Sessizliğe cebelleşiyorum bazen
oysaki ses olduğum kadar da ses istiyorum belli ki sesler de kaçkın; sesler
bile uçkuruna düşkün o hegemonyada kaptı-kaçtı sevdaları görmezden geliyor.
İllet ya da somurtuk bazense soluk
yine sonlanmasından asla haz etmediğim.
Israrcı bakışlar ve de: tutarsız
gözbebeklerinde yılgın bir esaretle etrafını kolaçan eden nice uğursuz göz.
Göze gelenlere edilen bir dua ve sureyi içen nur yüzlü insanlar.
İyiden yana seçim bellediğimiz.
Kötüye düşmüşse yolunuz.
Aslında iyiliğin de kötülüğün de
nabzını tutan sadece Tanrı.
Beynamaz bilinen münafık bir gölgeyi
kutsayan iblisten yana kim ise dertli yine de kötünün hicvinde tomurcuk
açmasını beklediğimiz bir Aralık sabahı.
Görüntü itibariyle kış.
Yürek nazarında sonbahar.
Aslında baharın dökümünde hazan
misali çöken o rehavetle kucaklaşmış bakir ruhun da iştigal ettiği umut ve aşk
pazarı.
Yolsuz kalandan yoldan çıkana değin
nakşeden irili ufaklı acılar.
Kaldırımda oturan o adam belki de en
akıllımız ne de olsa vurguluyor tüm gerçekleri noktası virgülüne kadar.
‘’Kaçık’’diyenlere inat asla da açık
vermeden elinde ucuz şarap şişesi ve yerde bulduğu izmaritlerle doyuruyor
karnını.
Bizler hepten açız. Hem aç hem de aç
gözlü yoksa ikisi de aynı anlamda mı, diye düşünüp kendi cümlemi baltalıyorum
en azından az sonra okuyucuya sunacağım yazımın ilk eleştirisini yapıyorum
belki de son.
Sondan bir evvel, kapadığım kapımda
nöbete duran siyah köpeği arıyor gözlerim. Öldü ölecek, diyenlere inat yaşıyor
inanılmaz bir azimle tıpkı kaldırımdaki o berduş adam gibi.
Bir de kadın görmüştüm geçenlerde: ne
yani, tüm kaçıklar erkek mi olmalı, diyenlere nazire eden o şemsiyeli kadın ve
hava ne kadar açık olsa da yazın ortasında bile şemsiyesi olmadan dolaşmayan o
sarışın kadın.
Bir de mimleyenlerin kulak misafiri
olmuştum ve koca göbekli bir adam tam da laf atarken bizimkine sus be adam,
demiştim içimden belli ki yüksek çıkmış sesim ve uzaklaşmıştı hızlı adımlarla.
Kadınların sohbetine meze ettikleri
şemsiyeli kadın:
‘’Vah, vah… pek de gençmiş. Ama
saçının boyasını da ihmal etmemiş hani. Deli meli ama güzelmiş zamanında…’’
Derli toplu görünüşlerine aldandığım
zat-ı muhteremler ve göz teması kursam bile oralı olmayan asilzadeler.
Kazan kaldırsam neye yarayacak ya da
ben mi kurtaracağım dünyayı, deme hakkım bile elimden alınmışken…
Zararsız bir hutbe adeta dillerinden
düşen ama en zehirli cümleler yine haklarında ileri geri konuşulanlar.
Haklarımız.
Engelli hakları.
Zihinsel engelli deyip küçük
gördüklerimiz.
Bir uzvunu kaybetmiş nicesi ve yine
hor gördüklerimiz.
Hayvan dediğimiz canlılar ama
yavrusunu öldürmeyen ya da eşine ihanet etmeyen ve aç bırakmayan.
Demokrasi.
Özgürlük.
Ya, düşünce özgürlüğü?
Kanıksanmış ne ise peşinden gidenler.
Geçtim.
Bir söze, bir kelama inanıp arkasını
getiren nicesi.
Bir mecburiyetmişçesine aşağılamak ya
da farklılıkları kusur görenler oysaki içlerindeki aymaz ve nankör istilasını
ruhun görmezden gelip köşe bucak saklananlar belki de göğsünü gere gere başka
bir role bürünüp ahkâm kesenler, yandaş toplayanlar.
Sandıkça emin olduğumuz.
Emin olsak bile şüpheye düşmemiz
gerekip gerekmediğinin bile idrakine varamamış ve bilimsel bir tutum olan şüpheciliği
henüz bellememiş zihinler.
Zihniyetler karanlık.
Görüntü itibariyle aydınlık ve makul
görüntü sergileyen nicesi lakin sonuna kadar da propaganda yapmayı kendinde hak
görenler üstelik yalan yanlış ve kulaktan dolma bilgilerle.
Görmediğim sayısız insan var son
zamanlarda ve nereye gittiğini de bilmediğim hatta sormaya korktuğum hatta ve
hatta soracak kimse bulamadığım.
Gidenler… bir daha dönmemek üzere.
Sevenler… inandırıcı olmasa bile.
Yüreğinde kara lekelerle evreni ve
sevgiyi çarçur edenler.
Tamam: sevgi nasıl ki kutsal ve özel
bir mefhum üstelik mecbur da tutulmamış yine de neden nefreti ve zulmü tercih
ederiz, anlamış değilim üstüne üstük tanımadığımız insanlar hakkında bile ileri
geri konuşmayı görev edinmiş?
O siyah köpek… en son gördüğümün
üzerinden fazla zaman geçmedi ki yavrularına rast geldim dün: annelerine hasret
yavruların, aslında anne köpek de yavrularına sonsuza kadar hasret düşmüşken
bir de kedi gördüm yolun ortasında üzerinden defalarca araba geçmiş.
Görmek var görmek var.
Aslında bakıp da görmek istemediğim
ne çok şey.
Kalp gözüme yüklendikçe benliğimin ağırlaştığına
tanık olup bazense hiç var olmamayı dilediğim ne de olsa vicdanımın tahammül
edemedikleri ve asla bir çözüm getirme imkânımın olmadığı…
Kar kapıya dayanmadan o yavrular
keşke bir yuvaya kavuşsa ya da annelerine kavuşsa en azından ölümün bazen soğuk
olmadığı iklimler olduğunu düşünüyorum hele ki dünya ve vicdanlar bu denli buz
kesmişken.
Nefreti denemek lazım belki de:
nefret soluyup güle oynaya geçirmek günleri ve cehennemde yanmazdan önce de
cenneti bu dünyada yaşamak…
Çok şey mi istiyorum?