Akşam olmuştu. Emre barakasında tek başınaydı. Bu gün yazdığı güncesini bilgisayarına geçirmeye başladı. Güncesinde hem Çuki ile olan rabıtasını hem kazılar esnasındaki ve Ayşe hakkındaki, onun Murat ile Nevşehir’e gidişini yazıyordu.

“Acaba yanlış mı yaptım stajyerlerle geri dönmeyip. Bir başı boşverlik mi yaşıyorum?” diye söylendi.

Dışarıda bir araba sesi duydu. Yerinden kalkıp konteynerin kapısını açtı. Dışarıya baktı. Arabadan inenleri karanlık içindeki siluetleri seçmeye çalıştı. Gelenler Murat ve Ayşe’ydi. Nevşehir’e gidişleri Ayşe’ye yaramıştı. Giysileri değişmiş, süslü püslü vaziyetteydi.

Emre’nin bilmediği bir şeyler mi vardı. Emre Ayşe’nin cinsel azgınlığını hesap edebiliyordu. Murat’ı baştan çıkartıp karşılığında kendisine üst baş almış ve cilt bakımını yaptırmış olabilirdi. Yine de iftira denebilecek bu yakıştırmadan Emre ar etti.

Kadıncağız evli değildi. İstediği gibi yaşayabilirdi. Emre düşüncelerinin ne kadar doğruya yakın bulsa da iffet denen şeyi kadınların üzerinde düşünmek her zaman yeğlediği şeydi.

Bilgisayarına geçirdiği güncelerin sonuna geldi. Yazısını bitirip dosyayı kapattı. Şimdi eskisinden daha sakin ve huzurluydu. Sessizlik ve yalnızlık bunu sağlıyordu. Rabıta yapmak istedi. Gözlerini kapattı. Transa geçti.

Emre bu sefer hiç ummadığı şeylerle karşılaştı. Klanının nüfusu artmıştı. Aralarında yabancı dişiler gördü. “Çuki sen ne yaptın böyle?” diye içinden söylendi. Sonra Çuki’nin avcılarla çorak arazide yürüdüğünü gördü. “Galiba av peşindeler.” Diye düşündü.

Sonra esas rabıtaya geçti. Çuki’nin kalbinden kendi kalbine çay renginde kırmızı nurun aktığını düşünmeye başladı. Emre bir neandertal tarafından irşat yaşıyordu. Çuki’’nin vahşi doğasını, acılarını, sevinçlerin, heveslerini bir bir kalbine akıtıyordu. Az sonra rabıtasını bitirdi. Saatine baktı. On beş dakikadır transta olduğunu gördü.

Uyumak için henüz erkendi. Barakadan çıktı. Önündeki sandalyeye oturdu. O sıra cep telefonu çaldı. Arayan Emre’nin babasıydı. “Alo oğlum. Nasılsın iyi misin. Ne zaman buraya geleceksin. Tatil başlamadı mı?” dedi babası.

Emre “Baba şu an stajdayım. Arkadaşlarım kısa süre önce üniversiteye döndü. Diploma almama az bir zaman kaldı. Arkadaşlarım gibi stajımı yarım bırakmak istemedim. Dedi. Sonra sordu. Baba orada Abacılı’da beni tanıyanlardan soranlar oluyor mu?”

Emre’nin babası “Arayanlar olmaz mı hiç. Seni komşularımız merak ediyor hep. Bende gerekli bilgileri veriyorum.”

Emre “Bir de baba sen İskenderun’a hep servisle mi gidip geliyorsun. Kendine motor almaktan bahsediyordun. İşe onunla gidip gelmeyi istiyordun. Aldın mı motorunu?”

Emre’nin babası “Aldım motoru oğlum. Çok faydasını görüyorum. İşe gidip gelirken servis beklemekten kurtuldum. Allah izin verirse senin dönüşünde seni baş göz edeceğiz. Bir kız var. Annenle bakıp beğendik. Adı Mihriban.”

Emre “Baba bu bana biraz erken gibi geldi. Dedi ekledi. Daha istemediniz değil mi?”

Emre’nin babası “Oğlum kızı sensiz nasıl isteyelim. Sen göreceksin beğeneceksin. Ondan sonra isteyip düğün yapacağız.”

Emre’nin annesi de konuşmak istedi. Emre onunla da konuştu. Hal hatır sordu. Selam aldı selam verdi. Sonra telefonu babası aldı tekrar.

Emre’nin babası “Oğlum biz senin mürüvvetini görmek isteriz. Sen kendin söyledin. Üniversiteyi bitirince işim garanti dedin. Bizim bulduğumuz kız kaçmaz. Böylesini bir daha zor buluruz. Çok güzel bir kız. Şimdiden seni nişanlayalım. İşe girdikten sonra da veririz.”

Emre babasına karşı çıkamadı. Zorla evlense de bir gün nasıl olsa bir eşi olacaktı. Uğur ve selametlerle telefonu kapattılar. Emre karanlıkta bir an Ayşe’yi gördü. Elinde sigara ayakta dolanıyordu Ayşe.

“Acaba Ayşe benimle evlense ne hoş olur.” Diye içinden geçirdi. Ayşe ondan en az beş yaş büyüktü. “Daha fantastik olur.” Dedi. Kıs kıs güldü kendine. Ayşe sigarasını söndürüp barakasına geri döndü.

Uzun uzun düşündü Emre. Acaba stajını bitirse miydi. Yoksa tamamlasa mıydı. Üniversitede fazla bir macera yaşayamazdı. Oysa burada Ayşe gibi davranışlarını inceleyebileceği ve bundan keyif alabileceği insanlar vardı. “İki hafta dişimi sıksam bir şey kaybetmem.” Dedi. Diğer yandan Ayşe ile Murat’ın bir olup onun kuyusunu kazabilirlerdi. “Bir çıngar çıkması an meselesi.” Dedi içinden.

O an cep telefonuna watsap üzerinden mesaj geldi. Ayşe’ydi bu. “Teklifim hala geçerli. Kimseye söylemezsen sana gizli sosyal adresimi verebilirim.” Diyordu.

Emre karşılık verdi. “Çok hızlı davranıyorsun Ayşe hanım. Beni terslediğini ne zaman unuttun?”

Ayşe “İyi öyleyse. Sen bilirsin. Bir daha gözüme görünme.” Yanıtını verdi.

Emre “Beni zaten göremezsin. Yakında gidiyorum. Burası da bulduğunuz eserlerde sizin olsun.”

Telefona bir daha mesaj gelmedi. O an karar verdi Emre. Murat’ın yanına gidecek ve onun vereceği staj bitirme belgesini imzalayıp hemen şimdi Nevşehir’den çekip gidecekti. Murat’ın konteynerine gelince elleri titreyerek kapıya dokundu. Bu heyecan yaşadığı gerilimden değil, Ayşe’nin Murat ile olan ilişkisini bilmesindendi. Bir tür psikolojik durum yaşıyordu.

Emre kapıyı tıklattı. Sonra itip içeriye girdi. Murat ona baktı. Emre “Ben stajımı noktalamak istiyorum. Belgeyi verirseniz imzalayıp hemen şimdi gideceğim. Çünkü internetten bu gün için saat yirmi üçe tren bileti aldım.” Dedi.

Murat “Nasıl istersen. Ama bu saatte Nevşehir’e servisler gitmez. Çok geç oldu. O yüzden şehre seni ben götüreyim. Hazırsan hemen gidelim.”

Emre “Belgeyi imzalayayım. Hemen hazırlanırım. Murat belgeyi çıkardı. Bir kalem verdi. Emre imzasını attı.

Murat “Dur senin birikmiş harçlığını vereyim. Bin lira kadar oldu. Vermezsem devlet benden hesap sorar.” Dedi Çekmeceden bir miktar para çıkardı. Emre’ye verdi.

Murat “Sen diğer arkadaşlarından daha azimlisin. Burada kalsaydın iyi olurdu. Stajını tam yapanın referansı da ona göre olur. Bu imzaladığın belge  hiç unutulmaz. Bir zaman gelir sana artı puan kazandırır. Neyse sen istedin. İmzanı attın. Hayırlı uğurlu olsun.”

Emre dışarıya çıktı. Kendi konteynerine geçti. Önce duş kabininden şampuan ve duş jelini aldı. Sonra bilgisayarını taşıma çantasına kattı. Ardından elbiselerini yerleştirdi. Barakanın ışığını söndürüp dışarıya çıktı.

Murat o an dışarıya yeni çıkıyordu. “Geldim.” Diye söylendi.  Beraber arabanın yanına geldiler. Bindiler içine. Karanlıkta farları yanan araba ile yol aldılar.

Murat “Bizim kazımız en az bir ay sürer. Neandertal dışkıları sorun gibi görünüyor. Ama onları detaylı incelemeye tabi tutmuyoruz. Dedi ekledi. Üniversite diploması alacağını söylüyordun. Ne dersin bir arkeolog olarak bizimle çalışmak ister misin?”

Emre “Elbette isterim. Diplomayı aldım mı rica minnet yetkili müdürümüzden izin alıp sizin yanınıza gelirim. Ama sizin kazınız bir ay sonra bitiyormuş. Ya sonrası?”

Murat “Biz bir grubuz. Her yere aynı grupla gidiyoruz. Evet Çukurlu’daki kazı son zamanlarını yaşıyor. Buradan sonra Antalya’nın Side Antik Kentine gideceğiz. Sen Nevşehir’de bizimle olamazsan Side’de olursun.”

Emre “Side’ye gitmiştim. Güzel bir yer. Antik kenti de bir hayli büyük. Yıkık dökük bir yer ama görsel bir şölen yaşatıyor. Gelmeyi isterim. Arkadaşlarımı ikna edebilirsem onları da getiririm.”

Murat “Anlaştık o zaman.” Dedi.

Emre ikirciklendi. “Anlaşma denen şeyin içinde gizli şeyler olabilir mi?” diye düşündü. Hiç haz etmedi Murat ile konuşmasından. Belki bir planın ilk ayağıydı bu. Ayşe planının ilk ayağı. Aklına olmadık şeyler geliyordu. Ama neden sonra kuruntusundan utandı. “Bir kadın bana ne yapabilri. Olsa olsa masum bir ilişki yaşatabilir.” Dedi içinden.

Nevşehir’in tren istasyonuna gelmişlerdi. Trenin istasyona gelmesine az bir zaman kalmıştı. Murat Emre’yi uğurlamak istiyordu. Ama Emre buna gerek olmadığını söyledi. Murat’ı yolladı.

O an MİT’in kendisine verdiği kriptolu cep telefonu çaldı. Açtı Emre. “Emre ile görüşecektim. Sen misin Emre?” dedi karşıdaki ses.

Emre “Buyurun ben Emre Gökçe.”

Karşıdaki ses “Ben Vecihi. Seni Ankara’ya götüren ekibin başı. Dedi devam etti. Senden ayrıldığımızdan beri sesin soluğun çıkmıyor. Hiç bilgi vermedin bize. Ama bunu geçelim. Senin bize öğrettiğin rabıtayı bir hayli ilerlettik. Kolayca istediğimiz zamana gidip gelebiliyoruz. Özellikle taş devrine zaman kapısı açmak oldukça kolay. Sana şu sorum olacak. Sen de zamanda kapı açıp gidip geliyordun. Zaman ziyaretlerinde kamera kaydı yapıp bunu bize yollamanı istiyoruz.”

Emre “Ben başından beri kamera kaydı yapıyorum. Siz bu konuyu açmadığınız için benim de kayıtları size bildirmem aklıma gelmedi. Hemen şimdi internet yolu ile o kayıtları gönderiyorum.”

Vecihi “Tamam öyleyse. Sorun yok demektir. Yalnız bu konularda ağzın hep sıkı olmalı.”

Emre “Endişe etmenize gerek yok. Her zaman tertipli ve dikkatliyim. Dedi. Ekledi. Size ayrıca teşekkür ederim beni MİT camiasına kattığınız için. Size son bir şey söylemek istiyorum. Nevşehir’deki kazıda Ayşe isimli arkeolog çok tuhaf davranıyor. Gizlice izlemiştim. Ayşe karanlıkta soyunup gizlice kendi selfisini çekti. Beni fark edince sırnaştı. Yüz vermedim. Sonra beni azarladı. Bir de oradaki arkeologlardan Murat “Canla başla benimle çalışmayı istiyor. İllaki üniversiteyi bitirince gel beraber çalışalım diyor.”

Vecihi “Bunu söylediğin iyi oldu. Çevirdikleri gizli ileri araştıracağız. Belki bunun altından tarihi eser kaçakçılığı da çıkabilir. Hiç belli olmaz. Anlattığın şeyler sıra dışı.”

Sonra Emre ve Vecihi “Tamam görüşürüz.” Diyerek telefonlarını kapattılar.

Uzaklardan tren sireni öttü. Emre yolcu binme yerine ulaşmak için rayları geçip beton platforma çıktı. Uzaktan yaklaşarak gelen trenin tepe noktasındaki projektör ışığı etkileyici bir görünümdeydi.  Tren belli bir mesafede frene bastı. Demir tekerlerinden cayırtılar çıkararak yaklaştı. Sonra durdu. Kapılar açılınca Emre içine girdi. Kısa süre sonra yeni yolcularla tren hareket etti.




Burdusun gözlerini uzaklardaki hareketlenmeye dikti. “Bak Çuki ileride bir şeyler hareket ediyor. Seçemedim.” Dedi.

Çuki gösterilen tarafa dikkatlice baktı. Gözlerini kıstı. “Onlar bir grup zebra. Onların eti lezzetli olmaz. Hem bu çorak yerde av için gizlenemeyiz. Bize içinde saklanacağımız ot yığınları gerekli.”

Burdusun “Öyleyse kampımıza geri dönüyoruz. Daha fazla uzaklaşırsak kayboluruz.”

Çuki “Dediğin gibi yapalım. Haklısın. Bu durumda konakladığımız yer bizim için sıkıntı yaratacak demektir. Göç konusu önceliğimiz olacak. Yiyecek stokumuz bitmeden yeni bir alan, yeni avlar bulmamız gerekiyor. Şayet at eti ve eşek etini seviyorsanız bilmem. O etlerden yerseniz iki güne kalmaz ölürsünüz. Bizim midemiz vahşi yırtıcılar gibi güçlü değil.”

Geri döndüler. Geldikleri yöne doğru yol aldılar.

Çuki “Bulutların geldiği yerde çok büyük su alanı var demektir. Bir bilmecenin içindeyiz. Dedi ekledi. Deniz eve ben buna deniz ismi koyuyorum.  Bulutların geldiği yer deniz olmalı. Bütün ırmakların sonu denize çıkar. Keşke o yere ulaşabilsek.”

Çuki ve avcıları yolu yarılamıştı. Yorgun ve bitkindiler. Yorgunluk emareleri göstermeleri açlıktan değil susuzluktandı. Buz devrinin karları bu bölgeye ulaşmıyordu. Karlar tepelerde ve dağların üzerineydi. Ama yağmur her şeyi halledebilirdi. Islanmak bile avcılara merhem olacak serinleme getirecekti.

Çuki çaresizce bunları düşünüyordu. “Elimde sihirli bir taş olsa. Onu sallasam. Yağmur yağsa tepemize.” Diye söylendi. Sonra yürürken gördüğü el büyüklüğündeki bir taşı yerden aldı. Salladı taşı. Ne olduysa ondan sonra oldu. Gökyüzü aniden karardı. Şimşekler çaktı. Ardından yağmur yağmaya başladı. Avcılar seyretti yağan yağmuru. Avcılardan kimi hoplayıp  zıplıyor kimi ağzını açmış yağmur yutuyordu.

Ormana girmişlerdi. Geldikleri yolu şaşırmadıklarını anladılar. O ara ağaçların arasında bir grup geyik gördüler. Çuki el işareti yaptı. Neandertaller otların arasına gizlendiler. Uzaktaydı geyik sürüsü. Geyiklere sürünerek yaklaşmaya kararlıydılar. Avlarını riske atamazlardı. Bu av önemliydi. Geyikler kaçarsa gelecekleri değişecekti yoksa. Her avcı kendine bir ağaç arkası seçti sonra. Sindiler oraya. Geyik grubunun çevresini hilal şeklinde sardılar.

Çuki elini havaya kaldırmıştı. Elini yere indirir indirmez. Avcıların mızrakları geyiklere doğru uçtu. Beş geyik yere serildi. Diğerleri kaçtı. Avcılar hemen yaralı geyiklerin başına geldi. Can çekişmekte olan geyiklerin boğazını kestiler. Kan bir süre boğazlarından aktı.

Çuki “İşte av diye buna derim. Kusursuz ve kolay. Şimdi yapacağımız şey bir an önce bunları sırtlamamız. Leşçiller her an buraya damlayabilir. Hadi bakalım. Hep beraber.” Geyik ölülerini omuzlarına aldılar.

Çuki uzaktan dişileri görünce bağırdı. “Alla gunustek. Yabu adube.” Dedi. Bu “Çabuk buraya gelin. Size sürprizim var.” Demekti.

Dişiler avcıların sırtladığı geyikleri görünce zılgıt çekti ağızları ile. Sevinçleri had safhadaydı. Dişiler avcıların  yanına gelince Kulip “Çuki yağmur yağınca sizin ıslanacağınızı ve başınızın ağrıyacağını düşündüm. Bunlar şimdiye kadar gelmedilerse mutlaka bir sorun çıkmıştır dedim. Ama geldiniz ya. Avlarımızı da getirdiniz. Gerisine bakmayız gayri.” Dedi.

Çuki “Avlarımızdan önce neler çektik bilemezsiniz. Burdusun’un ayağını akrep soktu. Unistede ayağını taşa çarpıp düştü. Diğerlerine gelince susuzluktan içtiğimiz kaktüs sıvısı nedeniyle hepimizin midesi lan lun ediyor. Senin anlayacağın bize acilinden su gerekiyor. Dedi ekledi. Siz dişiler geyikleri elleriniz ile taşıyın. Üzerinize bir kan dahi damlarsa bunun kokusunu yırtıcılar er geç alır. Dikkatli olun taşırken.”

Avcı erkekler hızla ırmağa doğru yürüdüler. Kıyıya vardıklarında Çuki “Irmağın kenarını terk etmeyin. Suyun içinde timsahlar her an saldırabilir.” Dedi.

Avcılar ırmağın içine girip bir anda dalıp çıktılar. Deri giysilerini ve vücutlarını ovdular. Kan lekelerinden kurtuldular. O an ırmakta bir şey hareket etti. O şeye Çuki’nin sırtı dönüktü. Tulgabe çığlığı bastı. “Timsah timsah kaçın.” Diye bağırdı.

Avcılar ne olduğunu anlayamadan ani bir refleksle ırmaktan çıktı. Ama ırmağın içinde timsaha dair bir şey göremediler.

Tulgabe “İnanın ki timsah gördüm. Yalan söylemiyorum. Zaten sizin bilmeniz gerekir. Irmakta hep timsah olur.”

Çuki “Senin dediğine inanıyoruz Tulgabe. Daha öncede burada timsahlarla karşılaştık. Sen her zaman doğruyu söyleyen bir genç olacaksın. Dedi ekledi. Bundan sonra biz de Tulgabe gibi tetikte olalım. Bir ayı Cimden’e zarar verdi. Onu ölü diye diri diri gömdük. Timsahın ağzı ayıdan daha büyük. Ayı gibi işini yarım bırakmayacaktır.” Irmaktan çıktılar. Avcılar ıslak giysilerini değiştirmek için hemen ağaç dallarından oluşma çadırlarına girdiler.

Az sonra şenlik başlayacaktı. Avladıkları geyiğin birini kesip parçalamışlar, derisini yüzmüşler, ateşte kızartıyorlardı. Konakladıkları alan et kokusu ile doluyordu. Sonra o kokular ormanın içinde süzülüp gözden kayboluyordu.

Burdusun’un dişisi Tanuya ani bir çığlık attı. “Uzakta ağaçların arasında kurtları gördüm:” dedi. Avcılar dönüp ormanın içine baktı.

Çuki “Hemen parlak aletlerinizi mızraklarınızdan çözün. Bir neandertal ve kurt kapışması olacak. Acele din.” Dedi.

Kurtlar çoktan kamp alanına yaklaşmıştı. Korkusuzdular veya çok açtılar. Sinirli sinirli hırlıyorlar kocaman dişlerini gösteriyorlardı. Parlak aletler avcıların eline yerleşince boşta kalan mızraklar gençlere verildi.

İlk hamle Çuki’den geldi. Parlak aleti kurdun boynuna çalınca kurt kapana sıkışmış gibi sendeledi. Yere serildi. Bir kurt Cimden’in üzerine atladı. Bir boğuşma oldu. Kurt Cimden’in yaralı boğazını ısırmaya çalıştı. Uniste boştaydı. Cimden’e yardım etmek için kurdun kıçına hızla mızrağını sapladı. Acı bir çığlık attı kurt. Sonra geri geri çekildi.

Çuki ve diğerleri bağırıp çağırarak kurtları korkutmaya çalışıyordu. Bu taktiği en iyi Çuki yaptı. “Yuhuru yuhuru candu.” Diye bağırdı. Bu “Ben daha iyi ısırırım.” Demekti. O an parlak aletini hızla kurdun yüzüne çaldı. Kurt acı içinde geri çekildi. Kurtlar arasında telefat fazlaydı. Alfa kurt olduğu ortaya çıkanı geriden uludu. Sonra bütün kurtlar geri çekilip hızla ormanın içine kaçtılar.

Çuki “Elimizde dört kurt ölüsü var. Kurtların derisini yüzüp postunu biz şerefle üzerimizde taşıyacağız. Gücümüz artacak. Daha da acımasız olacağız.” Diye söylendi.

Cimden “Kurt postunu kimlere vermek istiyorsun. Bunu en çok biz avcı erkekler hakkediyoruz. Dişilere verecek değilsin herhalde.”

Çuki “Birini ben alacağım. Diğerini Uniste ve Bullado, öbürünü Kulip alacak. Çünkü Çuki’yim ben. Güçlü neandertalim.”

İtiraz edemedi avcılar. Henüz içlerinde hırs yoktu. Çuli’ye diş bilemek anlamsızdı. Ama bir iki neandertalin yüreğine yılan çoktandır girmişti bile.

Çuki’ye aidiyet besleyen Cimden, Burdusun ve Pucul’du. Lamdap, Kalap ve Sardubu gecenin bir vakti anlaşıp kaçmayı planladılar. Bir çalılığın dibinde buluştular.

Lamdap “Çuki kendini büyük avcı Curindi zannediyor. Gücünü bir an önce elinden almalıyız. O kurtların postundan bizde giymeliydik. Ne dersiniz Çuki’yi ortadan kaldıralım mı?”

Kalap “Ortadan kaldırdık diyelim. Yeni güç kimin olacak. Mesela benim olsa bana itaat eder misiniz?”

Sardubu “Yabancı dişiler aramıza girdiğinden beri Çuki onlara dokunmamıza engel oldu. Bir pundunu bulup dişileri kendi sahiplenmek istiyor. Ama ben ona dişileri yedirir miyim?”

Kalap “Biz Çuki’yi halletsek dişiler yüzünden yine birbirimize gireriz. En iyisi kendi dişilerimizi alıp Çuki’nin klanından ayrılmak. En iyi fikir benimki. Eğer Çuki’yi öldürürsek büyük avcı Curindi’nin gazabından kurtulamayız. Yaptığımız şeyden dolayı bize görünmesini elde edemeyiz. Biz Çuki’den dost olarak ayrılırsak büyük avcı bunu normal karşılayacaktır. Bakarsın o zaman Curindi bize de görünür.”

Sardubu “Tama kararlaştırdık. Hemen şimdi Çuki’ye gidiyoruz ve bu kararımızı ona korkmadan çekinmeden söylüyoruz. Haydi kalkın bakalım.”

Gizlendikleri yerden kalktılar. Endişeli adımlarla Çuki’nin çadırına geldiler. Kalap birkaç defa ‘Çuki’ diye seslendi. Az sonra Çuki uykulu gözlerle çadırın dışına çıktı.

Kalap “Biz üçümüz oturup uzun uzun konuştuk. Biz üçümüz dişilerimizi alıp senden ayrılıyoruz. Hemen şimdi. Buna bir engel çıkarırsan karşılık vermeye de hazırız.”

Çuki “İstediğinizi yapabilirsiniz. Ama önce sabah olsun öyle gidersiniz. Sizler ayrılmadan önce nereye gideceksiniz. Nelerdir planlarınız diye meşveret yaparız.”

Kalap “Peki öyle olsun Çuki.” Dedi. Üç avcı Çuki’nin yanından ayrıldı. Biraz uzaklaştıklarında Kalap “Bu Çuki ne sinsidir bir bilseniz. Biz uyur uyumaz sabahı beklemez bizi haklar. O yüzden kimseye sezdirmeden hemen şimdi dişilerimizi uyandırıp yanımıza da kuru etlerden alarak ırmağın kenarında buluşuyoruz. Hemen şimdi çabuk.”

Lamdap ve Sardubu sessiz ve sakin çadırlarına girip dişilerini ve çocuklarını uyandırdı. Kalap yanına haddinden fazla kurumuş et aldı. Bu Çuki’ye vereceği ceza yerineydi.

Irmağın kenarında buluştular. Kalap “Irmağın karşısına geçersek bizim izimizi Çuki hayatta bulamaz. Çünkü Çuki yüzmeyi bilmiyor. Dedi ekledi.  Timsah tehlikesini göze alamayız. Önce biz erkekler karşıya geçeceğiz. Sonra çocuklar. Ardından dişiler.” Dedi.

O an üç avcı ırmağa girdi. Hızlı kulaç atmaya başladı. Kıyıda girdikleri yerin uzağında ırmaktan çıktılar. Koşarak girdikleri yerin karşısına geldiler. Çocuklar çok iyi yüzücülerdi. Kolayca karşıya geçtiler. Sıra dişilerdeydi. Üç dişi de aynı anda ırmağa girip karşı kıyıya doğru kulaç attılar. Kalap üç dişinin sorunsuz karşıya geçtiğini görünce “Curindi sen gerçekten büyük bir avcısın. Bize yardımın dokundu. Bize de bir gün görünürsün.” Diye söylendi.

Kafile yeni bir klandı artık. Neandertallerin ırkının tükenmeye yüz tuttuğu bu tarihte ayrılık yeni klana güç katacaktı. Kimsenin tahmin etmediği neandertal ırkının devamı onlarla olacaktı.




Trenin içi karanlıktı. Az önce yanan lambalar bir sebepten dolayı kesilmişti. O ara tek kişilik koltuğunda oturan Emre’nin yanından, vagonlar arası gezen tekerlekli sehpasıyla satıcı geçiyordu. Dışarıdan gelen az bir ışıkla Emre satıcıyı fark etti.

Emre “Bana iki kek ve bir litre kola verir misin?” dedi. Satıcı isteği yerine getirip Emre’ye uzattı. Emre cebinden elli lira çıkarıp verdi.

Satıcı “Üzerimde bozukluk yok. Biraz sonra getiririm.” Dedi. Tekerlekli sehpasını sürerek diğer vagona geçti.

Vagondaki birkaç koltuk hariç hepsi doluydu. Çoğunu öğrenciler işgal etmişti. Kimi erkek kız yan yana, birbirilerinin kucağında uyuyarak, kimi kulakçığını takmış müzik dinleyerek, vagonun demir tekerleklerinin çıkardığı seslerle ilerlemenin keyfini çıkarıyorlardı.

Emre “Nerede kaldı bu satıcı. Yoksa paramın üzerine mi yatacak” dedi içinden. İhtimal vermiyordu buna ama bir kurt içini kemiriyordu. Parasının üstünü alsa rahatlayacaktı. Az sonra ışıklar yeniden geldi. Emre içinden “Keşke ışıklar gelmeseydi.” Dedi içinden. Çünkü vagonun penceresinden dışarıyı karanlıkta seyrederken gelen ışığın cama yansımasıyla dışarının görüntüsü kesildi. Diğer uyanık olan öğrencilerde aynı şeyi yaşadı. Cam kenarında oturan diğer yolcular başlarını öne çevirmişlerdi.

Bazen köyden, bazen kasabadan geçiyorlardı. Sokak lambaları görünüyordu yerleşim yerlerinden geçerlerken. Emre nereye geldik diye cep telefonuna bakıyordu. Cep telefonu hemen tepki veriyor yerleşim yerindeki baz istasyonunun sinyali ile nerede olduğunu anlıyordu.

Yine öyle bir yerden geçerken Konya sınırlarına girdiğini anladı. Emre cep telefonundan Konya yazsını okudu. İstasyona az kalmıştı. Emre’nin aklı satıcıdaydı. Paranın üzerini bekliyordu. O an satıcı ağır ağır geldi. Vagona giriş yaptı. Satıcı istifini bozmadan Emre’nin yanına geldi.

Satıcı “Kola ve iki kek almıştın galiba.” Dedi.

Emre “Evet iki kek ve kola aldım. Elli lira verdim.”

Satıcı elini yürüyen sehpanın içindeki bir kutuya daldırdı. Ve nihayet Emre’ye alacağı para üstünü verdi. Satıcı uzaklaştı. “Oh be.” Diye söylendi Emre.

Sevinçliydi. Sevinci yeni planından dolayıydı. Neandertalleri kendi zamanına taşımayı düşünüyordu. Her şey istediği gibi gidiyordu. Az önce gözü açık rabıtada Çuki’nin yanından üç avcının dişileri ile ayrıldığını görmüştü. Ayrılan neandertallerin potansiyeliydi bu. Sıra dışı gidenin potansiyeli. Hayatta kalmayı seçen neandertallerin sıra dışı seçimi. Zaten evrim denen şeyde seçimlerin varlığı ile sürmüyor muydu.

Tren Konya garına yaklaştığında sirenini çaldı. Ve tenin hızı yavaşladı. Sonra durdu. Emre saatine baktı. Sabaha az bir şey kalmıştı. Emre trenden indi. İstasyonun içinden geçip dışarıya çıktı. Gözüne bir ticari taksi ilişti. Onun yanına gitti. Ama şoför ortalıkta gözükmüyordu. Çaresizce beklemeye başladı.

“Ne yapmalıyım acaba. Şoförün gelmesini sonuna kadar mı beklemeliyim yoksa şoförü   arayıp bulmalı mıyım.” Diye söylendi. Tam yürüyordu ki taksinin üzerindeki cep telefonu yazısını gördü. Hemen cep telefonundan numaraları tuşladı. Taksici ile konuştu. Taksici az sonra istasyon kapısından göründü. Emre’nin yanına geldi. Taksinin kapısını açtı. Önce Emre sonra şoför bindi içeriye.

Yollar bomboştu. Kolayca üniversiteye yakın yerdeki bir binanın önünde durdular. Emre parayı uzattı. Taksiden indi. Taksi uzaklaştı. Emre arkadaşı Mehmet’i bu saatte uyandıracağı için heyecanlıydı. Ona sürpriz bir şaka yapmak istedi. Kapısı açık olan binadan girdi.

Mehmet’in dairesinin önünde durdu. Zile bastı. Az sonra Mehmet’in “Kim o?” sesi duyuldu.

Emre sesini kalınlaştırıp “Aç polis aç aça aç.” Dedi.

Mehmet kapıyı açıp Emre’yi görünce bir gerilim boşalması ile “Sen miydin. Korktum valla. Hiç böyle şaka olur mu?” dedi.

Emre kahkaha attı. Beraberce içeriye girdiler. Mehmet “Sen açsındır. Mutfağa gir. İstediğini hazırla. Benim gözümden uyku akıyor.. Yatacağım.” Dedi. Odasına girdi.

Emre mutfağa geçti. Tavayı ocağın üzerine koydu. Sonra buzdolabından sucuk çıkarıp kesip doğradı. Tavaya aktardı. Ocağın altını açtı. Uzun bekleyişten sonra kahvaltısını yaptı. Temizliğini de yapıp boş olan bir odaya girip yattı.

Emre yatağında uyanınca iki saatlik bir uyku uyuduğunu anladı. Yerinden kalkıp üzerini giydi. Arkadaşı Mehmet’i mutfakta kahvaltı ederken buldu. Mehmet “Kazıda tek başına yapamadı herhalde. Sen mi ayrıldın onlar mı kovaladı?” dedi.

Emre “Tabi ki kendim ayrıldım. Kimse beni bulunduğum yerden kovamaz.”

Mehmet “Şu senin zaman kapısı açmanı bir türlü kavrayamadım. Zamanı düşünce gücünle mi açıyorsun yoksa bunun için elinde bir cihaz mı var?”

Emre “Elbette düşünce gücümle açıyorum. Aynı şeyleri tekrarlamak istemiyorum ama çok önemli bir planım var. Yalnız bu kimsenin kulağına gitmesin. Üniversite diplomamı alır almaz klanımdan üç erkek ve dişilerini buraya getireceğim.”

Mehmet “Herhalde insanların içine şehre salmayacaksın..”

Emre “Öyle değil. Diplomamı ı almaz memlekete İskenderun’a gideceğim. Onları zaman kapsından geçirip oradaki kaldığım Abacılı ormanına salacağım.”

Mehmet “Ne yiyip ne içecek o neanddertaller. Bu sorunlar bayağı büyük olacak.”

Emre “Benim amacımda bu. Önce İskenderun’daki televizyon kanalını arayacağım. ‘Gelin görün Burada yaratıklar var.’ Diyeceğim. Sonra tv kanalı ile durum polise intikal edecek. İş ciddiye binecek. Ardından ulusal kanallar devreye girecek. Böylece bilim adamlarına harika bir konu çıkacak.”

Mehmet “Senden korkulur. Zavallı neandertaller tüylerini kestirse bile dikkat çekici olacaklar.”

Emre “Bir düşünsene neandertal ırkı hala yaşıyor dediklerini. Ve çalışmalar ilerleyecek. Neanertaller burada çoğalacaklar. Onların doğaya karşı büyük dirençlerini bir bir çözeceğiz.”

Mehmet “O zaman genlerimizdeki bilgileri onlarınki ile karşılaştırabileceğiz demektir.”

Emre “Dur san bir şey göstereceğim. Ancak hiç korkma.” Emre gözü açık rabıtaya geçti. Tetragramoton sözlerini fısıldadı. Odanın içinde kırmızı ışık huzmesi oluştu. Emre “Gel benimle.” Dedi. Işık huzmesinin içine girdiler. Karşıdan çıktıklarında zaman ve mekan değişmişti.

Mehmet şaşkınlıkla “Bu ne?” diye söylendi. Devasa büyüklükteki orman ağaçları ve yanındaki ırmak büyüleyiciydi. Mehmet “Bunu nasıl yaptın Emre.” Dedi.

Emre “Bunlar daha hiç. Biraz sonra klanım ile karşılaşacağız. Dikkatli olalım. Onlara görünmeyelim. Beni tanıyorlar ama senin varlığın onlara şok yaşatabilir. Çünkü beni tanrıları büyük avcı zannediyorlar. İkinci bir tanrı onların kitabında yazmıyor. Dedi ekledi. Çekebilirsen onların videosunu çek. Çünkü sen yaşadıklarını ancak bu yolla kanıtlayabilirsin. O zaman kimse seni yalancılıkla itham edemez.”

Ormanın içinde iki arkadaş gizlenerek Çuki’nin klanına yaklaştı. Emre “Bak şu kıllı olana. Boyu büyük ve iri olan. Başında kurt postu olan. Ona çuki deniyor. O klanın lideri.” Dedi. Çuki’nin konuştuğunu duydular.

Çuki “Kaçakları en kısa zamanda bana getirin. Beni bırakıp kaçmak ne demek onlara göstereceğim.” Dedi. Elindeki kuru eti ısırıp çiğneyen Cimden ve peşinde Pucul ile Burdusun ırmağın kenarına geldiler.

Cimden “Irmağı hızlı geçeceğiz. Yavaşlamak yok. Timsah belirirse vay halimize. Dikkatli olun.” Dedi Üçü birden ırmağa girdi. Hızlı kulaçları ile kısa zamanda karşı kıyıya geçtiler. Sonra ormanın içinde gözden kayboldular.

Emre fısıltı ile Mehmet’e “Bu avcılar kaçanları yakalarsa bütün planım gümbürtüye gider. Gerçi başaramazlar ama olasılık diyorum.” Dedi.

Çuki otların arasında kıpırdanmayı ve sesleri işitti. “Kim var orada?” diye bağırdı. Ardından sesin geldiği yere doğru yürüdü. Emre ve Mehmet gizlendikleri yerden çıktılar. Çuki karşısından iki tane büyük avcı görünce şaştı kaldı.

Çuki “Siz iki tanesiniz. Sen Curindi’nin kardeşi misin?” diye Mehmet’e sordu.

Emre “Korkmana gerek yok Çuki. Benim geldiğim yerde çok kalabalığız. Tıpkı sizlerin bir arada olup kalabalık yaptığınız gibi. Dedi ekledi. Sevgili Çuki klanından kaçanların peşine düşmüşsün. Ben onları yaşadığım yere götürmek için seçtim. Onları rahat bırak.”

Çuki “Ama çoktan peşlerine avcılarımı saldım. Burada kalır beklerseniz onları götürebilirsiniz.”

Emre “Olmaz Çuki. Benim işim acele. Dedi ekledi. Kaçakları beklemek gereksiz. Biz büyük avcılar işimizi çabuk yaparız. Biz gidiyoruz.” Dedi. Emre gözü açık rabıtaya geçti. Ve Mehmet ile birlikte göz önünden kayboldu.

Kalap nicedir hızlı yürüyordu. Diğerlerinin söylenmelerine aldırış etmiyordu. “Biz yakalanırsak Çuki derimizi yüzer post yapar.” Dedi. Çaresiz kafile ona ayak uydurmaktan başka bir şey yapamadı.

Kaçaklar yokuş yukarı ormanın içinde ilerlerken birden bir ışık peyda oldu. Ve iki adet büyük avcı göründü. Şaşa kaldılar. “Yoksa bize yardım etmeye mi geldiniz?” dedi Kalap ümitsizce.

Emre “Size yardım edeceğiz. Hem de yardımın en büyüğünden.” Dedi. Gözü açık rabıtaya durdu. Hemen zaman kapısı açıldı.  Emre “Beraberce bu ışığın içine giriyoruz.” Dedi. Klan ışığın içine girince Emre ve Mehmet’te onları takip etti.

Karşı tarafa çıktıklarında yine ormanın içindeydiler. Mehmet telaşlandı. “Yoksa zaman yolculuğu başarısız mı oldu. Zamanda sıkıştık mı. Burası neresi Emre?” diye konuştu.

Emre “Burası benim yaşadığım yer. İskenderun Abacılı dağındayız. Dedi ekledi. Şimdi sen tek başına Konya’ya evine dönemezsin. Sana bir iyilik yapacağım. Şu vereceğim çakıl taşını avucunda iyice tut. Sonra söyleyeceğim sözleri tekrarla.” Dedi. Taşı Mehmet’e verdi. Emre Mehmet’in kulağına gizemli şeyler fısıldadı. Mehmet gözlerini kapattı. Birden yok oldu.

Emre klanına “Buradan bir yere ayrılmayın. Size yiyecek getireceğim.”

Klap “Senin yaşadığın yer mi burası. Şu uzaklardaki dümdüz su birikintisi nedir?”

Emre “Oraya İskenderun körfezi denir. Buradan etrafı seyredin. Ama yabancı birini görürseniz hemen saklanın.” Dedi. Klanının yanından ayrıldı. Emre yürüyerek dağdan indi. Abacılı kasabasına girdi. Hemen Abacılıdaki bir kasaba girdi. Beş kilo et alıp dükkandan çıktı. Kasap meraklı gözlerle Emre’nin ardından baktı kaldı.

Tuna M. Yaşar

 

( Zamanı Geçenler 8 - Roman başlıklı yazı Tuna M.Yaşar tarafından 9.02.2019 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.