M. NİHAT MALKOÇ


            Çağın efendileri insanı tek taraflı düşünerek en büyük hatayı yaptılar. Oysa insanın maddî yanından çok, manevî yanı buhranlara zemin hazırladı. Maddî yönümüzü mamur edenler, nedense iç dünyamıza nazar eylemdiler; orasını yok farz ettiler. Neticede bugünkü dehşetli manzara çıktı ortaya. Bu dehşetli ifadesini öylesine kullanmıyorum. Dehşetlinin kelime anlamı “korku ve ürküntü veren” demektir. Bu çağ ürkütüyor beni…

 

            Sizleri bilmem ama bu gidişat beni korkutuyor. Kim ne derse desin günümüz Türkiyesinin, hatta bütün dünyanın en büyük meselesi maneviyat açlığıdır. Sofralarımız onca yiyecekle dolu olsa da açız aç… Bu açlık dışımıza zuhur ediyor. Bedenimizi sarıp sarmalamış, adeta kangrene dönüştürmüş. Her tarafımız sinyal veriyor. İçimizden yükselen çığlıkları sağır sultan duydu da bir biz hâlâ duyamadık.

 

            Milletleri ayakta tutan millî ve manevî değerleridir. Bunları yaşamayan ve yaşatmayan hiçbir millet ayakta duramaz; ayakta dursalar da gerçekte onlara diri denilemez. Onlar için ‘yaşayan ölü’ tabirini kullanmak hiç de yanlış olmasa gerek.

 

            Tarihe baktığımızda yükseliş ve çöküşlerin direkt manevi dünyamızla alâkalı olduğunu görürüz. Hakikatte hiçbir devlet fakirlik yüzünden batmamıştır. Zahirde öyle görünse de gerçekte öyle değildir. Devletler ve milletler, değerlerinden uzaklaştığı için yok olup gitmişlerdir. Hatta çok öncelere gidersek ahlâksızlık yüzünden batan tarihî şehirlerin olduğunu görürüz.  Sodom ve Gomore bunlardan birkaçıdır. Bu durum bıçağın kemiğe dayandığı son noktadır. İlâhî gazabın tecellisidir. Tükenmişliğin resmidir.

 

Para kazanılır, kaybedilir. Makamlar da gelip geçicidir. Fakat kalıcı olan, iç dünyamızı diri tutan manevî cephemizdir. Cephe boş kalınca savaş kaybedilir. İşte öyle de ruh yönümüz ihmal edilince gelecekte onulmaz yaralar açılabilir. Günümüzde bunun canlı örneklerini görüyoruz. Gençlerin canlı cenazeler misali gayesiz bir hâlde dolaşıp zaman öldürmeleri, her geçen gün bataklığa biraz daha saplanmaları bizi kahrediyor.

 

Beni en çok üzen şey, gençlerimizin henüz ilahî nizamla rabıtalı bir yol tutamamış olmasıdır. Bunda biz ebeveynlerin sorumluluğu da az değildir. Onlara ne verdik ki, ne bekliyoruz onlardan. Yedirip içirmeyi ve donatıp giydirmeyi yeterli gördük bugüne kadar…. Onlara dinî terbiye ver(e)medik. Eşya boşluk kabul etmez. Bizim bıraktığımız bu boşluğu birileri sapık inançlarla doldurmaya çalıştı.

 

Geçmiş yıllarda ülke gündemimize oturan satanizm hadisesi, bu boşluğun art niyetli toplum mühendislerince doldurulmaya çalışıldığını gösterdi. Bu, basına yansıyanlardan sadece birisiydi. Ortalıkta o kadar çok batıl ve sapık mezhep dolaşıyor ki bilemezsiniz. Vicdan hırsızları, gençliğin imanını çalmak için köşe başlarını tutmuş. Durum bu iken bizler ne yapıyoruz? Ne yapacağız, oturup seyrediyoruz veya elimizin, ayağımızın bağlı olduğunu zannedip yakınıyoruz.  Atalet damarlarımızı çepeçevre sarmış. Yakınmayı marifet addediyoruz. Birbirimize yardım edecek yerde, birbirimizin ayağını kaydırmaya uğraşıyoruz. Oysa Peygamber Efendimiz, Müslümanların birbirinin eksiklerini giderme hususunda yekvücut olmalarını istiyor. Bu mevzuda şöyle buyuruyor:

 

“Kim bir müminin dünya üzüntülerinden birini giderip rahata kavuşturursa, Allah da onun kıyamet üzüntülerinden birini gidererek onu rahata kavuşturur. Kim darda kalmışa kolaylık gösterirse Allah da dünya ve ahrette ona kolaylık gösterir. Kim bir müslümanın ayıbını örterse, Allah da onun dünya ve ahrette ayıbını örterek muhafaza buyurur. Kul kardeşinin yardımında bulunduğu müddetçe Allah Teâlâ o kulun yardımındadır.”

 

En büyük handikaplarımızdan birisi de aydınlarımızın topluma yabancılaşmasıdır. Bu ülkede fikir mühendisliğine soyunmuş kişilerin çoğu, ilhamını yabancı kaynaklardan alıyor. Kendini aydınlatmaktan aciz olan bu sönük fenerler, toplumun değerleriyle çelişiyorlar, hatta çok kere işi çatışma noktasına getiriyorlar. Bazıları bunu şuurlu olarak yapıyor. Karınlarını doyuran ağabeyleri öyle buyurduğu için bu vazifeyi adeta ibadet aşkıyla yerine getiriyorlar. Bunlara hain demekte bir beis görmüyorum. Fakat bazıları da ahmaklığından böyle yapıyor. Yeterli bilgi ve görgü donanımına sahip olmadıkları için hataya düşüyorlar. Onlara da acıyorum. Bu iki kesimin ideal model olarak ortaya çıkması genç zihinleri bulandırıyor; cepheleşme doğuruyor. Bu da iç çatışmaların doğmasına zemin hazırlıyor. Kaybolan zaman aleyhimize işliyor. Biz hâlâ gerilerden geliyoruz.

 

Yabancı vakıfların verdiği burslara ve açtıkları okullara hep şüpheyle bakmışımdır. Bu ülkede açılan yabancı okulların çoğunun misyonerlik yaptığını bilmeyen yoktur. Bugün sayıları binlerle ifade edilen ve her geçen gün mantar gibi çoğalan bu okullar, millî birliğimize ve huzurumuza zarar veriyorlar. Bu okulların sıkı kontrol altında tutulması gerekir. Bizler gerçekten pozitif ilim veren yabancı okullara karşı değiliz. Karşı olduğumuz şey bazı yabancı okulların adeta kilise gibi çalışıp gençlerimizin inanına talip olmalarıdır. Buna göz yumamayız. Duyarlı insanlar olarak kardeşlerimizin ferc ferc cehenneme akmasına müsaade edemeyiz. Bir kişiyi cehennem çukuruna düşmekten kurtarabilirsek bu bizim için en büyük bahtiyarlıktır. İşini adam gibi yapan ve bu ülkeye ilim adamı yetiştiren yabancı okullara söyleyecek sözümüz yok. Onlara teşekkür etmek boynumuzun borcudur. Fakat bunların sayısı ne kadardır? Bir elin parmakları kadar desem!...

 

Bu ülkede misyonerlik almış başını gidiyor. Kilisesinden havrasına, turistinden papazına kadar herkes misyonerlik yapıyor. Biz onların gerçek kimliğini bilemiyoruz çoğu zaman. Hemen hepsi gerçek kimliğini değişik süslerle kapatıyor. Bu memlekette her gün yüzlerce İncil dağıtılıyor. Bunlar yaşanırken bizler hiçbir şey olmamış gibi rahat uyuyamayız. Bizim vakıf ve derneklerimiz niçin hak din olan İslâm’ı fakir ruhlara şifa diye sunmuyor? Çok hayırlı hizmetler yapan vakıf ve derneklerimiz de var. Onlara şükranlarımızı sunuyoruz. Fakat tebliğ halkasını daha geniş tutmalıyız. Hangi birimiz gece sıcak yatağına yattığı zaman “Bugün Allah için ne yaptın?” sualini vicdanına yöneltiyor? Cevabın menfi olacağından korktuğumuz için mi bundan çekiniyoruz? Hataları görmemek onların yokluğuna delil değil.

 

Zamanımızda iman hakikatleri gündemimizden düşmüş. Günlük meselelerle vakit öldürüyoruz. İncir çekirdeğini doldurmayacak mevzuları allayıp pullayarak günlerce konuşuyoruz. Lâf-ı güzafla kıymetli ömrümüzü zayi ediyoruz. Namaz konusunda bir arpa boyu yol alabilmiş değiliz. Cuma namazını kılmanın bizi kurtaracağını sanıyoruz. Vakit namazlarını kılanları ‘molla’ makamına oturtuyoruz. Ezanlar karanlığa okunuyor? Hangi birimiz gecenin ağaran vaktinde kalkıp saba makamında okunan sabah ezanını dinleyip nefsini sorguluyor? Ezanlar yıllardan beri üstümüze okunuyor. Güneşin doğuşunu kaçımız seyredebiliyor? Sabah namazının hikmetinden ve sırrından ne kadar da uzağız.

 

Gece yarılarına kadar televizyon başında oturup öğleye doğru kalkıyoruz. Adeta geceyle gündüzü ters çevirip öylece yaşıyoruz. Evlerimizin başköşesine kurduğumuz şer kutusu, imanımızı hançerlerken hiç de acı hissetmiyoruz. Narkozun etkisi hâlâ devam ediyor. Narkozdan kurtulduğumuzda vakit çok geç olacak. Oysa yapılması gerekenler bellidir. Resulullah iyi bir Müslümanın nasıl olması gerektiğini şöyle açıklıyor:

 

“Birbirinize haset etmeyin. Alışverişte birbirinizi aldatmayın. Almayacağınız malın fiyatını-müşteriyi zarara sokmak maksadıyla- artırmayın. Birbirinize kin tutmayın. Dargın durmayın. Pazarlığı bitmiş olan bir alışverişi bozmayın. Ey Allah’ın kulları kardeş olun. Müslüman; Müslümanın kardeşidir; ona zulmetmez, darda kalmış ise kendi haline bırakmaz, yalan söyleyip aldatmaz. Onu küçük görüp hareket etmez.(Peygamberimiz göğsünü işaret ederek) Takva, yani Allah korkusu, Allah’a karşı saygı duygusu buradadır. Bir kişiye, mümin kardeşini hor görerek hakarette bulunması günah olarak yeter. Müslümanın her şeyi; kanı, malı ve namusu diğer Müslüman’a haramdır.(Buhari)

 

Dünya maddî bir açılıma giderken manevi darboğazı da beraberinde yaşıyor. Manevî buhranlardan kurtuluşun tek yolu Kur’an’a ve sünnete sarılmaktır. Dünyada yaşanan buhran boyutundaki sıkıntıların tek ilacı bunlardır. Dünya gül devrine ve gül devrimine muhtaç görülüyor. Bu devrim yüreklerden başlayacak. Evvelâ kalplerimizin pası silinecek. Fakat bu ancak Allah’ı zikretmekle mümkündür. Zikir kalplerin kirini ve pasını silen manevî bir zımparadır. Kirler döküldükten sonra kalbin içini ve dışını salih amellerle boyamak gerekir.

 

            Onulmaz gibi görülen manevî yaralarımız Resulullah’ın manevî reçeteleriyle iyileşebilir. Fakat hasta da iyileşmeyi istemelidir. Meselelerimizin çoğu, iç dünyamızın tarûmar olmasıyla ilgili olduğu için tedavisi de psikolojiktir. Bu yaralar dıştan görülmeseler de içten içe bünyeyi kemirirler. Kalpler kararmaya görsün, bir noktadan sonra aydınlatmak mümkün olmayabilir. O raddeye gelmeden iç dünyamızı mamur etmenin yollarını aramalıyız. Aslında bu sanıldığı kadar zor değildir. Çünkü Allah, kulunu cehennem ateşinden kurtarıp cennetine koymak için vesileler arıyor. Yeter ki kul iman üzere yaşamak için bir adım atsın… İkinci adım için kendini daha istekli ve rahat hissedecektir. Çünkü sevap kazanma yolları günahlara nazaran daha çoktur. Günah bir yazılır, sevaplar kat kat… Ebu Hüreyre’den rivayet edilen şu hadisteki müjdelere bir göz atalım da bu güzel hakikati idrak edelim:

 

“İnsanın vücudundaki kemiklerin birbirine her eklendiği yer karşılığında her gün bir sadaka borcu vardır. İnsan iki kimse arasında adaletle hükmeder bu bir sadaka olur. Hayvanına binmek üzere olan bir kişiye yardım eder yahut yerdeki eşyasını kaldırıp verir bu bir sadaka olur. Güzel söz de bir sadakadır. Namaza gitmek üzere attığı her adımı bile bir sadaka sevabı getirir. Yoldan eziyet veren bir engeli kaldırır o da bir sadaka olur.”

 

Manevî kalkınmanın esasını ahlak teşkil eder. Nuranî ahlaka sahip olmadıkça kurtuluş için çırpınmamız beyhûdedir. Zira çırpındıkça daha da batarız. Teknolojik gelişmeyle manevî kalkınmayı dengede tutamazsak sıkıntılar baş gösterir. Muvazeneyi sağlamak ve o doğrultuda yaşamak lâzımdır. Herkesin bir mefkûresi olmalı ve ona ulaşmak için gayret sarfetmelidir. Müslümanlığı kimlik olarak kabul etmiş kimselerin de mefkûresi İslâm ülküsünü yaşamak ve yaşatmaktır. Bu uğurda her engeli aşmayı zevk hâline getirmek gerekir.

 

Mümin istikamet üzere yaşar. İstikamet sözde, işte, düşüncede doğru ve dürüst olmak demektir. İstikametten uzaklaşan şeytana yaklaşır. Oysa Allah bize doğru yolu da, sapık fırkaları da apaçık göstermiştir. Yüce Rabbimiz bununla ilgili olarak şöyle buyuruyor: “Ey Âdemoğulları, ben size and vermedim mi ki: Şeytana kulluk etmeyin, çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır… Bana kulluk edin, doğru yol budur.”(Yasin S. 60–61. Ayetler)

 

Günümüzde büyük bir güven bunalımı yaşanıyor. İnsanlar arasında emniyet kalmamış. Kimse kimseye güvenmiyor. Herkes karşısındakini potansiyel suçlu ve düşman olarak görüyor. Fırsat bulanlar, en yakınındakileri kandırmaktan hicap duymuyor. İslâmî değerlerden uzaklaştıkça ve dünyanın geçici süslerine bağlandıkça yaratılış gayemizden uzaklaşıyoruz. Kimin doğru, kimin yanlış söylediği belli değil. Bu feci manzara karşısında yüce Allah imdadımıza yetişerek şöyle buyuruyor: “ Allah’a çağıran, salih amelde bulunan ve: ‘Gerçekten ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kimdir?”(Fussilet S. 33. Ayet)

 

Basiretli Müslümanlar küfür ehlinin oyunlarına gelmez. Çünkü inancının doğruluğundan emindir. Bugünkü kitaplar içerisinde tahrif edilmemiş olan sadece Kur’an-ı Kerim’dir. Kim ne derse desin, mühim olan Kur’an’ın dediğidir. Küfür ehli karşısında zelil ve rezil olmaktan sakınmak gerekir. Teslis inancı içerisinde hatalar zincirine takılıp kalan ve inançlarını oyuncak hâline çevirenlerin yüzüne Allah’ın şu ifadeleri tokat gibi inmektedir: “Onlar, dinlerini bir eğlence ve oyun (konusu) edinmişlerdi ve dünya hayatı onları aldatmıştı. Onlar, bu günleriyle karşılaşmayı unuttukları ve bizim ayetlerimizi ‘yok sayarak tanımadıkları’ gibi, biz de bugün onları unutacağız.”(Araf S. 51. Ayet)

 

Günümüz insanı pek çok sapık mezhebin ve dünya görüşünün içerisinde yaşama mücadelesi veriyor. Bu hizipleşme gençlerimizi tehdit ediyor. Kitle iletişim araçları gece gün demeden evlerimize kadar girip şer pompalıyor. Ezberinde Fatiha suresi bile olmayanların belleğinde nice lüzumsuz bilgiler saklı… Şarkı sözleri, magazin haberleri, futbol yıldızları; daha bilmem neler… Çöplüğe dönmüş hafızalarımız.

 

Kendimize çekidüzen verme konusunda yine de geç kalmış sayılmayız. Can çıkana dek tövbe kapısı açıktır. Fakat bilinmelidir ki ömrün ahirinde edilen tövbe kabul olsa da, muteber değildir. Gelin canlar nasuh tövbesiyle yeniden doğmuş gibi olalım. Hemen şimdi…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

( Manevî Buhranlar Ve Geleceğimiz başlıklı yazı M.Nihat Malkoç tarafından 26.01.2020 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.