Bir çilingir
sofrası kurmuş ki, değmeyin keyfime. Hoş beşi meze edip, raks içiyorum. Kafam
olmuş dört köşe, ölüversem, sırıtarak gideceğim. “Hey Allah’ım,” diyorum; “her
günümü böyle keyifli geçirtsen ölür müsün?”
Kalkıyorum, bu
keyfin üstüne bir de cilalama yapalım, diyerek başlıyorum soyunmaya.
Baştan beri
tezgahmış meğer bunca güzellik; tam da yatağa girip uzanacağım zaman, en kazık
soruyu pat diyerek soruveriyor: “Karını ne zaman boşayacaksın?”
Uzun zamandır
“boşa karını, beni nikahına al!” diyerek başımın etini yiyordu.
Ben de,
“Alacağım… Sabret…” diye diye oyalamağa çalışıyordum.
Daha ilk sorunun
cevabını almadan, ikinciyi yapıştırıyor: “Ben metresin olarak mı kalacağım hep
böyle?”
Oyalama
taktiğini unutuyorum, savunma mekanizmalarım, filan düşüyor; çenemi
tutamıyorum. “Metresim olmayı yakıştıramıyor musun kendine?” diye soruyorum.
“Aç açık mı bıraktım seni şimdiye kadar? Bak, evin de var, araban da… Hepsini
ben aldım sana. Benim metresim olmasaydın, konfeksiyon mağazamda hala
tezgahtarım olarak çalışıyor olacaktın.”
Cevabı tek
kelimelik: “Defol!” Ama böyle kısa bir defol değil, her harfi uzatılarak.
“Deeeffooolll…”
Üstümden
çıkartmış olduğum her şeyi pencereden sokağa atıyor. Bir taraftan da çığlıklar atıyor: “Karımdan boşanmak üzereyim
dedin… Sana aşık oldum, dedin… Seninle evlenmek istiyorum, dedin… Beni baştan
çıkartmak için, çevirmedik dolap bırakmadın… Yalancı… Yalancı…”
Bir paçalı donla
kala kalıyorum. Atılanları toplamak için koşturarak sokağa çıkıyorum;
pantolonumu, gömleğimi, ayakkabılarımı kucağıma alıyorum, tam ceketimi de
alacağım, bir sokak serserisi önümü kesiyor.
“Hop, hop, hop,
hop! Onlar benim!”
“Benim. Benim
üstümden çıktı onlar. Görmüyor musun? Çıplağım.”
“Ben de
çıplağım. Hem de anamdan doğduğumdan beri. N’olmuş?”
“Kardeşim!”
İçinden atıldığım evi gösteriyorum. “Aha şu evdeki karı attı az önce, beni de,
elbiselerimi de! Görmedin mi?”
Serseri,
“Anlamam ben,” diyerek diretiyor. “Sokağa atılan her eski, hurda benden sorulur
burada. Başkasına kaptırmam ekmeğimi.”
“Ben de sokağa
atıldım. Senden mi sorulacağım artık?”
“Senin için para
vermezler ki! Bedavaya gidecek hurdayı ne edeyim ben!”
Adamın
muhakemesi başka türlü çalışıyor. İkna ederek malıma sahip çıkmam zor. Kavga
ederek sahiplenmem ise imkansız; adam Izbandut gibi. Tek yol kalıyor; o da, sıkı bir pazarlık
yapıp bana ait olanı yeniden satın almak.
“Tamam,”
diyorum; “Ekmeğini kapacak filan değilim. Kaç para istiyorsan verip satın
alayım bunları senden.”
“Elli.”
“Elli çok. Bit
pazarına götürdüğün zaman beş liradan fazla vermezler bunlara.”
“Verirler. Orada
en az yirmi ederler.”
“Tamam madem,
ben de vereyim yirmi lira.”
“Olmaz. Sana
otuz.”
“Yapma be dayı!
Yirmi beş lira vereyim madem.”
“Otuz.”
Çaresi yok
vereceğim otuz lirayı.
“Peki, tamam,
otuz lira vereyim,” diyerek pazarlığı bitiriyorum.
Avucunu açarak
önüme uzatıyor. “Ver!”
Kıçımda bir don,
cepsiz. Paralar ceketin iç cebindeki cüzdanımda; ceket ise orada, yerde. Ne
yapmalı, nasıl yapmalı da ceketin cebinden cüzdanı alıp adamın parasını
vermeli? Direk gidip almaya kalkışsam adam izin vermez, henüz farkında olmadığı
cüzdanı da görüp el koyar.
“Vereceğim. Az
bekle hele,” diyerek bir çare düşünmeye devam ediyorum. Metresimden istesem,
mümkün değil, vermez.
O arada aklıma
gelmeyen çare, kendi kendini oluşturmaya başlıyor.
Gömleğimi
sırtıma geçirip, düğmelerini iliklemeye başlıyorum.
Adam, gene,
“hop, hop, hop, hop,” çekip, “önce parayı ver, sonra giy onu,” diyerek gömleği
giyinmemi engellemek istiyor.
Hemen itiraz
edip, “prova etmeden gömlek alınır mı? Ya küçük gelirse? Bir giyip bakayım
önce!” diye çıkışıyorum.
Adam hak
veriyor. “İyi madem! Giyinip bir ölç bakam!” Gene de, kötü ihtimali aklından
uzak tutmuyor. “Ama bak, giyip de kaçmaya kalkışırsan, vallaha yakalayıp
kıçından bıçaklarım seni!” Pantolonunun cebinden orta boy bir aşı çakısı
çıkartarak ağzını açıyor, elinde tutmaya başlıyor.
Adam gözünü
karartmış iyice… Yok çıplak vaziyette bıçaklanır da hastanelik olursam, yedi
düvele birden rezil oldum demektir, giyinik olursam hiç değilse, kem küm edip
namussuzluktan yırtarım.
“Yok valla,
kaçmam! Kaçmaya ne gerek…” diye söylenerek pantolonumu da geçiriyorum
bacaklarımdan. Sıra ayakkabılarımı giymeye gelince çoraplarımın evde kaldığını
fark ediyorum.Eline geçirememiş demek ki, yoksa onları da atardı. Ayakkabıların
arkasına basarak ayaklarımı içlerine sokuyorum.
İşin en zor
yerine geldik. Laf kalabalığı yaparak adamın dikkatini dağıtıyorum önce. “Çorap
yok muydu dayı? Bu ayakkabılar çorapsız çorapsız ayağıma vurdu da…”
“Yok.”
Adamın
ayağındaki yırtık çorapları gösteriyorum. “Onlar var ya! Çıkar da ben giyeyim
onları!”
Adamın çorapları
da bir kıymetliymiş ki, hemen, “olmaz!” diye dikleniyor. “Onlar benim!”
Tam o arada,
yerden ceketimi alıp sırtıma geçiriyorum. Adamın dikkatini de başka yönde
tutmayı sürdürmek için laf kalabalığını sürdürüyorum. “Zaten yırtık, pırtık
onlar. Parmaklarının hepsi dışarıda. Bedava bile versen, almam onları.”
Kızıyor. “Almazsan
alma!” O kızgınlıkla söyleniyor. “Tamam… Giyindin işte… Oldular mı sırtına?
Tamam mı? Alacan mı onları?”
“Oldular, tamam.
Tam da bana göreymişler.”
Pis pis
sırıtıyor. “Hadi madem, ver parayı! “
Soğukkanlılığımı
koruyarak ceketimin iç cebinden cüzdanımı çıkartarak içinden otuz lira
alıyorum; bir yandan da adamın bir itirazı olup olmayacağını gözlüyorum.
İtirazı olmuyor, avucunu açıp gene uzatıyor. “Paramı ver!”
Otuz lirayı
avucuna bıraktığımda, yanımdan ayrılarak uzaklaşmaya başlıyor.
El koymuş olduğu
ceketteki cüzdanı fark ettirmeden sahiplemiş olmamın gururuyla bıyık altından
gülümseyerek gidişini seyrederken; o, duruyor, bana dönerek sesleniyor:
“Hey kardeş!
Enayinin birinden otuz kağıt tokatladım. Gel, şarap ısmarlayayım sana!”