...


Bir elçidir zaman, araladığın hayata tüm iyi niyetiyle barış getirmek isteyen...
Bizse kovarız hiç dinlemeden, savaşlara olan merakımızın hoyratlığıyla savurganca harcarız onu; kıymet bilmezliğimizin eşliğinde...




Bu aralar çok düşünüyorum. Düşünmemem gereken ne varsa bir bir sıralıyorum aklıma. Yasak tel örgülere ve mayınlara çarpıp devriliyor us’lu yanlarım. Kalbimi çiğniyorum her defasında... 

Herkesleşsem de herkes gibi hiç üzülmesem, gamsız ve hoyrat ve biraz da vurdumduymaz olabilsem keşke, bu kadar sıradışı acımasa canım.

Aslında çok da acınılası bir halim yok. Sadece nostaljik ve biraz da depresif olmak gibi kaygılar edindim. Bazen balkonun kapısını açarken camdaki yansıyan suretimden gördüğüm oluyor kendimi. Hüzünlü gibiyim, hüzünsüz gibiyim.. Duygulu gibiyim, duygusuz gibiyim..

Bazen ne hissettiğimi çözemediğim zamanlarım oluyor.. Yine de kendimden hiç vazgeçmiyorum. Biliyorum sen de ümitli olmamı isterdin her zaman. Bana bakma sen, bildiğin kızın işte, ama bilmediğin acılar yetiştiriyorum. Senin hiç görmediğin ve benim hiç bir zaman alamayacağım intikamlar dolduruyorum ceplerime...




’ey acı şiddetlen ’ ! nasıl olsa biteceksin !’




Şiddetlendikçe ölüyorum anne, ya o dindiğinde burada olamazsam. Hayatın ederi buysa, ben yok olacağım demekle eş değer değil mi bu? Belki hatrını bile sormaya bulamayacaklar kalbimin yerini diye korkuyorum.




’kalbim! etten bir organ değil sadece...’





Kendimi de, başkalarını da bağışlayamıyorum doğru! Senin hiç bilmediğin ’her şeyden’ ötürü, vicdan azaplarımdan yakarış beğeniyorum. Acı acı çığlığı duyulan bir trenin vagonundayım. Gördüğüm bütün kareler hayatımdan geçen yaşam anları ve tüm hüznüyle bana katık olan meraklı geleceğim..


Uyumak istiyorum, aslında istediğim uyumak da değil. Biliyorum ki uyursam uyanmak dahi istemiyorum. Senin gibi ve başkaları gibi, hatta herkes gibi yalnızları oynadığım bir gecenin piyesinde baş rol oyuncusu gibi hissediyorum kendimi.


Aşk’ı düşleyecek kadar aşk’a çoğalamadım bugüne kadar. Çünkü olmazlarımı olduramayacak kadar çaresiz anlarda, açılmayan o kapıların ardındaydım. Ne bir anahtar uydurabildim, ne bir kapı tomağı bulup vurabildim. Zaten kapı kolu da yoktu ortada, tutacak..


Bir kahvenin telvesini daha özgür bıraktım, tam da şimdi keyfimin kâhyası için. Bir elma soydum sonra; gözlerimin demine. Saate bakmanın kime ne faydası olabilir ki, zaman böylesine çılgınca seyrinde ve çocuklar en derin uykusundayken hayatın, gelecekteki acıların yasını şimdiden tutabilirsem dedim; avuçlayabilirim belki pişmanlıkları... Yine yanılgı..




Katar katar acılar ve yaşanmışlıklar kayıp yıldızların kayan mutsuzlukları gibiydi; ömrüme..
Ben bir rüzgar gülü olsam ya dedim; hep kendine dönen..




Kırgın değilim anne eylül’e. Yırtık uçurtmaların kuyruğuna kendim bağladım umutlarımı. Hiç kırgın değilim kuşlara ve rüzgâra. Aldanışlarımın sebebi yalnızca kader. Saçaklarını göğsüme sarkıtan yazgının dokunuşu bu..

Yangın kovuğundan çıkma bir çukurdaydım. Zuhur ederken sıcak temas, yakın bir karanlıktan kaçış aradım. Kaldırımlarımdan düştü ezeli teslimiyet. Rüzgârın kıvrımlarından, yalancı baharın esişine koştu hevesle savruluşlarım.

Mavi bir İstanbul aydınlığından düş’e karardım. Kararsızdım Ankara’nın gri mateminden. Hiç emin olamadım, karar kılamadım, çözemedim beyazını ruhumdan karanlık şehrimin. Caddelerin çıkmaz sokaklarda kaybolduğu bitişlerden yeniden başlamak istedim. Bağdaş kurdum aklıma. Kimse geçmiyordu anne oradan. Bekledim.. Çok bekledim..

Cüce kalmış dallarım büyüyordu keder hüzmeleriyle. Dev boranların saçlarında ellerimi aradım. Yoktun zamansız zamanlarda. Sitem mi bu? Hayır! Anne bakma öyle ağlamaklı...
Gölgelere kaçasım geliyor...

Uyuttuğum uykulardan mahmurluğum düşüyor. Antika saatlerin bozuk aksanıyla; kur beni içine. Evet bilmediğin acılar yetiştirdim verimsiz topraklarımda. Başka çare bırakmadılar. Şimdi buğulu üzümlerin hüznü var gözlerimde...



Ey zen!
Sen diyorum bir tek sen
Gözlerimden düşerken/içime 
Zencefil kokuşlu gözyaşım...




-Benden uzak dur / sadece uzaktan tanık ol ve izle dağınıklığımı!



Etraf zifiri karanlık! Hiçbir şey göremiyorum. Hangi boşluğuma yumruk atacağım kendime gelmek için bilmiyorum! Eyvallah dersem, siner mi acılarım kuytularımdan olduğu yere ve siner mi içim içim içime.. Yâr’dan aşağı salarsam aklımın o zarif kıvrımlarını, doğrulur mu olduğu yere...



’huzur denilen o mübarek kumaşın; ihtiyacım var her santimine’




Bir zamanlar mutsuzdum. Huzurlu olduğum için mutlu sayılabilecek bir mutsuzluktu benimkisi. Mutlu olamamayı mutsuzlukla karıştırmadım hiç. İkisinin arasında zarif bir çizgi vardı. Buna inandım. Şimdi sadece mutsuzum. Huzurumu çaldırdım anne.. Yeniden istiyorum, çok istiyorum! Kaç top sipariş vermeli umut satıcılarına güven ipliğiyle dokunmuş, o yumuşak huzur kumaşından? 

Kalbim o kadar çok mu satın alabilmek için? Yeter mi sence?

Anne beni dinle, bir itirafım var sana..

Anne, ben huzurumu hiçbir zaman satın alamam. Ne olur kızma bu söyleyeceğime;




Ben kalbimi kaybettim....












fulya/eylül2011
( Ölüm Bloglarından Düşen Yağmur Tutanakları başlıklı yazı Fulya Codal tarafından 5.11.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu