Orada öylece durmuş sabit bir noktaya bakıyordu. Boş ve manasızdı bakışları. Kurumuş bir dal, çürümüş bir mavi, eskimiş bir yaşama benziyordu. Üstü başı gayet düzgündü, saçı sakalı tıraşlıydı. Potinleri boyalıydı. Ya bakışları! Hüzün hokkasına bandırılmış divit gibiydi. Acılar denizin dalmış, ufkun en karanlık noktasına odaklanmıştı. Kim bilir neler geçiyordu aklında? Kim geçiyordu? Tanıyordum bu gölgeyi. Biliyordum bu yalnızlığın zirvesini.

Baktığı her yer un ufak olurdu eminim. Mesela güneşe baksa güneş kararırdı. Yıldızlara baksa yıldızlar düşerdi olgunlaşmış bir meyvenin dalından düşmesi gibi. Cana baksa can çıkardı, Azrail’i olurdu o canın. Bir hüzün dağı infilak ediyor sanırsınız, bir dip dalga gelip kıyılarınıza vuruyor hissedersiniz ve içten içe kanayan bir ruh, yanardağ gibi hüznünü püskürtüyor görürsünüz.

Okumasını bilseydiniz eğer onun her satırının hüzünle yazılmış olduğunu çok iyi görürdünüz. Süsü cildinin altında her satırının kahırla gözyaşıyla kâğıda kazındığını okuyacaktınız.

Belli ki çok sevmişti. Ve sevdiği şiddette sevilmemişti. Adım attığı her yer çöle dönüyordu. Dokunduğu her dal kuruyordu, çiçek soluyordu. Yaşama dair her türlü belirti onunla yerini ölüme terk ediyordu. Onun yalnızlıkla donanmış hava dalgası sarıyordu gittiği her yeri. Soğuk ve yalnızlık dolu bir dalga… Hüzünle karışık gözyaşları…

Omuzuna dokundum. Fark etmedi. Aklına girdim bana mısın demedi. Kalbine değdim, atmadı bile. Nasıl kapatır bir insan kendisini böyle. Mahpushane kapısı gibi kırk kilit vurmuş üstüne. Hapis içinde hapis… Kendisini hapsetmişti, içinde de sevdiği kadın vardı. Bir mahpushane içinde başka bir mahpushane... Zindan içinde zindan…

Göğü almışlar üzerinden, maviliği. Siyahı çekmişler boydan boya ruhuna. Onun karanlığı gecenin karanlığından daha koyudur acıları gibi. Ziftten beter bir hüznü sürünmüş koku diye. Rabbim yok mu bu biçarenin kurtuluşu? Şifası yok mu?

Kaderiyle baş başaydı yok yok kederiyle…  Ömrünü bir örümcek ağı gibi ilmek ilmek sarmıştı keder! Bir cana bu kadar mı yakışırdı? Bu kadar mı şık dururdu yüzünde? Hüznün Yusuf’uydu nazarımda, yalnızlığın Mecnun’u, terkin Ferhat’ı. Kocaman ayrılık dağı vardı önünde.

Onu böyle görünce tuhaf olmuştum. Bizdeki de dert mi diye sormuştum kendime? Canını hiç eden var aşkı uğruna? Yok sayan kendisini… Ruhunu dünya âleme kapatan var.

Hafif bir rüzgâr esiyordu. Simsiyah saçları dalgalanıyordu. Hüzün kokusu yayılıyordu ılgıt ılgıt. Canımın içi kirpiklerini yumdu.  Sanırsınız ki askerler mızraklarını indirdi. Dudağının sağ yanına acı bir tebessüm kondurdu. Belki de hayalini görüyordu sevdiğinin. Yokluğunda dahi böylesine tıka basa seviyorsa bir kadını bu adam, varlığında nasıl severdi acaba? diye düşünmeden edemedim. Bir denize girercesine yürüyordu, boğulurcasına. Bir dağa tırmanırcasına yürüyordu, kanarcasına. Aşka bu denli giriftar olan her cana azami saygım vardı. Kendilerinden başka hiçbir cana zararları olmazdı.

Tek bir çiçeğe sevdalanırlardı, tek bir yıldıza ulaşmaya çalışırlardı. Akla karanın içinde karayı seçerlerdi. Kolaya değil zora talip olabilirlerdi. Ve o yola revan olurlardı. Ne bir diken bir, ne bir çakıl taşı, ne bir cam kırığı onları bu yolda yalınayak da olsa alıkoyamazdı.

-          Ey münzevi! Seni bu denli harap eden nedir? Yahut seni derde salan afet kimdir? diye

seslendim. Sırf insani bir hisle… Üzerime vazife değildi ama onun bu hali beni perişan eylemişti.  Onun kadar sağır olanı var mıdır yeryüzünde? Sanmıyorum. Belki de duydu tek bir ses vardı. Açık olduğu…  Onun kadar kör olanını da görmedim inanın. Belki de tek bir gördüğü vardır. Bakmaya doyamadığı… Sevdiğini o kadar büyütmüş ki içinde inanın ne başkasının sesine bir yer vardı onda ne de görüntüsüne.

                Bir rüzgâr gibi esip gitti. Bir kuş gibi uçup gitti. Rabbim ne canlar var böylesine hüzünle dolu.  Ne adamlar var bu dünyayı sürgün bilen… Ne insanlar var aşkı kaderleri diye bilen ve yaşayan...

                Onların şükrü de çektikleri çiledir, içine düştükleri aşktır, kayboldukları yalnızlıklarıdır. Hazreti Eyüp sabrıyla aşk yaralarını büyük bir iştiyakla kabullenmekte ve asla şikâyet etmemektedirler.  İçim dolmuştu. Gözlerim, sözlerim…

-Ey münzevi! Aşkın açık olsun. dedim. Rabbim yardımcın olsun. Ona duadan başka da yardımım olmayacaktı bunu biliyordum. Ve bunu hak ettiğini düşünüyordum.  Elimde onun içine gelen başka bir şey yoktu bende şairin dediği gibi yüreğimden verdi.

( Hüznün Yusufu başlıklı yazı GürhanGürses tarafından 16.02.2019 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu