Çocukluğumdan beri yerli yersiz soru soranlara sinir olmuşumdur. Sinir olmasına
sinir olmuşumdur ya almışızdır anneden kurs, görmüşüzdür babadan yüksek terbiye
( Bekçi Murtaza filminden arakladım bu cümleyi de ) Her neyse efendim. Yani
kısaca ebeveynimizden aldığımız eğitim neticesinde bu abuk subuk soruları
soranlara dışımdan hep kibar ve nazik cevaplar verirken içimden dümdüz
gitmişimdir.
Hatırladığım en eski soru ‘’ Kızım sana söylüyorum gelinim sen işit’’
kabilinden babama sorulanı.
-Sami geceleri altına işiyor mu?
Gariban babam cevap veriyor:
-Olur mu hiç amcası. Koskoca delikanlı altına mı işermiş hiç?
Oysa yalan. On iki yaşımda bile altıma işediğimi hatırlıyorum. Tabii ki içimden
bu soruyu soran amcayı boğmak geliyor. Ona ‘’ Evet işiyorum. Senin evde de icra
edeyim mi sanatımı?’’ dememek için kendimi zor tutuyorum.
Sonra ayakkabı meselesi:
-Aaaa sen hâla ayakkabılarını ters mi giyiyorsun evladım?
-Çok pardon amcacığım yine ters giymişim galiba. Uyardığınız için çok teşekkür
ederim.( Bu dışımdan söylediğim)
‘’Len dümbelek. Sana ne benim ayakkabılarım? Düşman olduğun belli ki ayaklarıma bakıyorsun
hep ‘’( Bunu da içimden söylüyorum.)
Ve en gıcık soru:
-Kamil Bey ! Sami’nin kırığı var mı?
Kırık…O kadar çok manaya geliyor ki: Mesela ‘’Bir aşna fişnesi var mı?’’ anlamı
da yükleyebilirsiniz, ‘’Kırılan bir kemiği var mı?’’ anlamını da. Ama adamın
sorusu bunların ikisi de değil. Merak ediyor zayıfım olup olmadığını. Allahın
ayısı. Kendi kızı takdir aldı ya havasını atacak ille.
Babam öfke ile cevap veriyor:
-Var amcası var…Kafasında, kolunda ve burnunda yer yer kırıklar var.
‘’Ulan amca gibi canavarlara yem olasın e mi? Şimdi durduk yerde babama o
menhus anı hatırlatmanın alemi var mı ?’’
Ortamı yumuşatmak lazım. Çünkü rahmetli burnundan solumaya başlıyor. Her an
önündeki çay bardağını ya da elmayı kafama geçirme ihtimali var.
-Üzerinize afiyet biraz kırıklığım var amcacığım. Ama babamın şefkatli elleri
sayesinde yarına sağ çıkarsam hiç bir şeyim kalmaz.
Anlayacağınız benim derdim hiç bitmedi bu abuk subuk sorulardan yana. Özellikle
de kırık ile ilgili sorular...
En gıcık
olduğum ders olan Fizik Dersinin öğretmeni
soruyor:
-Sami evladım cevap ver bakalım. Yoğunluğu bilmem ne kadar olan bir sıvı
içerisine elli derecelik açıyla sokulan bir çay kaşığının su içindeki görüntüsü
kaç derecelik açıyla kırılır?
‘’ Bana ne yahu. Bunu bildiğim zaman uzaya mı gideceğim? Atomu mu pare pere
edeceğim? Bütün işimiz gücümüz bitti de sıra çay kaşıklarına mı geldi? Tövbe Ya
Rabbim tövbe’’
- Hocam valla bana kalırsa o çay kaşığını olur olmaz her sıvının içine
sokmazsak kaç derecelik açıyla kırıldığını bulmak için kafa patlatmamıza da
gerek kalmaz değil mi?
-Oturrr yerine ukala tembel herif…Sıfır.
-Hocam sıfır dereceyle mi kırılıyor?
-Otuuuurrrr.
Üniversite yılları değişti mi sanki. Abuk subuk olmasa da soru yine kırıkla
ilgili. Suna ile konuşuyoruz:
-Sami bir kafeye gidip bir şeyler içelim mi ha ne dersin?
-Valla çok isterdim Suna’cığım ama hemen eve gitmem gerekiyor. Çok acil işlerim
var.
-Ne yani beni kıracak mısın şimdi?
‘’Ah be gülüm seni kırmaktansa vücudumdaki bütün kemikleri kırmayı tercih
ederim de cepte eve dönüş dolmuş parasından başka beş kuruş yok. Zavallı abim
ve kardeşlerim bana bu kadarını bile sağlayabilmek için mermer tozu soluyorlar
mermer fabrikasında. Zavallılar evrim
geçirip başka yaratıklara dönüşecekler neredeyse.’’ Diyemedim tabii ki Suna’ya.
-Bendensin olum. Korkma.
Bu sefer de ben fana halde kırılmıştım. Ama çaktırmadım. Birlikte çay içerken
kafayı taktığım tek şey ‘’kırılma indisi neydi?’’ oldu. Fizik dersinden
hatırlıyordum da neydi bu zıkkım?
Kendi kendime söz verdim : Elim ekmek tutmaya başladığı andan itibaren ne
kimseyi kıracak, ne de kırılacaktım.
Verilen sözler çok çabuk unutuluyor nedense. Çekilen sıkıntılar da öyle... Daha
öğretmenliğimin ilk yıllarında başladım kırıkçılığa.
-Lan oğlum ne diye çalışmaz da şimdi böyle karşımda yalı kazığı gibi dikilirsin
ha? Ananız babanız siz okuyasınız diye sırtlarındaki ceketleri bile satıyorlar.
Kendinize acımıyorsanız onlara acıyın. Şimdi ben naaapıyım sana ha? Kırayım mı
o koca kafanı?
-Hocam size zahmet bizim kaldığımız eve kadar bir gelin ondan sonra ister
kafamı kırın, ister kolumu.
Meraklı adamımdır. Başıma ne gelmişse de hep bu merakım yüzünden gelmiştir
zaten. Gittim çocuğun evine. On iki yaşlarında üç çocuk. Tek göz bir gecekondu.
Bir küçük tüp ocağı, yanında bir çuval patates, bir sofra örtüsüne sarılı bir
kaç tane yufka ekmeği, farelerle paylaşılan bir kilo civarında köy peyniri,
süngerleri fırlamış üç tane yatak, lime lime olmuş üç battaniye, tamamen
çürümeye yüz tutmuş bir teneke soba ve en önemli aksesuar: Ayaklarına onlarca
çivi çakılmış bir masa. Ders çalışmak
için... Birilerinin kafalarını kırmak gerekiyordu orası kesin de kesinlikle bu
çocukların değil. Köylerinden okumak için buralara gönderilmiş olan bu
sübyanların hiç bir suçu günahı yoktu.
12 Eylül 1980 Öncesi yaşadığım diğer kırık olaylarını atlıyorum. Onlardan kalan
izler hâla kafadaki yerli yerini muhafaza ediyor. Ama keşke tüm kırıklar kafada
kalsa. Kafadaki kırığın tamiri kolay oluyor da kalpteki kırığın tamiri
imkansız.
Evlenirsem geçer sanıyordum bu kırık çıkık olayları. Ama ne gezer.
Hani kuşun biri hep siyah yumurta yumurtluyormuş. Diğer kuşların hatta
kanatlıların ve sürüngenlerin tümünün
beyaz yumurtladığını gören bu kuş beyaz yumurtlamak umuduyla diyar diyar
dolaşmış. Fakat bakmış ki yumurtaları yine siyah, yine siyah. Sonunda vazgeçmiş.
‘’ Bu popo bende olduktan sonra siyahtan başka renk yumurtlamam imkansız’’
demiş. O hesap.
Daha ilk sene, hatta ilk aylarda başladı.
-Samiiiiii. Bu ne?
-Ne , ne hanım?
-Bu fotoğrafı diyorum. Kırığınla çektirdiğin bu fotoğrafı hâla albümde
saklamaya utanmıyor musun?
-Yahu ne kırığı hanım?
Efendim fotoğrafı tarif edeyim: Ayaktakiler: Sağda Edebiyat öğretmenimiz ....
Bey, Ortada Sosyal Bilgiler Öğretmenimiz .... Hanım ( Benim kırığım olan bu
işte. Hanımın mantığına göre tabii ki ) ve solda ben. Oturanlar:
Öğrencilerimiz: Ahmet, Ömer, Abdurrahman. İşte bu fotoğraf uzun bir süre evde
bir kırıklığa yol açtığı gibi boşanana kadar aleyhimde delil olarak kullanıldı.
( Yanlış anlaşılmasın boşanma sebebi bu değil tabii ki. Yani eşimin kıskançlığı.)
Neyse. Devam edelim:
2007 yılında bir komşu ziyaretinden dönüşte merdivenlerden düştüm. Hamdolsun
kırık yoktu bu sefer. Ufacık bir çatlakla sıyırmıştım. Yani efendim ayağım çatladı…Hemen
peşinden de midem patladı. Her ikisinin birden tamiri devam ederken de evlilik
gümledi.
2008 yılından itibaren artık İstanbul’daydım. Tam otuz sene önce bir tek
valizle çıktığım İstanbul’a bu sefer bir kamyon, içinde ev eşyaları ve üçü
evladım olmak üzere dört kişi olarak dönmüştük.
2009 Aralık ayında ev temizliği yaptığım o 6 Aralık günü yerleri pırpıl pırıl
yapmışım. Bol deterjan ile buz pistine cevirmişim mutfak karolarını adeta. Bu
arada yemekler filan da tamam. Çocuklara tam bir ziyafet çekeceğim. Ocaktaki
sütlaç da tamam. Sütlacı kaselere boşaltırken birden kendimi önce havada sonra
yerde buldum. ‘’Çaatt ‘’ diye bir ses. Akabinde feryat figan bağırış
-Tuğrul oğlum yetiş. Ölüyorum.
Yok yok merak etmeyin. Öldüğüm filan yok. Az sonra iki numaralı oğlum Tuğrul
geldi. Derhal bir ambulans çağırıldı ve hemen Göztepe Eğitim ve Araştırma
Hastanesi Acil Sevisine…Beni bağırta bağırta sağa sola döndürerek çekilen
röntgen filmlerinden sonra doktor bey adeta ‘’ Müjde bir oğlunuz/ kızınız oldu.’’
der gibi müjdeyi verdi hastaneye gelen oğullarım ve küçük biraderime:
-Bakın görüyor musunuz? Tam kalçaya yakın bir yerde. Çok şükür ki kalçada
değil. Yoksa işiniz çok zordu. Müjdeler olsun çok tatlı, nefis bir kırığınız
var. ( İnanmayacaksınız ama cümleler aynen böyleydi. ‘’ Çok tatlı bir kırığınız
var(!) ‘’)
Ağrı sızıdan inim inim inliyorum ama sonradan anlatılanlara göre fena halde
bağırmışım.
‘’Benim kırığım mırığım yok. Nereden
çıkarıyorsunuz bu dedikoduları yahu?’’
*************
NOT: ‘’DEST-İ İZDİVACINIZA TALİP OLABİLİR MİYİM? ‘’ BAŞLIKLI
YAZI DİZİMİZ KALDIĞI
YERDEN DEVAM EDECEK.