Gözlerinin kehribar sarısı yalnızlık
Bakışlarının çarmıha gerilmiş duygular sakladığını
Kirpiklerinden dökülen yıldızların
Çölleşen ruhumda
Sıratta bilenen sözcüklerim
Fırat’tan geçmeyen yüreğim varmış
Bedenim Arasat’ta ayakta duramazken
Baldıran zehrine ürkek gözlerle bakan hislerim
Son zerki de akıtırken damarlarıma
Yokluğunda yakılmış binlerce kelimeyi
Bir kibrit alevinde demledim ayazda
Islak bir türküye yaslanırken duygular
Titrek dudaklardan dökülürken yollarına özlem sancıları
Sırtımı dönerken ağlayan çırpınışlara
Sevmelerim tahribata uğradı zamanda
Tamirat bekleyen anlarımın hatırına kaldım biraz daha
Tanımadan tanımlayan imgelerin isyanını söyledim
Kırmızı kum tepesinin yanında yatana
Nil nehrinin en dip kıyılarında bile söylenen
Güneşin batmadığı şehirlerin adına
Tih Çölü’nde derviş gibi dönenlerin
Tur Dağı’nın esrarını bilmediğini söyledim hep
Güz yağmurları mı değmiş uyuyan yedilere
Ölüm kaç yıl beklemiş Nuh’un Gemisi’nde
Saçları rüzgârda savruk bedevi oldum ansızın
İçi dolmamış kavramların ve kuralların sancısını çekerken
Özgürlük besleyen beyaz güvercinlerin dilleriydim
Yüce kavganın durağında cüce kalırken eylemelerim
Odunlar kutsal balıklara dönerken ateşin kucağında
Artık bütün hıçkırıklar erguvan renginde
Havari olurken düşlerim sevgilinin koynunda
Kılıcım kan yazarken sokak diplerine
Yürekler Nemrut olup çıkarken arşa
Sayha kara bir gök gibi inerken kaderimize
Duydum ama anlatamadım
Parmakları kesilen Hindular kadar
Yüreğiyle gören muskalar taşıdım dudaklarımda
Uyanmak için Tiananmen Meydanı kadar öldüm
Gönül gözüyle çölleri medeniyet yapan Mecnun misali
Duydum ama anlatamadım
Ölüm sıcak bir yaz güneşi kadar masum dururken başımda
Zekeriya EFİLOĞLU