Haziranın Edebiyat Dökümü..
Okuyun,
okumak unutmamaktır ve alzheimer hastalığının panzehiridir ruhlara..
Ciddiye
alınmayacak kadar hafiftir hayat ağırlık yapan insanlardır.. Öyle
öğrendim öyle işledi bu benliğime zira kimleri yolcu etmedik ki Necip
Fâzıl’ın aralık bıraktığı kapıdan tarihe, geçmişe.
Bazen bir şiir
okursun ve kederinle kâlbinin yahut kaderinin tam da ortasından
vurulursun.. Bu hep böyledir bende ve belki de çoğumuz da.
Şiir
okumayı üstâdlar öğretti bize, her bir dizelerinde bin anlamı bir
cümleye sığdırdıklarını anladığımız anda öğrendik biz şiir okumayı ve
yaşamayı şiirin hüznünde.
Yıllardır boşa mı sarardı defterler not
ettiğimiz ve aklımızdan geçen cümlelerin iziyle, elbette değil, elbette
hepimizin kâlbini altüst eden bir üstâd şiiri saklıdır beyninin şiir
köşesinde.
Konum haziran sevgili günlük, konumun konusu da haziranda yaşadığımız edebiyat dökümü.
Mayıs da ağır geçti aslında, öyle darbeli öyle kinli ki nerden baksan siyah kan’dil isi dimağımızda..
Hazirana
girmek mayısın ağırlığını atmak için omuzlarımdan çok uyudum, uyuyunca
geçiyormuş öyle derler ya ama anladım yalan olduğunu o tabirin ne
geçiyor, ne bitiyor..
Evet hazirandayız sevgili günlük, haziranın
şiir dökümü, yaprak yaprak gözlerimde sebepsiz yaşlar, hissiz bakışlar
güllere ve lalalere gelincikler hele bir görsen hepside yetim.. Derin
derin nefes niye alınıyorsa bende yine en derinden bir nefes aldım bir
bardak çay, bir tutam karanfil içinde bir Hasan Hüseyin Korkmazgil
dörtlüğü ile hazin bir filmi izler gibi başladım haziranda yitirdiğimiz o
yegâne 9 şairimizi incelemeye..
“sokaktayım
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
yaralı bir şahin olmuş yüreğim
uy anam anam
haziranda ölmek zor!”(H.H.Korkmazgil)
Çay dedim de çay bir başka demlenir sevgili günlüğüm Orhan Kemal dizelerinde, yaz bunu da bir köşene..
“Bir gün oturup çay içelim seninle.. Çaylar benden olur, Manzara senden… Orhan Kemal”
Dönelim tarihimize..
Hadi
bakalım tarih hangi yegânelerimizi aldın bir deşifre edelim seni ki
alınma sözlerimize ölüm Allah’ın emri, sadece hatırlama bizimkisi
niyetimiz yâd etmek üstadları elbette..“1. Orhan Kemal – 2 Haziran 1970Hasan
Hüseyin Korkmazgil’in 13 yıl yüreğinde taşıdıktan sonra yazdığı şiirin
adıdır: “Haziran’da Ölmek Zor”. Nazım Hikmet’in ölümüyle oluşmaya
başlayan dizeler, başka bir dostunun, Orhan Kemal’in ölümüyle kağıda
dökülmüş ve onun güzel anısına adanmıştır.
Hasan Hüseyin’in bu
şiirini ithaf ettiği Orhan Kemal de 2 Haziran 1970’te öldü. Son iki
yıldır sağlığı ciddi bir şekilde bozulan Orhan Kemal, hem gezi hem de
tedavi için gittiği Bulgaristan’da yaşamını yitirdi. 6 Haziran’da
cenazesi özel bir arabayla Kapıkule sınır kapısına getirildi. Eski
arkadaşlarından bir grup onu karşıladı ve İstanbul’a kadar arabasına
eşlik ettiler. Ertesi gün Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi. O
da şiirle başlamıştı edebiyata, Nazım Hikmet’in yönlendirmesiyle düz
yazıya geçmişti.
2. Ahmed Arif – 2 Haziran 1991Ahmed
Arif, 21 Nisan 1927’de Diyarbakır’ın Hançepek semtindeki Yağcı Sokak 7
No’lu evde dünyaya gelir. Diyarbakır Lisesi’nden mezun olunca Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’ne girer.
1940-1955 yılları arasında değişik dergilerde yayınladığı şiirlerinde
kullandığı kendine has lirizmi ve hayal gücüyle Türk Edebiyatı’ndaki
yerini almıştır.
1948’de bir şiirinden dolayı tutuklanır. Bir
süre sonra serbest bırakılsa da 1951’de tekrar gözaltına alınır, baskı
ve işkence görür, tekrar serbest bırakılır. Şiirlerinde hep ezilen
insandan yana olmuştur ve ezilenlerin kardeşliğine vurgu yapmıştır.
Şiirlerinin toplandığı tek kitabı Hasretinden Prangalar Eskittim 1968’de
yayınlanmıştır. Ahmet Kaya, Cem Karaca gibi sanatçılar tarafından
birçok şiiri bestelenmiştir.
Evet, ağlamaklı oluyorum, demdir bu.
Hani, kurşun sıksan geçmez geceden,
Anlatamam, nasıl ıssız, nasıl karanlık…
Ve zehir-zıkkım cıgaram.
Gene bir cehennem var yastığımda,
Gel artık…
3. Nazım Hikmet – 3 Haziran 1963Nazım
Hikmet, 3 Haziran 1963 sabahı kapıya bırakılan gazete ve mektupları
almak için yatağından kalktı. 1952’de geçirdiği kalp krizinden sonra
hasta bir kalple yaşamaya alışmıştı belki. Bursa Hapishanesi’nde
geçirdiği yıllardan beri biliyordu kalbinin durumunu. Yine de son
yıllarda ölüm daha bir düşüyordu aklına ve dizelerine…
Ölümünden birkaç ay önce yazdığı şiirde şöyle diyordu:
“Bizim avludan mı kalkacak cenazem?
Nasıl indireceksiniz beni üçüncü
kattan?
Asansöre sığmaz tabut,
Merdivenler daracık”
Kapıdaki
gazeteleri aldıktan sonra kalbi durdu. Sessizce öldü. Sessizce, çünkü
karısı çıkan değil, çıkmayan seslerden korkarak fırladı yataktan. O anı
şöyle anlatıyor:
“Koridora fırladım ve askılığın yanında, yerde
gördüm seni. Sırtınla kapıya yaslanmış, elinle yere dayanmış, bir
bacağını Türk usulünce altına almış, ötekini hafifçe ileriye uzatmış,
oturuyordun. Beyaz ve alışılmadık bir şekilde sakin yüzünün anlatımından
daha ilk saniyede anladım ölmüş olduğunu.”
Hasan Hüseyin devam ediyor:
“yıllar var ki ter içinde
taşıdım ben bu yükü
bıraktım acının alkışlarına
3 haziran ‘63’ü”
Nazım
Hikmet’in cenazesi iki gün sonra Novadeviçi Mezarlığı’na defnedildi. En
ünlü Rusların gömülü olduğu bu mezarlıkta, Turgenyev, Çehov, Gogol ve
Mayakovski gibi yazar ve şairlere komşu oldu.
4. Ahmet Haşim – 4 Haziran 1933Yakup
Kadri Karaosmanoğlu, Ahmet Haşim adlı kitabında, doktorunun “Keşke bir
an evvel ölse de kurtulsa; çünkü her gün çektiği azap bin ölüme
bedeldir” dediğini yazar. Aynı kitapta ölüm haberini alınca, bir yıldır
beklemesine rağmen yıldırımla vurulmuşa döndüğünü de anlatır.
Haşim
ölüm fikriyle o kadar çelişmektedir ki onun gözünde: “Ahmet Haşim hayat
demekti. Bu formül haricinde bir Ahmet Haşim tasavvur etmek, fizikçe
uyuşmaları mümkün olmayan unsurları bir araya toplamak gibi tabii
kanunların, aklın, idrakin kabul edemeyeceği bir şeydi.”
5. Cahit Zarifoğlu – 7 Haziran 19871950’li
yılların ikinci yarısı, Kahramanmaraş Lisesi… Cahit Zarifoğlu, Erdem
Beyazıt, Ali Kutlay, Hasan Seyithanoğlu, Rasim-Alaaddin Özdenören
kardeşler ve sonradan aralarına katılan Mehmet Akif İnan… Yedi Güzel
Adam. Cahit Zarifoğlu’nun yoksul evinde şiir günleri düzenlediler.
İkinci Yeni şiir akımını benimsediler. Cemal Süreya, Edip Cansever,
Turgut Uyar’ın şiirlerini gece gündüz demeden, bıkmadan usanmadan
birbirlerine yüksek sesle okudular.
“Anılar defterinde gül yaprağı
Gibi unutuldum kurudum
Başıma düştü sevda ağı
Bir başıma tenhalarda kahroldum
Sen kim bilir rüzgârlı eteklerinle
Kim bilir hangi iklimdesin, ben
Sensiz bu sessizlikle
Deliler gibiyim sensiz
Bu sessizlikle.
6. Cemil Meriç – 13 Haziran 1987“Cemil
Meriç’in üslubuna yansıyan yalnızlık daha çocukluk yıllarında
başlamıştır. Ailesi Balkan Savaşı sırasında Yunanistan’dan Hatay‟a göç
eder. Bu çevrede uyanan ilk yalnızlık ve yabancılık hislerini şu
cümlelerle ifade etmektedir:
“Antakya’dan sonra Reyhaniye. Çerkez
Mahallesi’ndeki ev. Bahçe, dere, mektep. Babamı yine akşamları
görebiliyorum. Ablam Antakya’da okuyor. Ben yalnızım. Babam hep çatık
kaşlı, annem hep mızmız. Kasabanın çocukları hep korkunç. Bol bol dayak
yiyor, hep hakarete uğruyorum. şikayet edeceğim kimse yok. Mektep
bahçesinde çocuklar oynuyor… Ben yine yalnızım ve yabancıyım, yabancı
yani düşman. Dilim başka ve gözlüklerim var… Kendimden utanıyorum.”
Uzun
süredir gözlerinden rahatsızlık çeken Cemil Meriç, 1954 yılında miyop
olan gözlerini bir kaza sonucu kaybetmiştir. Gündüzünü kaybeden kuş
misali, gözlerini kaybetmek Meriç için büyük bir üzüntü kaynağı, bir
yıkılış olmuştur. İntihar etmeyi bile düşünmüştür.
Doktorun
“Gözlerinizin açılması mümkün değil” sözleri üzerine, eşi Fevziye Hanım
“Cemil eşin olarak izin veriyorum, nereye gidersen git, yeter ki yaşa”
der. Bunun üzerine Hatay’a gider, kaldığı otelin lokantasında Lamia
Hanım’la tanışır, Jurnal’de yer alan mektupların başlangıcı o geceye
kadar gider.
Lamia Hanım o günden sonra Cemil Meriç’in hayatından
çıkmaz. Eşi Fevziye hanım bu ilişkiyi bilir, başlangıçta zorlansa da,
sonraları eşinin hayatı sevmesi, karamsarlıktan kurtulması, üretmesi
için bu aşkı kabullenir. Jurnal 2’deki mektuplar bu aşkın belgeleridir
adeta. Bu mektuplar bize, aşkın yüceliğini, vazgeçilmezliğini ve
sıcaklığını yaşatır. Taparcasına sevmek, dürüstçe sevmek, yüreğiyle aşkı
büyütmek, doğrusu, ancak bu kadar mümkün olabilir…
“Arzularımı
susturamıyorum. Şımarığım, yaramazım, alçağım. Sel yatağına çekilmedi
henüz. Mektuplarınla yaşıyorum. Garip bir hayat bu, seninle yatıyor,
seninle kalkıyorum, ama yine de mütehassir (hasret çeken, özleyen)im,
yine de… Lamiam benim, bütünüm, kemalim, zindanımı aydınlatan ışık,
gözbebeğim.
Dünya kapkaranlıktı, bir kâbusu yaşıyordum. Bir akşam sen
belirdin ufkumda. Önce sesdin, ışıl ışıl bir ses. Sonra alev oldun.
Şimdi şafağımsın, Lamiam.”
“Yıllar pencerelerimizden kuşlar gibi
uçup gidecek, biz, ölüm dudaklarımızda son şarkımızı yarıda bıraktığı
gün aynı ürperti, aynı susuzluk, aynı hayranlık içinde can vereceğiz.”
“Sen benim vatanım, beşiğim, mezarım, kâinatım(sın).”
1984’te
felç geçirdi, 1987 yılının Haziran’ında ise beyin kanaması geçirerek
yaşama veda etti. Yıllar sonra yine yalnızlığıyla, “münzevi
yalnızlığıyla” hatırlanacak ama giderek artan okurları sayesinde artık
yalnız kalmayacaktı.
7. Peyami Safa – 15 Haziran 1961Peyami
Safa fıkra, makale, hikaye, roman türlerinde eserler yazmıştır. Gün
Doğuyor adlı bir de tiyatro eseri vardır. Ama bir yazar olarak belirgin
yönü, şüphesiz ki romancılığıdır. O, bir bakıma romancı yeteneğiyle
doğmuştur denilebilir.
“Edebiyat, dokuz yaşımda başlayan
ihtiraslarımdan biridir. On üç yaşımda Eski Dost diye yazdığım ilk
çocukluk romanımın müsveddelerini hala saklıyorum.” demesi, bir anlamda
söz konusu yeteneğin varlığını göstermektedir.
“İki yaşımda iken
babam ve kardeşim Sivas’ta on ay içinde öldü. Böyle kısa bir fasılayla
hem kocasını, hem çocuğunu kaybeden bir kadının hıçkırıkları arasında
kendimi bulmaya başladım. Belki bütün kitaplarımı dolduran bir facia
beklemek vehmi ve yaklaşan her ayak sesinde tehlike sezmek korkusu böyle
bir başlangıcın neticesidir.”
On dört yaşından itibaren tek
geçim kaynağı yazı olan, tepkileri ve romanlarından daha roman olan
hayatı ile, Peyami Safa da bir Haziran gününde yaşama veda etmiştir.
8. Hasan İzzettin Dinamo – 20 Haziran 1989Doğumundan
ölümüne kadar bütün yaşamı acılar, yoksulluklar, işkenceler, sürgünler
ve hapisler içinde geçti yazar-şair Hasan İzzettin Dinamo’nun.
Trabzon
Akçaabat’taki mutlu çocukluğu kısa sürdü. Babası 1915’te savaşta
ölünce, 6 çocuk ve annesi ile zor günler geçirdi. Bu nedenle 2 kız
kardeşiyle beraber o zamanki adı Darüleytam olan öksüzler yurduna
gönderildi. Ögretmenlik yaparken, komünizm propogandası nedeniyle 4 yıl
hapis yattı. Hemen askere alındı. Ağır askerlik koşulları nedeniyle
birkaç kez firar etti. Bu nedenle askerliğini yaklaşık 7 yıl yaptı.
Tezkereyi
aldığında ne evi, ne aşı, ne işi vardı. Memleketinde kimse kalmamıştı.
Seyyar fotoğrafçılık yaptı. Bir gazeteci arkadaşı vesilesiyle gazetede
adab-ı muaşeret köşesini yazdı. Nazım Hikmet şiirlerinden sonra toplumcu
şiirler yazmaya başladı. Tutuklanmalar, sürgünler, takipler,
mahpusluklar hayatından hiç eksik olmadı. Ama o Menekşe’de kiraladığı
gecekonduda hep yazdı. 9 roman ve şiirler… Kurtuluş Savaşı’nı “Kutsal
İsyan” da, Çağdaşlaşma sürecini “ Kutsal Barış” da yazdı..
Bu zorluklarla dolu hayat, 20 Haziran 1989’da son buldu.
“aradığım fazla değil
bir lokma ekmek kapısı
ne ebediyetin yapısı
ne cennetin lokantası
yıldızları bile seyredemiyorum
vakit darlığından
her akşam boynu bükük
eve dönüyorum
eski ümitlerimin mezarlığından”
9. Ahmet Muhip Dıranas – 27 Haziran 1980“Edebiyatımızda
Fahriye Abla şiirinin şairidir. Ama kendisi bundan hiç memnun değildir.
Başka şiirlerinin yok sayılıp, sadece bu şiirle anılması onu üzüyordu.
Hatta keşke yazmasaydım demiştir. Tabii şiirle ilgili başka şeylere de
üzüldü.
Şiirdeki “En sonunda varmışsın bir Erzincanlı’ya” dizesi
Erzincanlıları rahatsız etti. Dıranas bunun teknik bir nedenden
olduğunu, bir önceki dizedeki delikanlıya sözüne kafiye olsun diye
yazdığını söylese de anlatamadı. Hatta, şairin anma gecelerinden birinde
eşi Münire Dıranas’a, Fahriye Abla’yı kıskanıp kıskanmadığı bile
soruldu.
Şiirleri edebiyatın önemli isimlerince, Yahya Kemal,
Ahmet Hamdi, Nurullah Ataç tarafından küçümsendi. Manzume dendi. Şiirde
iddiasızdı, ama resimde alabildiğine iddialıydı. Feyhaman Duran, Bedri
Rahmi, Cemal Tollu, Hikmet Onat gibi ressamları acımazca eleştirecek
kadar.
Soyadının yazımında da hep sorun yaşadı.
“Bir el
çıkarmaya başlar bohçamızdan lavanta çiçeği kokan kederleri”, “Hoyrattır
bu akşamüzerleri”, “Ey unutuş kapat artık pencereni” dizeleriyle de
hatırlanacakken, Fahriye Abla’nın solmayacak gölgesiyle yetinmek zorunda
kaldı.
71 yaşında 21 Haziran 1980’de Ankara’da hayata gözlerini kapadı.
“Yeşil pencerenden bir gül at bana,
Işıklarla dolsun kalbimin içi.
Geldim işte mevsim gibi kapına
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.
Açılan bir gülsün sen yaprak yaprak
Ben aşkımla bahar getirdim sana;
Tozlu yollarından geçtiğim uzak
İklimden şarkılar getirdim san”
Kaynak:KMÜ Sosyal Bilimler Araştırmalar Dergisi, NTV Tarih Dergisi, Oda TV(Google)
Evet,
bir garip aydır haziran, içinde umut taşıyan içinde şair yaşatıp şair
alan toprağına ve su gibi huzur olan içlerimizdeki nâra..
Ne
gariptir bunca değerin aynı ay da tevafuken nerdeyse birbirine çok
benzeyen ölüm sebepleri ile tarihe islenmiş olması keza kazınmış olması
akıllara ki unutamıyorum bir zarif hüzün gibi, dünya telâşım ne olursa
olsun yüreğimin bir kenarında haziran olunca uçuşan bu hasretin ve
hüznün etkisiyle aldım bu yazıyı da kaleme zaten.
Şairlerin
kısaca hayatı ve ölümleri araştırmalarım sonucu belirttiğim kaynağa
aittir, eksiksiz olması için orjinal hali ile tırnak içinde ekledim
yazıma.
Belki olur da bilmeyenler varsa üstâdların hayatını olur
ya bir akşam üstü kahvesi yahut bir sabah çayı eşliğinde okurlar ve duâ
ederrek yâd ederler niyeti ile paylaştım.
Saygı ve duâ ile
andığımı tekrar belirterek şiirseverler olarak üstâdları senede bir de
olsa anmayı ihmal etmeyelim temennisi ile sonlandırmak istiyorum
yazımı..
Okuyan ve duâ eden herkese can-ı gönülden saygı ve selamlarımla.
şiir ile kalınız, şiir gibi yaşayınız inşallah şu iki günlük dünya da.Haziran2016/Z. Nâr