduğu bir yerde inmiştir. Bu sebeble İslâm’ın hâkim olmadığı topraklarda yani Dâru’l-Harb’te Allâh’ın kanunları dışındaki kanunlara muhâkeme olanlar bu âyetin hükmünden muaftırlar. Tâğuta muhâkeme olmaları onların îmânlarına zarar vermez…” fitnesiyle, tevhîdi delme girişimini bertaraf etmek için bu sorunun, çeşitli yönlerden ele alınması yerinde olacaktır:    

1- Tâğuta muhâkeme olmanın hükmü ile alâkalı delîl olarak zikredilen sâdece Nisâ Sûresi’nin 60. âyet-i kerîmesi değildir. Bu konuda onlarca Mekkî ve Medenî olan âyet-i kerîmeler vardır. Bu âyet-i kerîmeler ve tefsîrleri daha önce geçmişti.

2- Mes’ele sâdece muhâkeme olma mes’elesi değildir. Bu tâğutun -tüm cüzleriyle ve çeşitleriyle- reddedilmesi mes’elesi olup, tevhîdin aslıyla ilgilidir. Yukarıdaki cevâblarda geçtiği üzere tâğutlardan hüküm istenebileceğini söylemek, onlara hâkimiyet yetkisi tanımayı, velâyet vermeyi ve onlara ibâdet etmeyi kabul etmek demektir. Bunun sözle ya da fiille olması arasında fark yoktur. Ehl-i Sünnet imâmları bu sayılanlardan herhangi birine dâhi kesinlikle izin vermedikleri gibi, bunların küfür olduğunda icmâ etmişlerdir.      

3- Herhangi bir şey, Kur’ân ve Sünnet’te îmânın şartlarına dâhil edildikten sonra, o, zamanların veya mekânların, cisimlerin veya sûretlerin değişmiş olmasıyla değişmez. Allâh Subhânehu ve Teâlâ, İslâm’ın hâkim olduğu coğrafyalarda ve de bizim âcizliğimizden dolayı hâkim olamadığı coğrafyalarda da rabb olandır ve tek gerçek ilâh olarak ibâdeti hak edendir.

4- Muhâkeme olmak zikredildiği üzere tevhîd ile alakalıdır. Allâh’ın tevhîd ehli olmak için koyduğu “Her kim tâğutu reddederek Allâh’a îmân ederse” (Bakara: 2/256) şartına itaat ederek Allâh’ı tevhîd eden bir kul, “Allâh,  îmân edenlerin velîsidir” (Bakara: 2/257) kavlince Allâh’ın velâyetini tercih etmiştir. Ve Allâh’u Teâlâ, tüm kullarına “Hüküm vermek yalnızca Allâh’a aittir”(Enâm: 6/57; Yûsuf: 12/40…) buyurarak hükmün yani hâkimiyetin kayıtsız ve şartsız kendisine ait olduğunu bildirmiş ve kendisinden başkalarına da bu hakkın verilmesini yasaklamıştır.

“Allâh’a ve âhirete gerçekten îmân ediyorsanız onu (ihtilâflı olan mes’elenin çözümünü) Allâh’a ve Rasûlü’ne götürün” (Nisâ: 4/59) buyurarak da ihtilâflı mes’elelerin hükmünü Kur’ân ve Sünnet’e döndürmenin yani hükmü onlarda aramanın, Allâh’a ve âhiret gününe îmândan olduğunu beyân etmiştir. Aksi ise İmâm İbn Kesîr’in de söylediği üzere Allâh’a ve âhiret gününe îmân etmemektir. Zîrâ bu, âyette şart olarak zikredilmiştir. İşte bu sebeble: “Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten îmân ettiklerini zannedenleri görmedin mi?”(Nisâ: 4/60) âyetinde geçtiği üzere tâğuttan hüküm almak isteyenlerin, taleb veya arzu edenlerin îmânı yok sayılmıştır. “Oysa onlar onu reddetmekle emrolunmuşlardı” (Nisâ: 4/60) buyruğu bunu teyid ederek tâğuttan hüküm alanların, tâğutu red şartını yerine getirmediklerini, Allâh’a değil de tâğutlara îmân ve ibâdet ettiklerini beyân etmektedir.

5- Nisâ Sûresi’nin 60. âyet-i kerîmesini nüzûl ortamının şartlarına tahsis etmek, ümmetin ittifakla kabul ettiği şu usûl kâidesine delîlsiz muhâlefet etmektir: “İtibar, lafzın umûmî olmasınadır. Sebebin hususî olmasına değildir.”

Âyetin nüzûl yerini ileri sürerek: “Bu âyetin hükmü, Dâru’l-Harb’te geçerli değildir. Zîrâ âyet, Dâru’l-İslâm’da inmiştir” demek ise îmâna ve fıkha aykırı olarak, gayri ilmi konuşmaktır.  

Çünkü beyân olunduğu üzere tâğuta muhâkeme olmak tâğutun reddi, velâyetin kendisi ve tevhîdin aslı ile alakalıdır. Bu sebeble biz -Ehl-i Sünnet olanlar- ümmetin üzerinde ittifak ettiği bu kâideyi uygular, âyet-i kerîmelerin hükmünü indikleri zamana veya ortama hapsetmeyiz. Kim tevhîdin gereği olan tâğutun red şartını hiçe saymak olan tâğuta muhâkeme olma gibi bir ameli ortaya koyarsa, biz o kimsenin, âyetin hükmüne dâhil olduğunu söyler âyetin isbât ettiğini ifâde ederiz.

Sonra bu kâidenin bu mes’elede uygulanmayacağını dile getirerek bu kâideden istisna tutulan bazı âyetleri misâl göstermek, tâğuta muhâkeme olmayı haklı çıkarmadığı gibi, misâl verenin ilminin bu ihtilâfın hakîkatinden âciz kaldığını gösterir. [Misâl olarak: İbn Abbas radıyallâhu anh, “Ettiklerine sevinen ve yapmadıkları şeylerle övülmeyi seven kimselerin, sakın azâbtan kurtulacaklarını sanma. Onlar için elem dolu bir azâb vardır” (Ali İmran: 3/188) âyet-i kerîmesinin umûmîliğini dikkate almadan âyetin Ehl-i Kitâb hakkında inmiş olmasından dolayı âyetin mânâsını hasretmiştir. İmâm Suyutî rahimehullâh, bunu “el-İtkân”da ifâde ettikten sonra şöyle demiştir: “İbn Abbas, âyetin iniş sebebinden daha umûmî olduğunu biliyordu fakat o, lafızla muradın hususî olduğunu açıklamıştır.” Zîrâ İbn Teymiyye’nin de dediği gibi bir âyet lafız yönünden belirli kişileri ifâde ediyor olsa da âyetin haber verdiği övme veya yerme, azâb veya mükâfat aynı durumdaki diğer şahısları da kapsar…” (Bak: Suyutî, el-İtkân fî Ulûmi’l Kur’ân: 1/90 vd.)]  

Bu kâidenin Nisâ Sûresi’nin 60. âyet-i kerîmesi hakkında uygulanmayacağını iddia eden bir kimsenin, bu kâideyi kabul etmeyen birkaç selef imâmımız gibi âyetlerin ahkâmı açısından illetlerini tespit ederek kıyas yolu ile hükme varması gerekir. Ve sonuçta bizim söylediğimizden başkasını söyleyemez. Zîrâ âyetin ihtiva ettiği hükmün illeti bellidir. İster bu kâide kullanılarak, ister kıyas yoluyla: “Âyetin hükmü kimleri kapsar?” sorusuna verilebilecek cevâb: “Kim ki îmânı zan durumuna düşüren tâğuta muhâkeme olmayı isterse” olacaktır. Nitekim âyetlerin bildirdiği cezâ veya mükâfat, emir veya nehiy umûmîdir. Nüzûl sebebini kapsadığı gibi, tüm ümmet için de geçerlidir.

İmam Suyutî rahimehullâh, “el-İtkan” da Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye rahimehullâh’tan şöyle nakleder: “Çoğunlukla bu konuda kullanılan ifâde: ‘Bu âyet, şu konu hakkında indi’ şeklindedir. Özellikle tefsîrlerde şahıs isimleri zikredilerek verilen nüzûl sebebleri ile ilgili sözler böyledir. Misâl olarak selefin ‘zihar âyeti Sabit bin Kays’ın hakkında, kelale âyeti Cabir bin Abdullâh hakkında nâzil olmuştur’, demeleri gibi. Nitekim ‘Onların arasında Allâh’ın indirdiği ile hükmet’ (Mâide: 5/49) âyeti Yahûdîlerden Beni Kurayza ve Beni Nadir kavimleri hakkında nâzil olmuştur. [Kelale âyeti, Nisâ Sûresi’nin 176. âyetidir. Buhârî rahimehullâh der ki: “Kelale, kendine babası veya oğlu tarafından mirasçı olunmayan kimsedir.”

Allâh’u Teâlâ, âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır: 

“Senden fetva istiyorlar. De ki: “Allâh, size ‘kelale’ (babasız ve çocuksuz kimse)nin mirası hakkında hükmünü açıklıyor: Çocuğu olmayan bir kişi ölür de kız kardeşi bulunursa, bıraktığı malın yarısı onundur. Eğer kız kardeşi ölür ve çocuğu da bulunmazsa, erkek kardeş ona varis olur. Eğer kız kardeşler iki iseler, (erkek kardeşin) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer kardeşler erkekli kızlı iseler, o zaman (bir) erkeğe, iki kızın hissesi kadar (pay) vardır. Sapmayasınız diye Allâh size (hükmünü) açıklıyor. Allâh, her şeyi hakkıyla bilendir.”

Zihar âyeti Mücâdele Süresinin 1-4. âyetleridir. Bir kimsenin karısına: “Sen bana anamın sırtı gibisin” diyerek, onu kendisine yasaklamasına denir. 

Allâh’u Teâlâ, şöyle buyurmaktadır: 

“Gerçekten Allâh, eşi konusunda seninle tartışan ve Allâh’a şikâyette bulunan (kadın) ın sözünü işitti. Allâh, aranızda geçen konuşmaları işitiyordu. Şüphesiz Allâh, hakkıyla işiten ve görendir. Sizden kadınlarına ‘zihar’da bulunanlar (bilsinler ki, kadınları) onların anneleri değildir. Anneleri, yalnızca kendilerini doğuranlardır. Şüphesiz onlar, çirkin ve yalan söylemektedirler. Gerçekten Allâh, çok affeden, çok bağışlayandır. Kadınlarına ‘zihar’da bulunanlar, sonra söylediklerinden geri dönenlerin, birbirleriyle temas etmeden önce bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmaları gerekir. İşte size bununla öğüt verilmektedir. Allâh, yaptıklarınızı haber alandır. Ancak buna (imkân) bulamayanlar (için de) birbirleriyle temas etmeden önce, kesintisiz iki ay oruç (yüklenmiştir); buna güç yetiremeyenler altmış yoksulu doyursun. Bu (kolaylık), Allâh’a ve O’nun Rasûlü’ne îmân etmeniz dolayısıyladır. Bunlar, Allâh’ın sınırlarıdır. Kâfirler içinse acı bir azâb vardır.” (Mücâdele: 58/1-4)

Bu âyetler meşhur olan rivâyete göre: Evs bin Samit’in eşi Salebe’nin kızı Havle veya Huveyle hakkında nâzil olmuştur. (Bak: İbn Kesîr, Tefsîru’l Kur’âni’l-Azîm: 8/66 vd.)

Sabit bin Kays ise Tefsir kitâblarında Hucurat Sûresi’nin 2-3. âyetleri hakkında sözkonusu edilmektedir…]

Nakledilen buna benzer: ‘Şu âyet Mekke’de müşriklerden fa­lanca kavim hakkında veya Yahûdî ve Hıristiyanlar hakkında veyahut mü’minlerden bir kısmı hakkında nâzil olmuştur’ şeklinde birçok ifâdeler vardır. Ancak bu ifâdeleri kullananlar âyetteki hükmün sâdece bunlara ait olduğunu, başkalarını ilgilendirmediğini kastetmezler. Çünkü bunu kesinlikle ne bir Müslüman, ne de aklı başında olan bir kimse söyler(!).

İslâm âlimleri her ne kadar belirli bir sebeb için inen âyetin umûmîliği hakkında, nüzûl sebebine tahsis edilip edilmeyeceği hakkında ihtilâf etseler de hiçbiri: ‘Kur’ân ve Sünnet’in umûmîliği belirli bir kişiye tahsis edilir’ dememişlerdir. Onların söylediklerinden maksad şudur: ‘Bu âyet veya hadîs, bu şahıs gibilere has olup, bu şahsın durumunda olanları da kapsayıcıdır. Ancak bunlarda lafız itibariyle bir genellik yoktur.’ Dolayısıyla, belli bir sebeble gelen bir âyet, emir veya nehiy ifâde ediyorsa, hem ilgili o şahsı, hem de aynı durumdaki diğer şahısları da kapsar. Eğer bir övme veya yerme ifâde ediyorsa, yine hem ilgili şahsı, hem de aynı durumdaki diğer şahısları da kapsar.” [Suyutî, el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân: 1/90-91.]

Anlaşıldığı üzere: “Sebebin hususîliğine itibar edilir” diyenler, bunu: “Âyetin hükmü kimin hakkında indiyse ona hastır, başkalarını ilgilendirmez” şeklinde söylemediler. Onların söylediği şey şudur: “Âyetin hükmü hem onları, hem de nüzûle sebeb teşkil etmeyen kimseleri de kapsar.”

Ancak cumhura göre âyetin bizzat kendisi, nüzûl sebebi dışındaki kimseleri kapsıyorken, “sebebin hususîliğine itibar edilir” diyenlere göre ise nüzûl sebebi dışındaki kimseler âyetin hükmü­ne kıyas veya başka bir nass ile girer. Sonuç olarak âyette mükâfat veya cezâ, emir veya nehy varsa yani hüküm varsa bu hüküm genel olarak herkesi bağlayıcıdır. Aksini iddia etmek, Kur’ân ve Sünnet’in hükümleri, belirli kimseler dışındakileri ilgilendirmez demektir. Misâl olarak:

Allâh’u Teâlâ, şöyle buyurmaktadır: 

“Kim Allâh’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar, kâfirlerin ta kendileridir.” (Mâide: 5/44)

Âyet-i kerîmesi, bilindiği üzere Medine’de ve Yahûdîler hakkında inmiştir. Lafza îtibar eden İslâm ulemâsı, bu âyetteki: “Kim” lafzının kapsayıcılık açısından umum ifâde ettiğinden ve de ayetin delâlet ettiği açık mânâdan ötürü: “Her kim Allâh’ ın indirdikleriyle hükmetmezse kâfir olur” dediler. Sebebe itibar eden İslâm uleması ise: Yahûdîler hakkında inmiş olan bu ayette onları kâfir kılan sebebin Allâh’ın indirdiği yasalardan başkasıyla hükmetmek olduğunu tespit ederek: “Yahûdîleri kâfir kılan sebebi her kim işlerse ona da Yahûdîlere uygulanan hüküm uygulanır ve kâfir kabul edilir” dediler. Yoksa “bu âyet, Medine de Yahûdîler hakkında indi, Müslümanları bağlamaz” yahut “Dâru’l-Harb’de bu hüküm uygulanmaz” demediler.

Sonra Nisâ Sûresi’nin 60. âyet-i kerîmesinin nüzûl ortamına binâen: “Bu âyet, Dâru’l-İslâm’da geçerlidir” iddiasının, aynı şekilde Medine’de Yahûdîler hakkında inen Mâide Sûresi’ nin 44. âyet-i kerîmesi hakkında da geçerli olması gerekir ve iddiaya göre şöyle denir: 

“Bu âyet, Yahûdîler hakkında indiğinden, Müslümanları ilgilendirmez.” Veya: “Bu âyet, Medine’de inmiştir. Bu sebeble Dâru’l-Harb’te âyetin hükmü kapsayıcılığını yitirir. Allâh’ın kanun ve yasalarını çiğneyen ve hiçe sayan kimseler, bunu Dâru’l-İslâm’da yaparlarsa kâfir olurken, Dâru’l-Harb’te yaparlarsa kâfir olmazlar…”

Görüldüğü üzere bu kanaât ve bakış açısıyla ne kadar vahîm bir durum ortaya çıkmaktadır. Hâlbuki ümmetin imâmları, -tâğuti sistemlerde olduğu gibi- Allâh’ın yasalarını bir kenara bırakarak ondan başkası ile hükmedenlerin kâfirliği hakkında icmâ etmiştir.

Sonuç olarak Nisâ Sûresi’nin 60. âyet-i kerîmesini ellerinde hiçbir tahsis edici delîl olmamasına rağmen âyetin hükmünü Dâru’l-İslâm’a has kılarak Allâh’ın hâkimiyetini oralara hapsedenler ve İslâm’ın egemen olmadığı yerlerde tâğutlara müracaat ederek onlardan hüküm talebi ile tâğutlara ibâdeti câizleştirenler, yapmış oldukları bu bâtıl te’vîl veya tefsîrden dönmedikleri sürüce îmân iddialarında zan sâhibi olan kimselerdir.

Hâtime:

Hamd âlemlerin rabbi olan Allâh’a mahsustur. Salât ve selâm yaratılmışların en hayırlısı Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in, âlinin ve ashabının üzerine olsun.

Yardım ve başarı, izzet ve şeref Allâh’tandır.

O, her şeyin en iyisini bilendir.

Muvahhid Kullara Selâm Olsun.

KAYNAK :

Abdullâh Saîd el-Müderris


( Tâğuta Muhâkeme Olmayı İstiyorlar (20. Soru) başlıklı yazı Polat Akyol tarafından 17.04.2020 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.