Ey Can!... Çoktandır gelen bir mektubun olmadı, bana. Ne bir ses ne bir nefes… Kendimi yalnız hissediyorum, dostlardan bir mektup gelmeyince… Kendi kaderine terk edilen ünlü isimler vardır, hani… Bir Sezai Karakoç’un yalnızlığı, bir Nuri Pakdil’in anlaşılmazlığı içindeyiz, kısacası.

Dediğimizi anlayabilmeleri için birçok insanımız, kendimizi nasıl ifade edeceğimizi artık bilmekten yorgun düştük. Anlatıyorsun, anlamaktan aciz kimisi. Elifi mertek sanan bunca insanı anlayabilmek!.. Kendini üzme yalnız. Mevlana, insanın anlaşılmasını, muhattabının kavrama ölçüsüne bırakmış. Ne kadar bilgili olursanız olun, karşısındaki seni ne kadar anlayabiliyorsa bilgin o kadardır, kısacası. Onun için senin üzülmene gerek yok. Biz, birbirimizi anlamakta mıyız? Meselemiz, budur.

Sadece içimizdeki hasedi ortadan kaldırabilsek!..

Yazılan kitapları, istisnasız okuyabilsek!…

Bir futbol takımını tutar gibi çıkan kitapların yazarları arasında bir ayrım yapmazsak!..

Çıkan dergileri, gönül rahatlığı içinde sahiplensek!...

Gazeteleri az satılır çok satılır bahsinden kurtarıp, her gün farklı bir gazete okuyup dünyamızı, hayal ufkumuzu aydınlatsak!...

Tuttuğumuz futbol takımı (!) misali, bir başka takımın da iyi oyunculara sahip olduğunu kabullensek!...

  Yaşadığımız ortamdan ayrılırsak, sanki sudan çıkan balık ölür gibi, yanlış bir duyguya kapılmamak lazım…

Ey Can!.. Hayatın ölçüleri ortada iken, kendi kendilerine ölçü koyup, insanları aynı tornadan geçirme düşüncesi içinde olanları bilirsin.

Ey Can!.. Dünyanın her yerinden toprak getirsen, elindeki fidanı önündeki çakıl dolu saksıya değişmeyen mantığın ne derecede sefil bir anlayış olduğunu bilmektesin.

Ey Can!.. Sanatı, edebiyatı, kültürü hor gören her anlayış, kendisini kabul ettirmede bir eksikliğe sahiptir. Nedense kendisini nimetten sayıp, başkasını hakîr gören her anlayış, anlaşılmamaktan yana sitemkârdır. Bu sitemlerinde kendilerini haklı, başkasını haksız görenlerin aynaya bakıp düşünmeleri gerekmez mi?

Ey Can!.. Biz, kendi dilimizin başımıza açtığı belalardan mustaribiz, aslında. Doğruyu söyledikçe statta oturanların alkışları bir bir azalmaktadır ve Şeref Locası (ne demekse!..) sakinleri rahatsız olmaktadır.

Biz, doğruları söylemek için hayatın bir manası olduğunu bilerek yaşamaktayken, bir başkası yanlış söylemlerde bulunarak, hayata başka anlamlar yüklemede doğruların sayısını artırma yolunu seçiyorsa ve biz, doğrunun tek olduğunda ısrar ediyorsak, birilerinin günahı artmaktadır, açıkçası.

Ey Can!... Yalnızlığımız Eyyûbî sabır içinde olmalıyız, başa ne gelirse bunu Hakk’tan bilmedikçe doğrunun yanında olmanın tadı ve bereketi kaçmaz mı?

Yalnızlığımızı taçlandıran yaşantımıza tahammül etmeyen anlayış ve anlayışlar, kendilerine mahsus sorumluluk içinde hareket ederek, üzerlerine düşen görevi yerine getirdiğinde niçin rahatsızlık içinde olalım. Bak, etrafına ve uğraştığın meşguliyete aşina olanlara sor: Biz, niçin bir araya gelmemekteyiz, aynı doğrultuda olmamıza rağmen?

Onlar, ihtilafın rahmet olduğunu sayıklar ve gazab olduğunu kabul etmeye yanaşmaz.

Hangi kuş, kendi cinsinden farklı bir sürü içinde uçmaya yeltenir?

Fil sürüsü içinde bir zebra görülmüş mü?

Sürüngenler içinde timsah ile kertenkele arasındaki farkı anlayamayacak kadar zavallı olanlar, sanattan ve sanatkârın işinden ne anlayabilir?

Sanat sadece çelik-çomak mıdır ki kumda oynayan çocuklar misali, görüle sanat ve sanatkâr kavramı?

Sor ve onlara de ki; sanat Hakkı aramak ise, Hak, sanatkârı kabullenmektedir ve sanatkâr sanatı ile insanların ufkunu açmada bir sebeptir. Bu sebebi kabul etmiyor musunuz?

Sor ve onlara de ki; sanata değer vermemek, Hakk olanı kabul etmemektir. Buna katılıyor musunuz?

Sor ve onlara de ki; Sanatkâr, sanatını icrâ ederken yeni bir şey ortaya koymaz, o yaratıcı değildir. Lakin yaratılana yaratmanın ne ölçüde olduğunu tarif eder. Yaratanın tekniğini bilmemek ne derecede ayıplanması gereken bir harekettir? Bir buluşu gerçekleştirene verilmesi gereken değeri, niçin kabul etmiyoruz?

Sor ve onlara de ki; sanatkâr, ortaya koyduğu eserle, eserlerle insanı düşündürtmeye sevk etmez mi?     

Ey Can!.. Bir ülkede sanata ve sanatkâra değer verilmiyorsa ve bunun farkında değilse insanlar, bunu yüksek sesle dillendirmek gerekir.

Çıkardığın yazılı, sesli, göze hitap eden estetik ne varsa sahiplenmedikçe, bir başkasını iltifata boğanlar, işte gördüğün gibi böylesi yazılarda eleştiri içinde boğulmakla yüz yüzedir. Mimarîden, musıkîye, şiirden tenkide uzayan çizgide bize münhasır ne varsa o işle uğraş içinde olanlara değer vermemek olmaz.

Sanatını konuşturanları küskünlüğe hem itiyor ve hem de kendilerinden üstün değerler bekliyoruz.

Düne kadar tiyatroya, sinemaya varıncaya kadar birçok sanat alanını hor gören ve aşağılayan, aynı zamanda inanca mugayir görenler, şimdi ne haldedir? Biliyor musun?

Aslında hata, insanına sahip çıkmamaktadır. Biz, kendi insanımıza güvenmemekteyiz. Başkasını kendi insanımızdan üstün görmekteyiz.

Başkasının ürettiğini göklere çıkartır, bizden birinin daha kıymetli olanını yerin dibine geçirmede üstümüze yoktur. Yeni çıkan kitapları okumasak bile gider alırız, etrafımıza kendimizi entellektuel hissini vermeye çalışırız.

Biz değil miyiz, çarpık temalarla sinema alanında yıllardır kendi insanını uyutan? Bir dönem, oynadıkları sinema filmlerinde boğazına kadar batanları, hidayete erdirten yapımlarda el üstünde tutan?

Biz, değil miyiz, “Bu Hakk’ı kabullendi” diyerek, kendisine bir futbol sahası kadar alan açıp, böbürlenen ve bu zatı, zatları, şahısları kafese kapatılan yaratık gibi şehir şehir dolaştırarak, “Nasıl hidayete erdi?” konferansları verdirtenler?

 Aslında kendi insanımıza biz, değer verseydik, bu derecede durumlara da müstahak olmazdık…   

Sabahtan akşama kadar övüp yere göğe sığdırtamadığımızı, bir çırpıda yerle yeksan ederiz.

Hala ibret almayız ve hatanın neresinden dönsek kârlı olduğumuzu, nefsimize kabul ettiremeyiz..

Dünyanın bu derecede teknolojik alanda küçüldüğü ortamda, yüzyılların geleneğine uymakla ne derecede başarılı oluruz?

Hala “eski tas eski hamam” misali dönüp durur, bir karış yol almayız ve bu almadığımız yol ile övünüp dururuz!...

Başaksının yazdığı romana methiyeler düzeriz, çektiği filme övgüleri eksik etmeyiz, yazdığı şiiri ezberleriz, gazetede çıkan makaleyi okumaya can atarız, televizyon programını seyre dalarız… Bunu inkâr da etmeyiz.

Elimizdeki serveti üst üste ekler, apartman haline getirir ve servetimize aşağıdan yukarıya doğru bakar, servetimizin ne kadar arttığına övünçle bakarız.

Bilmezler mi sanatın ne olduğunu, sanatkârın ne işle meşgul olduğunu, onlar.

Onlar, bilmezler mi sanatkârın ne derecede sıkıntı çektiğini ve ne zorluklarla boğuştuğunu.

Duvarına astığı tabloda yabancı bir imza görmek için müzayede kuyruğuna girenler, kendi sanatkârının da tablolar yaptığını bilmez mi?

Aslında hepsi bilmektedir ve hepsinin bundan haberi vardır.

Ey Can, doğru söylemek, bazen insanı sevimsiz yapar. Çok konuşanın sözünde yanlışlıklar bayram eder. Ağyar sevinmesin, dost üzülmesin diye sözü kısa keseyim: sen sanatına devam et, sanattan anlamayanlar seni niçin anlasınlar? Sen kendi değerinin, kıymetinin kimin tarafından bilindiğini zaten bilmişsin.

  

( Ey Can-7 başlıklı yazı MehmetALİ tarafından 27.07.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.