Balıkesir Havran’dan çıktı bir yiğit,
Mehmet oğlu Onbaşı Seyit.
Tabyasını verse de şehit,
Gömdü Ocean zırhlısını denize;
215 okkalık mermiyle olurken meyyit,
Düşmanda ne takat kalmıştı, ne ümit.
‘Çanakkale Geçilmez! ’ tarihe düştü beyit…
Havran’da odunculukla
geçiniyordu. İri, uzun boyluydu. Pehlivan soyluydu. Kendisine “Koca Seyit”
diyorlardı. Cengâver ruhluydu. Herkes bir kütük taşırken, O’nun iki koltuğu
da doluydu. Ailesinin eli, koluydu. Osmanlı gibi, ailesinin de zor
dönemleriydi. Henüz evleneli bir yıl olmuştu. Kız çocuğu, yeni doğmuştu.
Anne ve babası ihtiyardı. Bakıma muhtaç halleri vardı. Ne var ki vatan en
büyük yârdi. Vatan borcu, Anadolu’da ardı. Seyit’i de heyecan sardı.
Her Türk evladı gibi sevincinden coştu. Helâllik alarak, kışlaya koştu. Üç
yıllık görevi devirdi. Tam terhis olup sevenlerine kavuşacağım derken,
Balkan Savaşları patlak verdi. İşin yönü değişiverdi. Terhisler durduruldu.
Nihayet, Balkanlar’daki savaş da duruldu. Osmanlı yara almıştı. Seyit’i
tekrar terhis heyecanı sarmıştı. Bu sefer, kendisini Birinci Dünya
Savaşı’nın içinde bulacaktı. Savaşın en dehşetli cephesi, Çanakkale
olacaktı. Seyit, bu cepheye de gönderildi. Çanakkale Boğazı’nın Rumeli
yakasında, Kilitbahir denilen mevkide görevlendirildi. Rumeli Mecidiye
Tabyalarında, topçu er olarak mevzilendirildi.
Beklenen gün gelmişti. Daha
önce düşman gemileri ara ara boğazda taciz atışları yapmışlardı. Toplu
saldırı yapacaklardı. Boğazda mevzilenen topçu bataryalarımızı yok etmek
için, ant içtiler. Kendilerine 18 Mart 1915 tarihini seçtiler. Sabah
saatlerinde Fransız ve İngiliz birlikleri boğazı hızla geçtiler.
Tabyalarımızı yoğun ateşe tuttular. İngilizlerin en büyük savaş gemileri,
Queen Elizabeth ve Ocean zırhlılarıydı. On dört bin metre menzilli, otuz
sekizlik toplarıyla alev püskürüyorlardı. Mecidiye Tabyasının kırk yiğidi,
yoğun ateş altında direnmeye çalışıyorlardı. Ellerindeki kısa menzilli
toplarla, güçlü düşman donanmasına karşı aslanca çarpışıyorlardı.
Bir top mermisinin, Mecidiye Tabyasının üzerine düşmesiyle ortalık karıştı.
Toz- toprak üstlerine yağdı. Gelen alev topu değil, ateşten dağdı. Merminin
açtığı derin gediğe, tabyadakiler adeta gömülmüştü. Arkadaşlarının çoğu
şehit olmuştu, Seyit sağdı. Sadece gövdesinin üst kısmı, yerin üstünde
kalmıştı. Toprak kütlesi ayaklarına bağdı.
Kendisine geldiğinde,
arkadaşlarının cansız bedenleriyle karşılaştı. Tabyasından sağ olarak
sadece Yüzbaşı Hilmi Bey ve Niğdeli Ali kalmıştı. Onların yardımıyla Seyit,
olduğu yerden çıktı. On dört şehit, yirmi dört yaralı arkadaşının olduğunu
öğrenmesi, O’nu yıktı. Bu arada İngilizlerin dev gemisi Ocean ateş
kusuyordu. Etrafı hallaç pamuğu gibi dağıtmaya devam ediyordu. Seyit
etrafına baktı. Sadece bir top sağlam kalmıştı ayakta. Diğerleri ya
parçalanmış, ya da gömülüydü toprakta. Yaklaştığında, o topun da vincinin
kırık olduğunu gördü. İnanç ve azmiyle, kuvvetini kardı. Arkada duran iki
yüz on beş okkalık top mermisinin yanına vardı. Niğdeli Ali, Koca Seyit’in
niyetini anladı. Kaldıramayacağını söylediyse de, Koca Nefer’in gözleri
parladı. Yaralı haline aldırmadı. Arkadaşının yardımıyla mermiyi omuzladı.
İki metre yüksekliğindeki basamakları, iri ayaklarıyla adımladı. Hırsından
kemiklerinin çatırtısını bile duymadı. Altıncı basamağı da çıktıktan sonra,
mermiyi yirmi sekizlik topun namlusuna sürdü. Patlattı; fakat isabet
ettiremedi. Üzüldü. Daha önce hiç mermi patlatmamıştı. Görevi
numaratörlüktü. Yani yapılan atışları takip edip kaydetmekti. Bir daha
deneyecekti. Başka çaresi yoktu. Şehit kardeşlerinin kanlarını çiğnetmek
O’na yakışmazdı. “Allah’ın hakkı üçtür.” dedi. “Ya Allah, Bismillah! ”
çekerek aynı şekilde üçüncü kez taşıdığı mermiyi namluya itti. İşte bu
mermi, düşmanın en büyük zırhlısı Ocean’ın dümen kısmına isabet etti. Bu öldürücü
darbe, dev gemiye yetti. Niğdeli Ali ve diğer bataryadaki arkadaşları:
“Vurdun onu Koca Seyit! Vurdun onu! ” diye bağırıyordu. Sevinç çığlıkları
etrafı sarıyordu. Seyit ise sevincinden ağlıyordu; yaratanına şükrediyordu.
O anda, zırhlı etrafında fır fır dönmeye başladı; deli tekeler gibi.
Çevresindeki diğer düşman gemileri de panikledi. Bir gülle değil, sanki
üstlerine aslan kükredi. “Yenilmez Armadalar” olmuştu birer kedi. Niğdeli
Ali, “Korkaklar, kaçıyorlar! ” dedi. Bir gece önce Türk yapımı yirmi altı
mayın, Yüzbaşı Hakkı Bey tarafından boğaza gizlice yerleştirilmişti. Ocean,
dönüşü sırasında bu mayınlardan birine çarptı; İrkildi. Kuyruğu üzerine
dikildi. Büyük bir hızla karanlık limanın sularına gömüldü, boyladı dibi.
Düşman, Osmanlı şamarını bir kez daha yedi. Diğer gemiler de aynı akıbeti
yaşamaktan korkup çekildi. Bir gülle, dünyanın en büyük donanmasını
devirdi. Bu olay, İtilaf Kuvvetleri’ni şaşkına çevirdi.
Çanakkale Savaşı’nın ilk zaferi, Koca Seyit’in bu atışıyla başladı. Daha
sonra aylarca süren kara savaşlarında da Mehmetçik düşmanı haşladı. Kırıldı
ümitleri, hızları yavaşladı. 9 Ocak 1916’da artık bittiler. Metrekareye
altı bin merminin düştüğü cepheye kinlerini ektiler. Gelibolu mahşerini
terk ettiler. Başları önde gittiler…
Koca Seyit’in mermiyi attığı
tarihten birkaç gün sonraydı. Topçu Birliği Komutanı Cevat Paşa, Seyit'i
onbaşı yaparak onurlandırdı. Komutanı ve arkadaşları “Mermiyi bir kez daha
kaldır, şu millete hatıra kalacak bir fotoğrafını çekelim.” dediler. Seyit,
mermiyi yerinden bile kıpırdatamadı. Merminin içi boşaltıldı. Sonra
kaldırdı ve Niğdeli Ali’yle fotoğraf çektirdi. O’na, “ Nasıl kaldırdın? ”
diye soranlara; “Aynı olayı tekrar yaşasam; yine aynı şekilde o mermiyi
kaldırırım.” cevabını verdi. Seyit, artık gönüllerde taht kuran bir
neferdi.
1918 yılında terhis olmuştu.
Silâhaltında dokuzuncu yılı dolmuştu. Saçı-sakalı birbirine karışmıştı. Bir
gece yarısı köyüne geldi. Kapıyı yöneldi. Kendisini karşılayan annesi Emine
Ana’ya sarıldı. Vefalı eşi de onca zaman beklemişti. Geçen yıllara umut
eklemişti. Kızı dokuz yaşına basmıştı. Şaşkın gözlerle olanları izliyordu.
Utanıyor, yüzünü gizliyordu. Vefat edeli iki yıl olmuştu, babası Mehmet. O
da ömrünce çekmişti zahmet. Köy kabristanında ziyaret ederek, okudu ona
bolca rahmet…
Seyit, geçimini temin için çalışmaya başladı. Baba yadigârı merkeple dağdan
odun taşıyor, odun kömürü yapıp şehirde satıyordu. Kara bulutlar cennet
topraklarımızın üzerinde yine dolaşıyordu. Yunanlılar 15 Mayıs 1919′ da
İzmir’i, 28 Mayıs 1919′ da da Ayvalık ve Edremit’i işgal etti. Koca Seyit,
kulaklarına inanamıyordu. Bu haber kendisini terletti. Olanları
hayretle seyretti. Hâlbuki O ve arkadaşları, canlarını siper etmişlerdi. On
binlerce şehit vererek düşmanı Çanakkale Boğazı’ndan Anadolu’ya
geçirmemişlerdi. Mondros Ateşkes Antlaşması gereği bu adamlar, neden elini
kolunu sallayarak gelmişlerdi?
Mustafa Kemal Paşa’nın
komutasında, İstiklâl Harbi başlamıştı. Koca Seyit yeniden koştu cepheye.
Ordumuzun 26 Ağustos 1922′ de başlattığı büyük taarruzda yer aldı. 28
Ağustos’ta devam eden muharebede iki yerinden yaralandı. Büyük zaferin
kazanıldığı haberi ulaştı, yattığı hastaneye. Gözleri aralandı.
Kendisine dünyalar bağışlanmıştı sanki. Artık şanlı bayrağımız, semalarda
hür dalgalanacak; ezan sesleri inleyecekti baki…
Koca gazi, üç savaşa katıldığı
halde, madalyası bile yoktu. O’na “Müracaat et sana madalya versinler, maaş
bağlasınlar” diyenler çoktu. Ama Seyit’in gözü, gönlü toktu.“Biz madalya
için, maaş için dövüşmedik. ‘Ya şehit olacağız ya gazi’ dedik. Ücretini
Cenabı Allah’tan bekledik ve Rabbim bize gazilik rütbesini nasip etti”
diyordu. 1934 tarihinde yürürlüğe konan soyadı kanunuyla “Çabuk” soyadını
alıyordu.
Koca Seyit, bir süre
Havran’daki bir yağ fabrikasında hamal olarak çalıştı. 1939 yılında
akciğerlerindeki rahatsızlık zatürreeye çevirdi. Bu hastalık, elli
yaşındaki koca pehlivanı devirdi. Soyadındaki gibi ölüm de çabuk
yakalamıştı efsane adamı. Fakir doğdu, fakir yaşadı ve fakir öldü. Kendi
köyü olan Havran’ın Çamlık Köyü’ne gömüldü. Namı, ebediyete kadar köyüne
ödüldü. Geriye parayla ölçülemeyecek bir hazine miras bıraktı. Mertlik,
vatanseverlik, kahramanlık adına yazdığı sayfa aktı. Bu şanlı sayfa, artık
Havran’da sancaktı. Çamlık Köyü’nün adı, tabi ki Kocaseyit olacaktı.
Bu köyde şu an, iki yüz elliye
yakın torunu yaşıyor. Kendi gibi yüreği de ‘Koca’ insanın hatıralarını
yaşatmanın haklı gururunu taşıyorlar. Sadece yılda bir törenlerde değil,
böylesi değerlerimizin daima anılmasını ve yeni nesillere tanıtılmasını
istiyorlar.
Muhittin Alaca