Ankara’nın
soğuğu anarşinin yoğun olduğu yıllarda insanın içine işlerdi. 1968 yılında
faaliyete geçen Doğan Yayınevi’miz Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin hemen
yanındaki Acun Sokağı’nda küçük bir dükkândı.
Yayınevimizin ilk kitabı, SBF’nin hocası Prof Dr Tükkaya Ataöv’ün
“Amerikan Emperyalizminin Doğuşu!” adıyla vitrinimizin her yanını kaplıyordu.
Babam ve kardeşlerimle birlikte gecenin geç vakitlerine kadar raflardaki seyrek
görünümlü kitapları oradan oraya yer değiştirir, İstanbul’dan gelen kırtasiye
malzemelerinin bulunduğu kolileri ise zevkle açardık. İçinden çıkanlardan özellikle oyuncak türü
kalemtıraşların ilginçliğine hayran kalır, seçtiklerimi de ertesi günü okula
götürür, arkadaşlarımla paylaşırdım…
Acun sokağı hareketliydi…
Kafası kel, boynunda beyaz bir bez ve pala bıyıkları
arasından gazel havasını seslendiren
amca, sokağın bütün çocuklarını etrafına
toplamasını bilirdi. Gazelini tamamladığında limona batırılan rengârenk
macunlarından alırdık. Yine kafasına koyduğu küçük tezgâhını dükkânımızın önüne
kuran bir başka amcadan aldığımız leblebi tozuyla ağzımızı burnumuzu toz içinde
bırakarak gülüşürken, misketlerin o büyülü dünyasında kaybolurduk. Komşumuz terzi
Haydar amcanın dükkânının yanındaki toprak alanda kuyu kazıp misketleri içine
yuvarlayarak neşelenirdik. Biz çocukluğumuzu yaşarken mahallenin gençleriyle fakültenin
öğrencileri ise yanı başımızdaki düğün salonunun üstündeki kahvehanede bir
araya gelirler, tavla, bilardo ve okey oyunları arasında müzik dolabından
seçtikleri plakların nameleri de dükkânımıza kadar gelirdi.
Zaman geçtikçe yayınevimizin çıkardığı kitaplarda
çoğalıyordu. Fikret Otyam, Adam Şenel, Kurtan Fişek, İsmail Beşikçi, Hasan
Hüseyin Korkmazgil, Simone De Beauvoir
ve daha birçok yazarın kitapları artık küçük dükkânımızın deposuna sığmıyordu.
İlk yıllar seyrekliği ile yüzlerini sergilediğimiz kitaplar ilerleyen yıllarda
sırt sırta koysak da, raflara sığmıyordu. Babam, artık dükkânımızın küçük
geldiğini düşünerek SBF’nin karşısındaki Cemal Gürsel Caddesi’nde tuttuğu geniş
bir dükkâna taşınmıştık. İşte, on
binlerin özgürce yürüdüğü, polisin ise yürüyenlerin kenarında kortej yaparak eşlik
ettiği caddeydik. O yıllarda kimler yürümedi ki, sağcısı, solcusu, artisti…
Çocukları bile alet etmişti o yılların siyasetçileri… Bir yürümeyen futbolculardı
(!) Olayların hiç eksilmediği SBF ve Hukuk Fakültesi’nin arasında patlak veren
öğrenciler arasındaki olaylara müdahale etmek isteyen polisler de joplarıyla
karıştı mı, artık ortalık savaş alanına döner, atılan taşlardan çevredeki dükkânlarda
nasiplenirdi. Acilen indirdiğimiz
kepenkle müşterimizle birlikte içeriye saklanır, göz ucuyla olayların bitmesini
izlerdik… Raflar, kitaplarla kısa sürede
dolmuştu. Peş peşe bastığımız yayınlara da artık büyük bir depo gerekiyordu.
Daha sonra matbaa yaptığımız dükkânımızın altındaki depoyu tuttuğumuzda her
biri beş-on bin basılan kitaplar matbaadan gelen paketleriyle yerlerini buluyor
ve Türkiye’nin her tarafındaki kitapçılara buradan gidiyordu. O yıllarda
yayınevimize kimler gelmiyordu ki… Özellikle Hasan Hüseyin Korkmazgil’i hiç
unutamam. Üzerinde siyah beyaz desenli ceketinin içinde kırmızı desenli boğazlı
kazağı, pamuksu saçları, siyah gür kaşları altında gülen gözleri ışıl ışıldı… Babamın
SBF’nin hocalarıyla yaptığı sohbetleri dinliyor, gelen müşterilere istediği
kitapları paket yapıyor, boş kaldığım zamanlarda da bir köşeye çekilip kitabımı
okurdum… Zaman zamanda futbol oynadığıma kızan babamın bir hocayla uzun
sohbetini gördüğümde hemen arkadaşların yanına kaçıp, topun peşinde koştuktan sonra ter içinde
tekrar yayınevimize döner, ancak içeri girmekte zorlanırdım. İçeriye rahat
girebilmem ve babamdan fırça yememek için mutlaka masasında birisiyle sohbet
etmesini gizlice takip ederdim.
Ah o kitaplar neler çekti neler!
Zaman zamanda sivil polisler ziyaretçilerimizdi… Onlar,
ellerindeki listeden yasaklı kitapları sorar, hatta raflarda arar, bulduklarını
tutanakla teslim alıp götürürlerdi. Bazen de bastığımız SBF’nin yardımcı
kitaplarını depomuzdaki tüm mevcudunu bir kamyona yükleyip Ulus semtine yakın
Adliye binasına götürüp teslim eder, birkaç ay sonrada kitaplarımızın
mahkûmiyet kararı kaldırıldığında kamyona tekrar taşıyarak depomuzdaki yerine
koyardık. Koyardık koymasına da kitaplarımız artık damga yemiş ve adliyenin o
resmi ve rutubet kokusu da satırlarına sinmişti!
Dükkânımızın bir köşesinde Rulo rulo afişler vardı.
Vietnam Savaşı’nda öldürülen bir askerin siyah beyaz basılmış afişinde acı
çeken yüzü, havaya kalkık ellerinin birinde silahlı fotoğrafının üstünde
“Why” yazıyordu. Dikenli telli fotoğraf baskılı
afişte, Ahmet Arif’in, “Terk etmedi sevdan beni/ aç kaldım, susuz kaldım / Hayın karanlıktı
gece/ Can garip, can suskun/ Can paramparça/ Ve ellerim kelepçede/ Tütünsüz,
uykusuz kaldım/ Terk etmedi sevdan beni…” dizeli şiiri ve Yılmaz Güney’in
posterleri… İçlerinden Yılmaz Güney’in bir posterini seçip, vitrinimize astığımda 1974 yılıydı. Akşamüstüydü, saat altıya yaklaşsa da hava
kararmıştı. Yayınevimizin içinde birkaç müşteri, Bilgi Yayınları’ndan transfer
ettiğimiz Müdürümüz Muzaffer ağabey, Siyaset sahnemizin unutulmazlarından Osman
Bölükbaşı ve yanında birkaç adamı, resmi kıyafetli Komiser Ahmet amcam ile
Yabancı kitapların aracılığını yapan ONK Ajansının yetkilisi babamla
sohbetteydi.
Oda ne? Yılmaz Güney’in afişine müşteri olanlar kapının
önünde öylesine çoktu ki, kuyruğa bile girmemişlerdi! Amcam ve babamla birlikte müşterileri
karşılamak zorunda kaldık! Siz deyin iki yüz, ben deyim iki yüz elli kişi! Afiş
kaç kişiye yetecekti ki? Şaka bir yana kalabalığın içinden esmer bir delikanlı
kaşlarını da çatarak bıyıklarını aşağıya doğru sıvazlayıp karşımıza dikildi.
Belli ki kalabalığın lideriydi. Elinde şaklattığı tespihi ile: “Bu posteri
hemen kaldıracaksınız!” diye sertçe ortaya laf atınca, amcamla babamın göz göze
geldiğini gördüm. Babamın sinirinden kıpkırmızı olan yüzü, vitrinin ışığında belli oluyordu. Zayıf
bünyesindeki damarları şakaklarında belirmişti. Hiçbir şey konuşmadan içeri geçince
amcam, lider görünümdeki delikanlıya bir şeyler söylüyordu. Karşıya baktım
SBF’nin önündeki bahçede yüzlerce öğrenci olup biteni seyrediyordu. Her an
olayların başlaması içten bile değildi… Saatler ilerledikçe bizi tehdit edenler
birkaç kişilik gruplar halinde dükkânımızın önünde tur atıyor, SBF öğrencilerinin de dağılmasından istifade
edip karşı caddede lastik yakıyorlardı. Sanki her adımları, ‘sözümüzü dinlemezseniz
dükkânınızı da böyle yakarız!’ tehdidindeydi.
Babam, masasında sinirleri gerilmişti. Amcama: “Bunu
buradan çıkarmayacaksınız. Gerekirse benim ölüm çıkar ama bu afişi
çıkartmayacaksınız!” diyerek inat damarı tutmuştu. Saat gecenin onuna yaklaşmış
bizi tehdit edenler hala dağılmamış, nöbetlerindeydi. Muzaffer Ağabey daktiloda
birkaç satır tıkırdayarak elime tutuşturduğu kâğıdı hemen Cebeci Karakolu’na götürmemi istedi. Zaten yedi yüz
veya sekiz yüz metre uzaklıktaydı. Hızlı adımlarla gidip, nefes nefese karakolun
kapısına yaklaşıp, komiseri görmek
istediğimi kapıdaki nöbetçi polise söylediğimde, polis, elindeki sten tipi silahıyla beni komiserin
odasına yönlendirmişti. Kapıyı tıklatıp içeri girdiğimde karşımdaki komiser
filmlerde gördüğüm Hulusi Kentmen tipindeydi. Elimdeki kâğıdı uzatıp
bekledim. Yazıyı bitirmesiyle yüzünü
buruşturup koltuğunda geriye yaslandı. Beyazlaşmış bıyıklarını burkarak: “Hiçbir
şey olmaz! Hemen dükkânı kapatıp gidin!” sözüyle yayınevimize geri gelmiştim.
Aynısını babama söyledim. Babam köpürmüştü… Amcam uzun uğraşılardan sonra babamı ancak
ikna edebilmişti. Yılmaz Güney’in afişini gün bitimine yakın camdan
kaldırdığımızda kalabalıkta yavaş yavaş dağılmaya, yaktıkları lastiklerin
dumanları da azalmaya başlamıştı. O gün takip ediliriz düşüncesiyle kendi
evimiz yerine taksiyle amcamların evine gitmiştik.
Ertesi
gün daktilonun başında yine müdürümüz Muzaffer ağabey vardı. Birkaç nüshalık
yazının birisini Adalet Bakanına, diğerini de Başbakan Sadi Irmak adına
yazmıştı. Bir yazıda Cumhuriyet Gazetesi’neydi. Birkaç gün sonra hem Adalet
Bakanlığından hem de Başbakan Sadi Irmak imzasıyla konunun incelendiği ve
Cebeci Polis Karakolundaki görevliler hakkında soruşturma açıldığı
belirtiliyordu. Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazımız da İlhan Selçuk’un köşesinin
hemen altında çıkmıştı…
Birkaç gün sonra Adliye’den davet yazısı geldiğinde
karakola yazıyı götürmem nedeniyle benimde ifade vermem gerekiyordu. Sabah, Adliye’ye gittiğimde onu aşkın polis savcının
odasının önünde sıra olmuştu. İçeri
girenler ifadesini verip kızarmış bir suratla dışarı çıkıyordu.
Sonuç mu? Polisler beraat etmişti…
Yılmaz Güney’in posteri ise rulo halinde yerinde
alıcısını bekliyordu…
Yayınevimiz 12 Eylül darbesi sonrası annem ve babamın ben
askerde iken yırtıp çuvallara doldurduğu dört kamyon dolusu kitaplarımız
SEKA’ya gitmişti. Satırlardaki düşünceler silinmiş, bembeyaz sayfasıyla gelecekteki meçhul
demokrasiyi bekliyordu…
Ertuğrul
Erdoğan
Kasım
2014/Bursa