Çarşının ortasında yüzü Anadolu toprağı gibi acıdan katmer katmer
olmuş, gözleri 24 saat yağmurlu ve sözleri yaralı mı yaralı bir adam uluorta
haykırıyordu gelen geçene: “Aklın ve kalbin recmedildiği bir çağda, zalime
topuk basıp selam çakmak ve zulmün eteğine tutunmak ne hazin ki alkışı hak
ediyor! Bu topluluk ölü bir topluluk! Sessizliği marifet sayan, etrafındaki ölüm
saçan makinelere köle olan, imanı sol yanında ameliyatla aldıran ve boş bir
kalp ile yaşayan sürülerin sürüsü! İnsanlık öldürülüyor. Sen, katili tanıyor ve
görüyorsun. Neden kör duruyorsun ve niçin lal kesiliyorsun? Kral çıplak ve
katil demek çok mu zor?”
Onun bu kalbi feryadı ve kararlı ses tonu etrafına insanları toplamaya
başlamıştı. Herkes derdi olan bu adama doğru dönüyor ve uzakta olanlar ona
doğru yürüyordu.
“Ey susmuşluğun zirvesine
kurulmuş, her türlü haksızlığa seyirci kalmış, bir nevi zulmün saltanatına yüz
sürmüş, biçare ve sefil insanlık, leş misin? Hüznün dergâhında insanlık yas
tutuyor.
Karalar bağlamış babalar yavruları için, zılgıtlar
çekiyor analar bebeleri için. Yok mu bu kara bahtını beyaz çevirecek olan? Mesih,
nerede kaldı vakit tamam değil mi?”
Sanki her bir insanı yakasından
tutup da sarsıyordu. Uyuyan kalpleri uyandırmak için gözlerinin ta içine fener
tutuyordu. Bir kova suyu başından boca ediyordu insanlığın adeta. Kim bilir
belki de yerini yurdunu kaybetmiştir bir bombalama sonucu. Canını cananını kurban
vermiştir.
“Petrole boyanmış ölü canlar, yıkıma
uğramış minareler. Binler değil on binler, on binler değil yüz binler
katlediliyor bir tetikle. İri, sarkık ve çürümüş simsiyah bir dudağın emriyle…
Tarafın nere ey insanlık? Ve sen neden haklının yanında durmuyorsun? Rengin
neden doğrudan taraf değil yoksa sen hakkı yok mu sayıyorsun? Kendi cennetin
için âlemi cehenneme mi satıyorsun?”
Usta mı usta bir okçu gibi hedefinin kalbine isabet ettiriyordu söz
okunu. Değme hatiplere taş çıkartıyordu. Künyesinde belki de hakiki Müslüman yazıyordu.
Belki de öz insandı.
“Kirli okyanusunuzu alın da
başınıza çalın! Kana bulanmış toprağınız yarılsın da içine girin! Bize bir
karış toprak kâfidir teyemmüm için. Cehennem dolusu ateşiniz de çatır çatır
yanın! Bize bir kıvılcım kâfidir ayaklanmak için!”
-
Modern
çağın mürşidi olsa gerek, dedi birisi onun için.
-
Yok yok
meczubun ta kendisi, dedi bir diğeri. Kalabalık akıl yürütmeye çalışıyordu
onun hakkında.
-
Çocuğunu
kaybetmiştir belki de savaşta. Bir babanın yanık yüreği saklı sesinde. dedi
biri.
-
Son
derece düzgün konuşuyor, olsa olsa kafayı okumaktan yemiş bir yarı deli, dediler
en
sonunda. Kimse
anlamadı onun ümmetin ve insanlığın derdi ile hemhal olan bir garip derviş
olduğunu. Elindeki asa, başındaki sarık, dilindeki kelam ve kalbindeki iman ile
tam donanımlı derdi olan bir “insan-ı kâmil”
olduğunu.
Kim Mecusi, kim Hristiyan, kim Müslüman, kim Yahudi ne önemi vardı ki? Kim
sağ, kim sol ne anlam ifade ediyordu ki? Yaşadığımız dünya kim dar geliyordu
ki? Kanayan insanlığa işaret ediyordu. Ortak acılarına insanlığın, gözyaşlarına…
“Cennette ekmek var mı, varsa
ölelim çarçabuk o zaman diyen yavru! Bu dünyanın açlığı senin suçun değil! Çocukları
vurmazlar ötelerde değil mi diyen yavru! Bu dünyada çocukları vuranlar insan
değil!”
İnsanlığın kalbine şiş batırıyordu adeta, kanayan yerini eşiyordu
sözleriyle.
“Hayvanların dahi payına düşeni
aldığı zulüm dünyasında iyiler neden ayaklanmaz ve taraf olmaz! Birler neden on
olmaz, onlar neden yüze olmaz! Zulmün sayısı ve rengi hep belidir. İyilerin rengi
ve sayısı neden bilinmez! Kadınların tecavüze uğradığı, bir mal gibi alınıp
satıldığı, çocukların tacize ve istismara maruz kaldığı bir dünyada hiçbir şey
olmamış gibi oturmak; insan olana ve insan kalabilene göre bir durum
değil! Oturduğun miskinler tekkesinden
sıyrıl, ayağa kalk, cenk meydanına çık ve zalimin böğrüne birlik mızrağını sok!
Belki de ruhunu kurtarmış olursun bu yalan ve cehenneme dönmüş dünyada!”
Herkes olduğu yerde donup kalmıştı. Bir yaz yağmuruydu onları ıslatıp
geçen sanki. Bir bahar rüzgârıydı ruhlarını sert eliyle okşayan. Bir hayaldi
görünen… Onları uçurumun kıyısına getiren ve onları uçuruma iten bir kocaman
eldi belki de.
“ Yüküm insanlıktır, derdim
insandır. Üniformaya tavrım var, ,silaha, siyasete… Bakmam rengine, dinine,
diline insanın… Bu dünyada varsa her türlü saygıyı hak ediyordur nazarımda.”
Diyerek etrafın saran kalabalığı yarıp uzaklaşmaya başladı. Herkes taş
kesilmiş gibi duruyordu. “Yüküm insanlıktır,
derdim insandır.” diyordu uzaklardan hayal meyal bir ses.