İki günden beri ne yazacağımı şaşırmış bir halde yüreğim darmadağın oldu. Gözümün önünden daha önceleri yazmış olduğum bütün yazılar geldi geçti. Bu güne kadar  kocaman bir hiç yazmışım. Kendi kendime "senin haddine mi yazı yazmak, sen kimsin" gibi bir sürü sorular beynimi patlattı.
 
Yine duramadım. 05.12.2010 günü yaşamış olduğum Hasan Basri Çantay'ı anma panelinde yaşamış olduğum fırtınalı duygularımı sizlerle paylaşmak istiyorum.
 
O günü saat.17.00 sıraları eve geldim. Peşim sıra en küçük kızım da dershaneden geldi. Evin giriş kapısında buluştuk. Planımız ailecek panele katılmak idi. Ortanca kızım ile eşimin iptal edemeyeceği programları yüzünden ortada yanlız kaldığımı hissederken küçük kızım Gökçe "Baba ben seninle gelebilirmiyim" demesiyle gönlüm bir hoş oldu.
 
"O zaman gel babacık kızcık karnımızı doyuralım da bir an önce toplantıya gidelim" Hemen üstümüzü, başımızı değiştirdik. Karnımızı doyurduk. Küçük kızım ile birlikte yola koyulduk.
 
Salih Tozan Kültür Sarayı önüne geldiğimizde Yusuf Akgül hocam etrafında tanımadığım bir kaç kişiyle muhabbet ediyordu. Beni görür görmez "Oo canım kardeşim hoş geldin" diyerek tokalaştık. Hemen yanımda ki kızımı sordu ve bende tanıttım. Orada bulunanları da bize tanıttı. Ayak üstü muhabbet ederken panele katılacak olan değerli ilahiyatçı, yazar Salih Dülger hocamız geldi. Peşin sıra bir sürü insan. Yusuf hocamı görür görmez sarmaş dolaş oldular. Belli ki eski dostlar. Birbirlerini hatırını sorduktan sonra etrafında bulunanları tanıtmaya başladı.
 
Kızımı gören herkes onunla ilgilenmeye başladılar. Soru üstüne soru. Bizim ufaklık sorulara cevap verse de biraz utangaç, saygılı ve güleryüzlü cevaplar vermesi milletin hoşuna gitmişti. Biz de doğal olarak "hocam sizi dinlemeye geldik" diyerek yüreğine bir dost mesajı vermeye çalıştık.
 
Değerli insanlar peşpeşe gelmeye başladı. Panelin başlama saati de yaklaşıyordu. Kültür sarayından içeriye girdik. Millet sıraya girmiş. Kimisi kolonya tutuyor, kimileri sırayla "hoşgeldiniz" diyerek bizleri içeriye buyur ettiler. Herkes gibi bizde yerimizi aldık. Onbeş dakika kadar bekledikten sonra sahneye bir sunucu çıktı.
 
Bu akşamın konusuna binaen biraz bilgi verdikten sonra panele katılan kişileri tek tek sahneye davet etti. Sahnede uzun bir masa kurulmuş, masanın arkasında dört adet sandelye vardı. Paneli yönetecek olan Yusuf hocam tecrübeli olmasına rağmen yine de heyecanlı olduğu belli oluyordu. Sesinin tonunda öyle bir mütavezelik vardı ki bu kadar değerli insanlar arasında bulunmak onun için şeref ve gurur kaynağı idi.
 
Yusuf hocam sırasıyla konuşmacıların hangi konuda söz alacaklarını takdim ettikten sonra ilk sözü araştırmacı, yazar Aydın Ayhan aldı. Aydın Ayhan bey Hasan Basri Çantay'ın doğumundan ölümüne kadar olan biteni öyle bir anlatıyordu ki sanki kendisi o anları yaşıyormuş gibiydi. Ben de dinlerken arada sırada kızıma bakıyordum. 
 
İçimde acaba bu ortam kızımın canını sıkar mı diye endişe vardı. Baktım pür dikkat dinliyor. Duramadım eğildim kulağına "kızım nasıl hoşuna gitti mi" diye fısıldadım. Kızım da "baba adam ne güzel anlatıyor, hem bu Hasan Basri Çantay'ın yapmadığı iş kalmamış" dedi. Ben de dinlemeye devam etsin diye "eve gidince konuşuruz, şimdi dinleyelim" dedim.
 
İkinci sırada ilahiyatçı, yazar Salih Dülger sözü aldı. Salih hocam ise Hasan Basri Çantay'ın tasavvufi yönünden bahsetti. Onun peşinden araştırmacı, yazar Maruf Çaksu hocam sözü aldı. O da manevi yönünü anlatmaya çalıştı. Her üç konuşmacı da çok değişik konulardan bahsettiler.
 
Bir yere geldiklerinde çaresizce takılıp kaldılar. Üzüntülerini dile getirmekle yetindiler. Biraz da bu zamana kadar Hasan Basri Çantay ile Mehmet Akif Ersoy gibi insanlardan uzak kaldığımızdan, onların yaşamış olduğu manevi durumlarını anlayamamaktan yakındılar. Kendilerince çok haklı yönleri olabilirdi. Ama burada çok ince bir nokta vardı.
 
Yusuf hocamın yazısında da bahsettiği, bir adam daha 41 yaşında akıldan sorunu var diye emekli ediliyor ve devletin yönetiminden ve halktan uzaklaştırılmaya çalışılıyor. O zaman ki T.B.M.M. de bulunanlar arasında bazı kişiler tarafından resmen susturulmak isteniliyor. Nasıl Mehmet Ekif Ersoy'un sen yoruldun diyerek Mısır'a gönderilmesi gibi. Zaten her ikisi de bazı yerlerde o zaman ki mecliste bulunan muhalif gurubun ne yapmak istediklerini anlatıyorlar.
 
Bu değerli insanların susturulmasını bir kenara bırakalım. Bu insanları anlamak, anlatmak, bunların felsefesinde değerli nesiller yetiştirmek için bizler bu güne kadar niye durduk. Türk gençliğinin halini gördükçe yazıklar olsun bize demekten kendimi alamadım  
Yine aklım döndü dolaştı eğitimcilere çatmaya kalkışmışken kendi kendime "hele bir dur bakalım, görmüyormusun şurada ki ortamı" diye frene bastım.
 
Ne kadar olumsuzluklar içinde olsak ta ben bu akşam burada bir şey gördüm. Bu ülkenin başına ne gelirse gelsin. Bu ülke yine dara düştüğünde bir ateş yumağı gibi parlayacak, bu vatanı kurtarmak için yanacak yürekleri gördüm. Demek ki şu bir çoğunun büyük bir köy diye beğenmediği Balıkesir ilinde yanan meşaleler var. Kimse merak ta etmesin bir kere değil bin defa ölecek insanlar var.
 
Program bitti vedalaşmalar başladı. Kızımla birlikte yerimizden kalktık ön tarafa değerli insanların yanına geldik. Millet yavaş yavaş dağılmaya başladı. Salih hocam kızımı görünce yine derslerine iyi çalışması için öğütler vermeyi ihmal etmedi. Mustafa Kuvancı hocam da oradaydı. Hep beraber tatlı bir muhabbetle yavaş yavaş salondan çıkmaya başladık.
 
Salon çıkışında kitap sergisi vardı. Durdum şurdan kızıma bir kitap hediye alayım dedim. Kitabı almamla birlikte Mustafa hocam kitabın parasını orada ki gence çıkarıp verdi. Hocam yapma dememe kalmadı "Bu benden Gökçe'ye hediyem olsun" dedi. Ben de "hocam beni mahçup ediyorsun" desemde çare yok. Koluma girmiş birlikte dışarıya çıktık.
 
Artık eve gitme zamanı gelmişti. Otobüs duraklarına kadar Mustafa hocamla birlikte yürüdük. Eve gelir gelmez kızım annesine olup biteni anlatmaya başladı. Suspus duran o kızın çenesi birden açıldı. En çok ta hoşuma giden ne oldu biliyormusunuz.
 
"Anne yahu bu babamın tanıdığı insanların ne kadar tatlı dilleri varmış böyle" demesi neyin yanıtıdır biliyormusunuz. Daha Mehmet Akif Ersoy'lar, Hasan Basri Çantay'lar ölmemiş, aramızda yaşıyor. Bundan böyle hiç üzülmeyin. Bu ülke sıkıştığı zaman yine Mehmet Akif'ler, Hasan Basri'ler yetiştirecek....
 
 
07.12.2010        
( 366- Mehmet Akifler, Hasan Basriler Ölmemiş başlıklı yazı Necmi Yaprak tarafından 7.12.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.