kaynar mum damlaları döküldü önce sayfaya
kalem işaret parmağından küçük
şiir ölüsü dolu kağıtlar masanın ayağına sıkıştırılmış
katran karası gecede eylül sarısı izmaritler
şair hala gelmedi
yine hangi cehennemin dibini üflüyor
başlarım böyle şiire de şaire de
saat epey ilerlemiş
dolunayda çıktı
ıslak kokuyor hava sanırım yağmurda başladı
karyola gıcırdamasa hemen uykuya dalacak
/pencereleri kıranın anasını,avradını,şiirini/
’’burası ne zaman ben neresiyim’’ derken kafasını terliğe vurdu karafatma’lar
muadilsiz ölüm
bozuk bir frekans kulaklarını becerirken
yinede en sevdiği parçayı kesik kesik öksürür gibi dinledi
"sen benim eksik kalan yerimsin…
kapattığım pencereler, güneşlere çektiğim o perdelerim…
sen benim hiç sevmediğim sessizliğimsin…
kaybettiğim yolum, korktuğum karanlık, hiç tutamadığım o yeminlerim…
sen benim terk ettiğim şehirlerimsin…
düştüğüm çukur, uzanan ellerim,
sen benim kovulduğum cennetimsin!.."
bir ses duydu derinden
canını alıyorlar sanki bir kahpenin
duvarları tırnaklarıyla okşuyordu birileri
kuru ekmek gibi kuruyan dudaklarını ısırdı
dişlerinde kanın demirsi lezzeti
/çok şükür bu gecede doyduk/
diye inliyordu komşu kadınlar
kaç izmaritin dibinde söndürmeye çalışdı
şehvetin ıslak tenini
/ziftin pekini iç ulan/
tahrik olmayan her kadının başı ağrır
ruhunu parçalarken azgın siluetler
tanyeri ağarmış
farkında değil şair
zaman su gibi terlemiş üzerine
dişlerini birbirine çarparak uyumayı öğrenemedi
ezan sesi duyuldu
her yaşadığı gün/ah
üç kere ağzını yıkadı
üç kere ruhunu
sevişme titreşimi gibi titrerken elleri
bir daha asla şiir yazmam
yazarsam ...
ruhuna el şiir!