Halil Kaya, rakısını bitirmiş, şimdide birayla cilalama yapıyordu ve iyice sarhoş olmuştu.
Tanımadığı bir adamı oturtmuştu masasına. Adam da bedavaya
getirdiği biraların hatırı için ona yarenlik etmekteydi.
Halil Kaya, adama, “Adına ne demiştin, abi?” diye sordu.
“Alaettin…”
“Ha, Alaettin abi… Benim emekli memur babam… Benim fukara babam…
Benim için altı senedir… Tam altı senedir… Yok canından para yollayıp… Bu okulu
bitirmem için… Anlıyor musun?... Tam altı senedir, yok canından… Ya!...”
“Anlıyorum…”
“Anlıyorsun, değil mi? Ya… Ben kıçımı yırtıp… Gece gündüz okuyup…
Çalışıp… Doktora hazırlamışım… Anlıyor musun? Diyorlar ki, yok… Sana iş yok,
diyorlar…”
“Vay şerefsizler!”
“Şerefsizler! Hem de ne şerefsizler… Ben şimdi ne derim babama…
Abi, ne abi?”
“Alaettin.”
“Alaettin abi… He? Ne derim şimdi ben babama… Nasıl giderim
Ayvalık’a?”
“Gitme anasını satiim! Kal burda! Buraya gel, hergün kafayı
çekelim senle!...”
“Tamam abi… Çekelim… ve de içelim…”
Bira bardağını kaldırdı, adamınkine çarpıp kafasından dikti.
Çek… abi?…”
“Alaettin.”
“Alaettin abi…”
Garsona bakındıysa da göremedi, bağırdı. “Şeeef!...”
Ceketinin iç cebinden cüzdanını çıkarttı, açtı, para gözünden bir
kağıt para aldı.
Hemen yan çaprazlarında ki masada bira içmekte olan iki serseri
kılıklı adamdan yüzü ona doğru dönük olanın gözleri fal taşı gibi açıldı,
karşısındaki arkadaşına belli etmeden Halil’i işaret etti. Öteki adam da dönüp
baktığında Halil’in cüzdanındaki kağıt paraları gördü.
Halil Kaya parayı aldıktan sonra cüzdanını cebindeki yerine
yerleştirdi. Garsona bir daha seslendi. “Garsooon, dedik...”
Alattin, müdahale ederek, “Ne vardı abi? Ben halledeyim,” dedi.
“Sigara alsın söyle. Sen, ne sigarası içiyorsun?”
“Ben alıp gelivereyim abi. Ver parayı.”
“Sana zahmet olur. Olmasın...”
“Olmaz, olmaz. Tekel bayi hemen şuracıkta...Sana ne sigarası
alayım?”
“Eşek hoşaftan ne anlasın, al işte bişey... Fark etmez...”
Alaettin parayı alarak birahaneden çıktı. Halil bu boşluktan
istifade, küçük su dökmek niyetiyle ayaklanıp, yalpalayarak lavaboya doğru
gitti, girdi.
Diğer masadaki iki serseri kafalarını birbirlerine uzatarak fısır
fısır bir şeyler söyledikten sonra, birisi kalktı masadan, lavaboya doğru
gitti. Lavabo tek kişilik, küçük bir bölmeydi. Adam kapının önüne vardı,
kapısını tıklatarak içerdekini çabuk olması için uyardı.
Halil az sonra kapıdan söylenerek çıktı. “Daha yeni girdik herhalde. Adamı işetmiyorsunuz, bi rahat...”
Serseri, Halil lavabonun kapı aralığındayken içeri yöneldi,
Halil’le hafifçe çarpışarak içeri geçti. “Pardon bilader...”
Halil Kaya, adamın çarpmasıyla hafifçe sarsıldı. “Pardon
çıkalı eşek... eşekler... ler çoğaldı...” diye söylenirken
yalpalayarak masasına geçti, oturdu.
Serseri kılıklı adam, lavabo kapısını arkadan sürgüledi, Halil’in
cüzdanını açtı, içinde para olarak bulabildiklerini çıkartıp pantolonunun
cebine sokuşturdu, cüzdanı kapı arkasındaki çöp sepeti içine atarak çıktı.
Arkadaşının oturduğu masaya doğru yaklaştı, arkadaşıyla göz göze
geldikten sonra kalkmasını işaret etti. Masadan kalkan adamlar giderek, garsona
hesaplarının karşılığında bir para verdikten sonra sessizce birahaneden
çıktılar. Garson, gidip onların kalktığı masayı toparlayarak yerine döndü.
Alaettin elinde sigaralar ve para üstü ile birahaneye girdi,
Halil’in halini gördükten sonra, para üstü sormayı akıl edemeyeceğini anlayarak
paraları pantolonunun cebine soktu, geldi masaya oturdu. “Malbuş aldım
ikimize de. Uyar mı abicim?”
Halil Kaya, boş ver, der gibi bir hareket yaparken adam da ona ait
sigara paketini açmaya başladı. Paketi açmayı bitirdikten sonra Halil’e bir
sigara tuttu.
“Yak bi cigara abicim.”
Halil Kaya, olur, der gibi başını sallayıp, zorlanarak bir sigara
aldı paketten, adam da çakmağıyla yaktı onun sigarasını.
Halil Kaya, kendini tamamen kaybetmiş görünüyordu. Adeta alkol komasında imiş
gibi, her hareketi dengesizdi. “Şeeefff!...” diye bağırdı.
Garson bu defa, “Buyur?” diyerek geldi.
Halil Kaya, “Ulan, ben sana hesap diyorum… Dimi?... Diyorum dimi?...” diyerek
adamı azarladı.
Garson, “Hesabı mı istiyorsun?” diye sordu.
“Ben… Söyle bakayım…. nece…. hı? Arapça mı…. konuşuyorum, hı?....
nece konuşuyorum?”
Garson tezgahının arkasına geçti, Halil’in masasına ait adisyonu
bir porselen tabak içinde, birkaç kürdan arasında getirip önüne bıraktı. “Buyur!”
Halil Kaya, önüne konulan tabağa bakarak, sanki tabakta bir şey
yokmuş da görmeğe çalışıyormuş gibi, eğildi, elini uzattı, fişi eline almayı
beceremedi bir türlü, birkaç kere denedikten sonra aldı, gözlerine yaklaştırdı
iyice, okumaya çalıştı, okuyamadı, tepesinde dikilen garsona kaldırdı başını; “Bu …
Kaç…kuruş bu?...” diye sordu.
Garson, dalga geçerek, “Onbin kuruş!” dedi.
Halil Kaya, tepki göstererek, “Ohha!... Çüş!...”
diye bağırdı.
Garson, aniden öfkelendi; “Ne diyon lan sen! Terbiyesizlik yapma!...” diye
çıkıştı.
Halil Kaya, “Onbin… Ne demek bir onbin lira… biliyor musun sen? Hı?...”
dedi.
“Onbin lira değil! Kaç kuruş dedin, kuruş hesabıyla söyledik. Lira
diye soruyorsan, yüz lira.”
“Haaa… Kazık atacaktın aklın sıra! Kızınca korktun… değil mi?...
Haaa… Kazık attırmam… haaa…”
“Tamam. Öde de kapatalım şu hesabı, hadi!...”
“Ödeyecez herhalde… Ödemeyecez mi dedik… öderiz…” diyerek ceketinin iç cebine baktı. Cebinde cüzdanı yoktu.
Ceketinin öbür cebine de baktı, cüzdanı öbür cebinde de yoktu. Bir taraftan da
çenesi durmamaktaydı. “Nerde cüzdanım?... Hı?...” diye söylenerek
ceketinin bütün ceplerine baktı, cüzdanını bulamadı. Sıra pantolonunun
ceplerine geldi, yıkılmamak için dengesini zar zor bularak onlara da baktı,
pantolon ceplerinde de yoktu ne yazık ki cüzdan…Garsona, “Sen aldın…
Ver bakim cüzdanımı… Seni gidi seni… sen hırsızsın… ver yoksa karışmam Haaa…”
diye söylenmeyi sürdürdü.
Garson, “Bırak zevzekliği de, şu hesabı öde!” diye
çıkıştı.
Halil Kaya, sandalyesinde düşecek gibi dengesi bozuldu, sonra toparlandı,
başını iki eli arasına sıkıştırıp kara kara düşünmeye başladı. Kolunda saati
dikkat çekmekteydi. “Hesap yok…. Niye yok…. Cüzdan yok… ya…” diyerek
söylenmeyi de sürdürüyordu.
Garson, Alaettin’e; “Kim kaptı ulan bu zibidinin cüzdanını?” diye
sordu.
Alaettin, “Az önce sigara parası verdi bana cüzdandan abi. Sanırım, ben
sigara alaya gidince bir şeyler olmuş.” dedi.
Garson, “lavaboya
gittiydi şerefsiz…” derken, birden kavradı olayı. “Tabii ya,
onlar yemişlerdir… Aceleyle hesap ödeyip gittilerdi! Kesin onlar yemiştir…”
diye söylendi.
Alaettin merakla, “kim onlar abi?” diye sordu.
Garson, “boşver!”
dedi. Halil’e, “Aslanım, hesabı ödemen lazım, yoksa oyarım seni!”
diyerek, kolundan görünen saati, el çabukluğu marifet, sökerek aldı. Saati
Alaettin’e göstererek, “Hesabı karşılar mı len bu?” diye sordu.
Alaettin, “Valla abi, götürüp bi sormak lazım saatçiye…”
dedi.
Garson, “Soralım
bakalım… Atla şuradan otobüse götür saatçiye bakalım, kaç para verecekler…” diyerek
saati Alaettin’e teslim etti.
Halil’i çekti kolundan, sızmak üzere olduğu yerden ayağa kaldırıp
kapıya kadar götürdü, “Sen de, doğru evine git, aslanım. Bi daha da cebindeki parana
güvenmeden kafa çekme!” diye azarlayarak onu kapı dışına doğru
ittirip dışarı attıktan sonra içeri döndü. Alaettin’ e, “Niye
duruyorsun sen hala?” diye çıkıştı.
Alaettin, “Otobüs parasını vermeyecek misin abi?” diye
sırnaştı.
“Dünya kadar beleş bira içtin gavat. Ayrıca sigaradan artan parayı
da cebine attığını görmedim sanma... Ses çıkartmadık ama parayı da alamadık,
bak… Daha, o saati yüz kağıda okutamazsan, aradaki farkı senden alacağım, onu
hesapla sen… Yürü haydi, oyalanma!...”
*
Merdivenlerden
inerek dış kapıya ulaşan orta yaşlı bir karı koca, dış kapının önünde kapıdan
girmekle, kapı önünde yığılıp kalmak arasında bir görünümdeki Halil’i görünce,
ona acıyarak baktılar.
Kadın, “zemin katta oturan öğrenci değil mi bu?” dedi.
“O! Yoktu epeydir, memleketindeydi. Dönmüş demek ki…”
Kapıyla temas halindeyken içerden çıkan adam kapıyı açınca dengesi bozulan
Halil, boşluğa düşmüş gibi içeri doğru altı-yedi adım sendeleyerek, son anda
düşmeden toparlanıp çıkan çifte baktı.
“Affedersiniz, özür dilerim, iyi günler, hık!...”
Halil
Kaya, merdivenlere baktı, beş altı basamaklı merdiveni adeta cambazlık
yapıyormuşçasına, arada sırada dengesi bozulup gerisin geriye
yuvarlanıverecekmiş gibi tırmanmaya başladı.
Dış kapının yanındaki çift arkasından ha düştü, ha düşecek diye bir süre
baktıktan sonra, adam karısının yanından ayrılarak Halil’in peşinden seğirtti. “Komşu,
yardım edeyim!” diyerek bir emrivakiyle Halil’in koluna giren adam ona
destek vererek merdivenlerden çıkarttı. Zemin kat kapısına giderken, bir
taraftan da bir şeyler konuşuyorlardı.
“Epeyi
içmişsiniz…”
“İçmiş
miyim?”
“Hem
de epeyi…”
“İçmişim…
Niye içmişim?... Sor… bakalım… bi…”
“Niye
içtiniz?”
“Ya…
Bilemedin değil mi?...”
“Bu
saatte, bu kadar içtiğine göre…”
“Ya!...
“Şu
ev arkadaşınıza mı üzüldünüz? Kurşunlandı ya…”
“Cemal
…”
“İsmini
bilmiyorum…”
“Cemal.
Onun adı Cemal… Ya!”
“Evet,
Cemal’di…”
Halil
Kaya, “ kurşunlanmış değil mi? Ama ölmemiş, değil mi? Bora, onu öldürmek
isteyen adamı öldürmüş ama, değil mi?” diyerek, önünde dikildikleri kapıyı
incelemeye başladı. “Ben babamın karşısına nasıl çıkacağım şimdi, ha?...
Ya!... Burası benim evim… değil mi?” diyerek pantolonunun cebinden
anahtarlığını çıkarttı. Anahtarlıktaki anahtarlar arasından kapının anahtarını
bulamadı, adam aldı elinden, bir iki denemeden sonra açtı kapıyı, Halil’i içeri
sokarken anahtarlığı teslim etti. “Siz, en iyisi mi, yatıp uyuyun biraz.”
“Teşekkür
ederim, Alaettin abi…”
“Alaettin
değil, benim adım Mehmet… Bir üstünüzde ki dairede oturuyorum ben de…”
“Tamam…
Alaat… neydi?”
“Mehmet..”
Halil
Kaya, “Mehmet abi… Sağol…” diye tekrarladı. Adamın elini öpmeye
kalkıştı, sendeledi. “Ver elini öpeyim…”
“Yok…
Gerek yok… Hadi iyi istirahatlar!”
Adam
kapıyı çekerek, merdivenlerden aşağı inmeye başladı.
Giden adam kapıyı çekip gitmişti, ama Halil hala kapıyı kapatmaya
çalışmaktaydı. Kapıyı açık bir kapıyı kapatacakmış gibi epeyi bir ittikten
sonra kapattığına inanmış olacak ki, salona doğru, bir sağa bir sola
yalpalayarak gitti, salondaki çek yat üzerine yüzüstü attı kendini. Attığıyla,
midesinin bulanması bir oldu. “Öğğğ…”
Elleri üzerinde kalktı, yeni bir öğürme ve ağız dolusu istifra kaçtı ağzından,
ani bir refleksle ağzını eliyle kapatmaya çalışıp yerinden kalkarak banyoya
koştururdu, ama tutamadığı istifrası ellerini de bulayarak gittiği yol üzerine
saçıldı. “Öööğğğ!...”
Banyodan içeri girer girmez klozetin deliğinden soktu kafasını, öğürdeyerek
kusmayı sürdürdü. Hem öğürdemekteydi, hem de söylenmekte. “Nasrettin Hocaya
demişler… Hocam, Öööğğğ… suratını sokarsan…. öğğğ… buraya sokarsan kıçın gibi…
Öööğğğ… cayizmidir demişler… öğğğ… demiş suratına sıçayım… Öööğğğ… adi herif…
pis herif… öğğğ… demiş… senin suratına demiş…” İşini bitirerek doğruldu.
Üstü başı batmıştı. Lavabonun önüne geçti, musluğu iyice açarak suratını
yıkadı, olmadı, kafasını musluğun altına soktu, üstü başı iyice ıslandı.
Ceketini çıkarttı, banyodaki kirli sepetine doğru fırlattı. Gömleğinin
eteklerini çıkarttı, düğmelerini çözmeyi denedi, beceremedi. Midesi bir kez
daha bulandı, bir daha öğürerek açık musluğun önüne eğilip istifra etmeyi
denedi, bir şey çıkmadı. Bir kere daha denedi gömleğinin düğmelerini çözmeyi,
bir türlü çözemedi, tuttu iki yakasından, asıldı, düğmeleri patır patır
kopartarak açtı gömleğinin önünü, çıkarttı gömleği, onu da kirli sepetine
fırlattı. Yerlerdeki kusmukları gördü, banyo havlusunu aldı kapısının arkasında
asılı olduğu yerden, onunla yerleri sildi. (güya!) Kapı dışına baktı, aynı
havlu ile yerdeki pislikleri salonda ki kanepeye kadar düşe kalka sildi, havluyu
banyoya götürüp, onu da kirli sepetine attı. Banyodaki musluğu sonuna kadar
açıkken unutarak salona döndü, bu defa öteki kanepe üzerine sırt üstü attı
kendini.
*
Okuldan
dönen Cemal ve Hülya, dış kapıdan girerek zemin kattaki evin kapısına gittiler.
Cemal, “içerden su sesi geliyor,” diyerek kulağını kapıya yanaştırdı. “Halil
dönmüş bile…” Kapının zilini çaldı, bekledi. Az sonra bir daha çaldı, biraz
daha bekledi.
Hülya, “açsana şu kapıyı kendi anahtarlarınla!” diye çıkışınca Cemal,
yeni akıl etmiş gibi kendi cebindeki anahtarları çıkartarak kapıyı açtı. İçeri
geçtiler.
İçeri
girer girmez fark ettikleri ilk şey iğrenç istifra kokusu oldu. Cemal, su
sesinin geldiği banyoya doğru gitti.
Hülya, eliyle burnunu tuttu. “Aman Allah’ım!” diye bir çığlık atarak
salona yöneldi. “Aklıma gelen şey olmamış olsun, ne olur Allah’ım!...” Salona
girdi. Gördüğü manzara karşısında dehşete kapıldı. Telaş ve korkuyla Halil’in
başına vardı. “Halil!... Ne oldu? Ne yaptın, sen böyle be arkadaşım?...” Halil’in
üstüne eğilir eğilmez onun ağzından yayılan alkol ve istifra kokusuyla suratını
ekşitti. “Çok içmişsin, çok…” Şaşkınlıkla, “hiç içmezdin sen, niye içtin bu
kadar sanki?…” diye söylendi.
Halil,
gözlerini açarak Hülya’ya baktı. “Ne var?... Bir şey mi var?...” diye
mırıldandı.
Hülya,
“Sen içmişsin…” diye çıkıştı ona.
Cemal,
“Banyodaki çeşmeyi açık bırakmış,” diyerek yanlarına geldi; gitti,
salonun pencerelerini açtı.
Halil
Kaya, “Ben içmişim…Sen içmişin… o içmiş… biz içmişiz… siz içmişiniz… onlar
içmişler…” diyerek arkasını döndü.
Cemal,
onun bu halini komik bularak neşelendi. “Vay ayyaş vay!... İçip kafayı bulan
sensin oğlum...”
Hülya,
ne yapacağını bilemez haldeydi. Yerlerdeki pisliği görerek temizlik yapmak
için, salondan çıktı.
Cemal
de Halil’i kendine getirmek için uğraşmaya başladı. “Gaggoş, aç gözlerini,
kendine gel bakayım... Bu kadar çok içmene sebep neydi be oğlum...”
Hülya
banyoya geldi. Bir kap bulup içini su ile doldurdu. Bulduğu yer bezlerini
alarak, banyodan çıktı.
Salonda,
elindeki bezleri su dolu kapta sık sık yıkayarak yerleri silmeye, peşi sıra,
kuru bezlerle kurulamaya başladı.
Cemal, Halil’in başında dikilerek üzüntüyle biraz baktı, kusmuklara bulanmış
pantolonunu çıkartmak için davranırken, kızgınlıkla söylendi. “Bir gören
olsa alkoliğin teki sanır. Şu haline bak!”
Halil’in onu duymak gibi bir niyeti yoktu.
Onun
yaptıklarından dolayı Halil rahatsız olarak sızmış hali içinde mırıldandı. “Çalma
cüzdanımı!... Hırsız… Bırak… Bırak cüzdanımı…”
Cemal, onu sarsarak, “Cüzdan müzdan yok burada…” diye söylendi. Kemerini
çözdüğü pantolonu çıkartmaya başladı.
Halil
Kaya, bir türlü kendine gelemiyordu. “Cüzdanımı sen çaldın…. hırsız….” diye
zor anlaşılır bir şeyler mırıldanıyordu.
Hülya, salondaki temizliği bitirerek su kabını alıp salondan çıktı.
Su kabını banyoya getirdi, kirli suyu döküp temiz suyla yeniden doldurup çıktı.
Antreye
gelip orada da yerleri silip, temizlemeye başladı. Hemen sonra sildiği yerleri
kurulamaya devam etti.
Cemal antreye gelerek Halil’in ceketi ve gömleğine bakındı. “Ceketi ile
gömleğini nereye koymuş olabilir?”
Hülya,
temizlik yaptığı yerden, “banyoya baktın mı?” diye sordu.
Cemal, banyonun kapısından girdi. Orada bakınırken ceketi ve gömleği buldu,
üzerlerine bulaşmış pisliklerden tiksinerek ceplerine baktı. Ceketin cebinden
kravatı çıkarttı, bir kenara bıraktı. Gömleğin düğmelerinin durumuna baktı. “Kavga
mı etti acaba?... Nerede bu cüzdan. Cüzdanı da yok.” diye söylendi.
Hülya,
yaptığı işleri bitirerek geldi. “Kafasına su döksek ayılır mı?”
Cemal,
Hülya’nın fikrini beğendi, “Gidip getirelim...” Salona gittiler. Cemal,
Halil’in koltuk altından çekiştirerek doğrulttu. Yanına gelen Hülya’ya, “Tut
şunun öbür kolundan da birlikte taşıyalım. İyi bir duş yapmayı hak etti bu!” dedi.
Hülya,
öbür koluna girdi. Gülümseyerek, “Sarhoş köpek!” diye söylendi. Birlikte
sürükleyerek götürdüler. “Kurşun gibi de ağır…”
Halil Kaya, “Bırakın beni... Bırak...” diyerek söylendi.
Cemal
de ona söylenerek, “Taşıtma kendini. Yürümeye gayret et biraz,” dedi.
Halil’i
çekiştirerek banyoya girdiler.
“Şu
iskemlenin üstüne oturtalım...”
“Otur,
şuraya gakkoş!”
Halil’
i küçük tabureye oturttular, ama o oturduğu yerde bile duramamakta ve habire
yere yatmaya çabalamaktaydı.
“Oturduğu yerde bile duramıyor.”
Cemal,
“Sen azıcık tut da devrilmesin,” diyerek onu bıraktı, duşu açtı, eline
aldığı fıskiye ile kafasını iyice ıslattı. Suyu yiyen Halil uykulu durumundan
ayılarak söylenmeye başladı. “Rahat bırakın beni! Görmüyor musunuz halimi,
hastayım ben...”
Hülya, “Sen hasta değil, sarhoşsun...” diye söylenirken
Halil onun varlığını fark ederek, “o…Hülya kardeşim… sen de burada mıydın…
hık…” diye anlaşılır anlaşılmaz bir şeyler söylemeye başladı.
“Nerede
içtin bu kadar?”
“Sana
ne? Size ne? Ben hastayım. Sarhoş değilim... Çok sarhoşum... Yok... Hastayım...”
Cemal’le itişip kakışmaya başladı.
Bırakın
beni dedim...” Duştan akan suyu elleriyle engellemeye
çalıştı. “Islatma ulan kıro... Bak gakkoşluğu bozarım sonra... Ha...” Kendisini
tutarak hareketlerini kısıtlayan Hülya’nın elinden kurtulmak için çırpındı. “Sen
ne diye tutup duruyorsun beni be... Çek ellerini... Çek... Cadaloz...”
Hülya,
şakacıktan başına vurdu. “Sus da otur uslu uslu! Ayıktığında cadalozu
göreceksin!”
Cemal
güldü. “Ha ha ha!... Hazır elinin altındayken kes cezasını bence...”
Hülya,
“Doğru ya...” diyerek Halil’i mıncıklayarak, her yanını çimdikleyerek,
çekerek şakacıktan hırpalamaya başladı. “Cadaloz ha... Al bakalım...”
Çok
geçmeden kendine gelmeye başlayan Halil ayağa kalkmayı başardı, duşu tutarak
kendisini ıslatmalarını engellemeye çalıştı. “Tamam...Yeter bu kadar...
İyice sucuğa çevirdiniz beni.”
Cemal ve Hülya gülüş cümbüş eğlenerek ıslatmayı sürdürdüler.
“Ha ha ha! Dur, donunun kıçına su deymemiş. Orayı da ıslatayım...”
“Ha
ha ha! Soyun da bir de sabunlayıp keseleyelim seni... Ha ha ha...”
En
sonunda duşu Cemal’in elinden kapan Halil onları ıslatmaya başladı. “Adam
ıslatmak öyle olmaz. Böyle olur...”
İkisi de banyodan kaçarak çıktılar.
“Ha
ha ha...”
“Ha
ha ha...”
“Kaçmayın!
Gelin buraya...”
Halil,
duşu kapattı, banyodan şortuyla çıktı. Antreye geldi. Salonun kapısından bakan
Hülya ile Cemal’e seslendi. “Tamam. Bu kadar şımarmak yetti,” Kendi
kendine söylenerek Cemal’in odasının kapısından girdi. “Sanki şımarmayı hak
ediyormuşum gibi...” Hala sarhoştu ve şiddetli bir baş ağrısı çekiyordu.
Yatağa uzandı. Kafasını toparlamaya çalıştı. Kendi kendine, “Nedir bu başıma
gelenler, Allah’ım!...” diye söylendi.
Cemal
ve Hülya odaya gelerek, yatağın bir kenarına da onlar ilişip oturdular.
“Kusura
bakmayın ya, çocuklar. Size de rezil ettim kendimi...”
Hülya,
sempatiyle baktı, “Rezil filan olmadın. Tam tersine, her türlü iğrençliğine
rağmen çok sevimliydin...” diye kıkırdadı.
“Çok mu iğrençtim?...”
“O
kadar çok iğrençtin ki, midemizi alt üst ettin. Tutamadık, evin her yanını
kusmuk içinde bıraktık ikimizde...”
Cemal,
onun elini avucuna alarak, “Niçin içtin bu kadar, be gakkoş?” diye
sordu.
“Üzüntümden,
diyelim... Yardımcı doçentlik işini başkasına vermişler.”
Cemal,
“Ne varmış bunda üzülecek?” diyerek onu teselli etmek istedi. “Doktora
yapmış adamsın. Sana iş mi yok…”
Halil,
“Yok işte iş miş…” diyerek itiraz etti. "Asıl, daha önemli bir
şey var. İçki içtiğim meyhanede, cüzdanımı çarptılar. Kimliklerim de içindeydi.
Hesabı ödeyemeyince de, garson, saatime el koydu.”
Hülya, “Kavga filan etmedin değil mi?” dedi heyecanla.
“Kimle? O ayıyla mı? Herif beni ensemden tuttuğu gibi sokağa
fırlatıverdi...”
Cemal,
kızgın, “toplarız bizim çocukları, basarız mekanı,” diye çıkıştı. “Kafasına
geçiririz şerefsizin, dükkanını!”
Halil, onun dediği şeye izin vermeyecekti. “Yok öyle meyhane basmak falan.
Dağ başı mı burası…”
Hülya
müdahale ederek “Karakola gitmedin mi?” diye sordu.
“Yok. Ayakta duracak halde bile değildim. Buraya gelip, sızmışım...”
Hülya,
“Kalk haydi, gidiyoruz!” diyerek ayaklandı.
“Nereye?”
“Karakola.
Kolundan zorla saat almak da neymiş... Cebinden cüzdanını da onlar almıştır.
Soyup soğana çevirmişler seni. Mademki dağ başı değil burası… Karakolda cüzdanınla
birlikte kimliklerinin çalındığına dair bir tutanak tutturman da şart zaten.
Yoksa, kimliklerinin yenisini çıkarttırırken büyük problemler yaşayabilirsin.
Hem de yenilerini çıkarttırırken isterler o tutanağı... Hemen gidelim...”
Halil
Kaya, “Az oturun da kendimi biraz daha toparlayayım” diyerek ona itiraz
etti.
Hülya,
onu çekiştirmeye başladı. “Yok. Bir an önce halletmemiz lazım. Yolda bir
kafeteryaya girer, kendini toparlaman için kahve içeriz.” Cemal’e dönerek, “Sen
gelmeyecek misin?” diye sordu.
"Gelmesem?
"Görmüyor
musun ev arkadaşının halini? Taşıyıver arabanla, hadi kankam..."
Cemal
de isteksizce ayaklandı. “Haydi, hep beraber çıkalım madem ki...”
*