Hiçbir tümlecin, hiçbir
bağlacın anlık saldırısına maruz kalmadan, tüm yalıtılmışlığımı kar bildiğim
derin bir peyzajda gönülsüz bir hutbeye rast gelmişken; ansız bir çağrının,
günü birlik kıvılcımından kopup geldiğim bir hezeyan iken saklı onca hatıratın
indinde gölgelendiğim kopuk bir coğrafyada yok olmanın bedelini yine
önyargıların taarruzuna denk düşüp, kırdığım bir zincirin kopmaya muktedir
kaçıncı halkası isem…
İmlerle süslenen ruhsuz
cümleler kadar kırılganım ve naif bir kelebek kadar asil ve ölümlü şu düşlerin
aymazlığını kana kana içsem de, külfetin en ağırı heybemde, insan olmanın da
ötesinde, hissetmek kadar yorucu bir gölgeye denk gelip de kanıksadığımdan öte
kanıtlamakla sorumlu kılındığım hangi celse ise biteviye soluklandığım o dar ve
karanlık koridorlarda ansızın haykırdığım bir çığlıktan öte yine insanlık
namına suskunluğa bürünmek ise tecellisi bu anlamsız gidişatın.
Yana yakıla ararken
anlamını günlük kaygılardan uzak kılınmak adına yolum düşmüşken sevginin
kutsallığını yüreğinde saklı tutan, basireti bağlanmış bir duygudan çıkıp yola,
çoğaldığım bir akşamın güncesinde, sere serpe beyan etmişken maruzatını yine
insan olmanın bilincinde, uğradığım o bilinç kaybı kadar tutarsız bir izlek,
maruz kalmanın da ötesinde ebedi sürgünden kendimi alıkoyamadığım.
Çizmeyi aşan hangi
beyanatı ise şu günlük iştigal ettiğimiz beşeri üzünçler: Kâh yalıtılmışlığı
kar sayan bir yalnızlık iken peyda olan kâh dürtülerin işgali ile peyder pey
ürettiğim/iz insanlık makamını haram kılan düş sihirbazları.
Her düşünceyi başka
alanlara kaydıran ve gündelik sorumlulukları yok sayıp da esefle kınarken
sağalmamak üzere esir düştüğüm/üz.
Sükûtun ikrardan
sayıldığı bir mecradan öte, sessizliğin o kutsal tınısı yine en derinden çalan
sessiz şarkılardan mütereddit nakaratlara her yolumuz düştüğünde ve tekerrür
eden sayısız tahakküm kadar acımasız.
Sorumlu kılınmaktan bin
beter sorun addedilen.
Ölüm bir kurtuluş iken
yaşamayı seçmek mi suçu daim kılan?
Yine de şükür duygusuna
sıkı sıkı sarılıp, sonsuzluğa namzet bir yolculuğun hayali ile ölümü teğet
geçmekten aciz şu bedenlerimizde can bulan fani yaşanmışlıklar ya da yaşatmaya
muktedir ama yaşamaktan bihaber.
Anlamsız tınısı mı ahvalin,
günü birlik kazanımlar mı, tüm yoldan çıkmışlığımızı bertaraf eden bir isyan
kadar da akla zarar…
Bir milat mı bir yok
oluş mu?
Bir ritüel mi yoksa
anbean yaşadıklarımızı yok sayıp, yeni baştan müdahil olduğumuz?
Bir sağanak mı bir
sığınak mı şu ölgün rahmetini haiz olmaktan da öte konuşlandığımız hangi gönül
pınarı ise yine nefesimizi kesen?
Bir satır ve ne çok
sır…
Yolgeçen hanı oysa her
bir imge ya esaretini asla yadsıyamayacağımız onca ikilem iken bizler bir
iklimden diğerine seğirtirken üstelik günün tekelinde ve ömrün sarkacı iken
savrulduğumuz o boyutsuz sancıyı mızrap belleyip de, sığdaki varlığımızı
enginlere taşıyan…
Huzur nakşederken, o
dinginlik ki ruhun tek gıdası ve sevgiyle beslenen bir ömrü yâd edip yolumuz
düşmüşken çorak bir gönül kadar gıybet ve nefreti rahmet bellemiş.
İnsanlığın
coğrafyasında, aşkların tezahüratı ile dirildiğimiz bir mihenk taşı, yine rast
geldiğimiz o coşku kadar keyfe keder bir bağnazlığı tıkıştırırken o rahvan
buluta.
Aşkı mimlemişken şeytan
ve rahmetini sevginin en ağır yük sayıp, asmışken kör bir telaşla ipine gök
kubbe kadar isyan yüklü iken evren hele ki çatık kaşları o mahcubiyetin ve en
kırılgan maruzatı yine aşkın indinde ve bilinmezinde hele ki ruhani bir coşkuyu
yok sayan oncası: İnsanlığı satan bir imleç kadar riya dolu, çeperi kırık bir
gölge kadar da kayıp…
Yâd edilen hangi mizaç
olabilir ki, olumsuzluğun en anlamlı tınısı yine de bihaber iken o asil ve
zarif yüklü taarruzuna sığdıramadığımız bedelini ve ödemekle yükümlü olduğumuz
ölüm öncesi.
Sıradan bir sıra
dışılığın bile boyutsuz güncesi o tamahkâr insan izlekleri ve suskunluğunu mazeret
beyan eden bir yalnızlık kadar da sıra dışı bir sıradanlık…