"Türk vatanının dağlarında, bayırlarında ve kırlarında, hatta en ücra yerlerinde kendi kendine açıp solan çiçek bırakmayacağız." Hasan Ali Yücel

 

18 sene sınıf öğretmenliği yaptıktan sonra, 1989 yılında Ankara Gazi Üniversitesi Pedagoji Bölümü’nü devam ederek bitirdim. O zamanki adıyla, “İlköğretim Müfettişi” olmaya hak kazanmıştım. İçim kıpır kıpır, heyecanlı ve bir o kadar da sevinçliydim.

 Okula devam edebilmek, sınavlara hazırlanmak, harç parası ödemek, tek maaşla Ankara’da iki çocukla geçinmek çok zordu o yıllarda. Her türlü güçlüğü ve acıyı tatmıştım. Okuyabilmek adına eşimi ve çocuklarımı ihmal ve mağdur etmiştim. O yüzden içim buruk, kalbim kırıktı.

Sonunda mezun olmuştum, atık ümitsizlik ve çile bitmişti. Güzel günlerin geldiğine gönülden inanıyordum. Hatta kendime “özel çanta, pahalı kalemler” bile almıştım. Yani daha atanmadan havalara girmiştim. “İyi bir müfettiş” olmanın özlemi ve sabırsızlığı içindeydim. Hem de maaşım artacak, hayat standardımız iyileşecekti.

1990 yılının Nisan ayında “İlköğretim Müfettişi” olarak bir İl’e atandım. Mutluluktan uçuyordum. Atandığım İl’de maaşımın yarısına, çok güzel bir ev tuttum. Hemen Ankara’dan taşındık ve akabinde göreve başladım.

Yeni mesleğimin verdiği aşırı özgüvenle, olayı o kadar abartmıştım ki, atandığım İl’de doğrudan Vali Beyin makamına çıkarak tanışmayı bile düşünmüştüm. Sonradan vaz geçerek İl Milli Eğitim Müdürü’nün makamına gittim. Güler yüzle karşıladı, ilgilendi. Olgun tecrübeli ve temsil ettiği makama layık biriydi.

Sonradan bu hareketimin de yanlış olduğunu anlamıştım. Meğer ilk önce Teftiş Kurulu Başkanı ile tanışıp muhatap olmam gerekiyormuş. Neyse ki bu resmi ve katı prosedürü takip etmeyişimi Başkan Bey de hoş gördü. Acemiliğime saydı. Bürokrasideki protokolün ne kadar önemli ve ihmal edildiğinde ne denli krizlere yol açabildiğini de zaman içinde gördüm.

Neticede mutluydum. Bir guruba dahil edildim, arkasından da rehberlik için okul ziyaretlerine çıktık. Gurubumuzda beş müfettiştik. Grup başkanımız çalışmaları planlıyordu. Görevdeki ilk günümde, İl merkezine 35 km uzaklıkta olan tek öğretmenli bir köy okuluna  rehberliğe gidecektik.

O sabah en kaliteli elbiselerimi giymiş, Bond çantamı almış, pahalı dolmakalemimi de cebime koymuştum. Tabiri caizse havam tamdı. İlk günümde dikkatli olmalıydım. Her hangi bir nahoş duruma düşmemek için grubumuzun müfettişlerini izleyerek nasıl davrandıklarını, neler yaptıklarını izlemek istiyordum.

Saat 10.00’a doğru ilgili köye vararak okula gittik. Teneffüs saatine rastlamıştık. Öğrencilerin bizi görür görmez kaçışmalarından az sonra, okul binasından bir bayan çıkarak bize doğru gelmeye başladı. Belli ki okulun öğretmeniydi ve haberi çocuklar vermişti.

Bizleri tebessümle karşıladı. Tanıştıktan sonra öğretmenimizle birlikte okul binasına doğru yürüdük. Öğretmenimiz küçücük bir müdür odasına buyur etti. Tahta sandalyelere oturduk. Okulun bir dersliği vardı. Öğretmenimiz beş sınıfı bu derslikte okutmaktaydı.

Ders zili çaldı, öğrenciler içeri girmeye başladılar. Grup başkanımız, “öğretmenim siz buyurun öğrencilerle ilgilenin. Derslikte düzeni sağladıktan sonra bize haber verirsiniz, birlikte derse gireriz” dedi. Öğretmenimiz “peki efendim” diyerek çıktı.

Az sonra da gelerek bizleri dersliğe davet etti. Birlikte dersliğe girdik. Öğrencilerle tanıştık, sonra dersliği incelemeye başladık. Ben se olup bitenleri izlemekteyim. Nedense duvarlarda Tarih Şeridi, Mevsimler vb. hiçbir araç gereç yoktu. Ben de uzun yıllar öğretmenlik yaptığımdan bu durumu yadırgadım. Çünkü okul açılır açılmaz bu levhaların duvarlara asılması gerekirdi.

Grup başkanımız, bunları niçin asmadığını söyledi. Öğretmenimiz nedense cevap vermedi. İncelemeler devam ediyordu. Fakat eksik bulmalar, eleştiriler de yavaş yavaş artmaya başladı. Dakikalar geçtikçe bulunan hatalar çoğaldı, müfettiş beylerin söylemleri ve tavırları da gittikçe sertleşti. Ben hala suskunum, ne olup biteceğini merak etmekteyim. Tabi eleştiri alan öğretmenimiz de gerilmeye başlamış, suratı asılmıştı.

Grup başkanımız, “öğretmenim siz öğrencileri ödevlendirin müdür odasına gelin lütfen” dedi. Biz derslikten çıkıp müdür odasına gittik. Müfettiş arkadaşlar sinirli ve kızgındılar. Az sonra morali bozuk ve çökmüş bir halde öğretmenimiz kapıyı çalarak içeri girdi.

 Oturduktan sonra, soru yağmuruna tutuldu. “Şunu neden asmadın, bunu niye yapmadın?” “Şu nerede, hani plan defterin?” “Yıllık planlarını yaptın mı?” “Kasımın sonuna gelmişiz daha derslik tamtakır?” “Görevini tam anlamıyla savsaklamışsın.” “Soruşturma mı açalım, söyle ne yapalım?” Daha neler neler… Sahi “rehberlik” dediğimiz bu muydu gerçekten?

Bu olup bitenleri merak ve üzüntüyle dinliyorum. Kendi kendime de, “ben de öğretmenken çok teftiş gördüm. Fakat hiç bu kadar köşeye sıkıştırılmamıştım doğrusu.”. Bir yandan da; “fakat bir öğretmen bu kadar da ihmalkar olamaz, bir sebebi olmalı mutlaka” diye düşünmekteyim.

Bu duygular içindeyken bir hıçkırık sesiyle irkildim. Öğretmenimiz bu kadar eleştiriyi kaldıramamıştı belli ki… Kendini birden bırakarak içli içli ağlamaya başladı. Hepimiz şaşırmış  bir tuhaf olmuştuk.  Bu hüzünlü durum birkaç dakika devam etti. Eleştiri yönelten dört müfettiş meslektaşım da sustular. Bu kadarını beklemiyorlardı sanırım. Az sonra öğretmenimiz içini çekerek sustu. Gözlerini mendille kuruladı. Sonra da “özür dilerim” kendimi tutamadım efendim” diye fısıldadı adeta…

Sesi titriyor, gözlerinden akan damlacıklar masum yüzünü ıslatıyordu. Uzun bir soluk aldıktan sonra, yutkunarak konuşmaya başladı: “Beni, işini bilmeyen, görevini laikiyle yapamayan, beceriksiz, vurdumduymaz biri sandınız biliyorum. Fakat durum hiç de öyle değil. Üç aydır sizleri dört gözle beklemekteydim. Çünkü zor durumdayım, sorunlarımı çözemedim. Oysa,  geldiğinizde; “öğretmenim bir sıkıntınız var mı? İşler yolunda mı?” Gibilerden halimi hatırımı sormanızı bekliyordum. Fakat yapmadınız, beni hayal kırıklığına uğrattınız. Bizler sizi yanımızda, destekçimiz, sorun çözenimiz, halden anlayanımız olarak biliriz.

Eşim Şırnak’ta er öğretmen, çoktandır haber alamamaktayım. Körpe çocuğum var hasta, İl’e köyüm çok ırak. Sağlık Ocağı yok, doktor yok, hemşire, ebe yok. Sabahlara kadar ağlıyor, iştahtan kesildi zayıfladı. Onu gördükçe içim eriyor, elim ayağım dolaşıyor. Yaşama sevincim altüst oldu.

Kaldığım lojman tek katlı, gece birileri cama taş atıyor. Korkudan uyuyamıyorum. Camdan eve hırsız girecek diye ödüm kopuyor. Muhtara demir parmaklık yaptırmasını söyledim. “Bütçede para yok” dedi, aldırmadı.

Şu yok, bu yok diye eleştirip durdunuz. Fakat “niçin yok” diye sormadınız. Bütün levhalarım, araç gereçlerim, planlarım tamam. Dersliğin duvarlarına raptiye çakılmıyor. Çivi denedim beceremedim. Çekici parmağıma vurdum bakın ezilmiş kan dolmuş.  Muhtarı çağırdım gelmedi, birini yardıma göndermedi. İşte tüm levha, araç gereçler köşede, rulo şeklinde duruyor, bakabilirsiniz. Ben bütün bunlara rağmen; canımı, evladımı riske sokarak görevimi aksatmadım. Zamanında dersime girdim çıktım, öğrencilerimle yakından ilgilendim…”

Öğretmenimiz soluk soluğa bunları anlattı ve birden sustu. İçini dökmenin, anlaşılmak istemenin rahatlığı belirmişti gözlerinde. Bu kez bizim başlarımız yere eğildi. Her birimiz yüreğimizi acıtan duygularla kendimizi hesaba çekiyorduk besbelli.

Ülkemizin bu ücra köşesinde, çocuklarımıza İstiklal Marşını, andımızı gururla söyleterek, al bayrağımızı dalgalandıran bu biricik, nadide insanı, bir çileli Kardelen’i anlayamamanın ıstırabı içindeydik o anda. Meğerse bağırması, kızması, eleştirmesi gereken bizler değil, O koskoca yürekli öğretmenimizmiş.

 “Üç aydır ne yaptınız?” sorusuna, “üç aydır neredeydiniz”? Der gibiydi. Gözyaşları, çaresizliğinden ziyade, sitemden, anlaşılamamaktan, yalnız bırakılmaktan, belki de anlayışsızlıklara duyduğu sitemdendi.

O an hepimiz, illa da ben, büyük bir ders almıştık. Ülkesi, milleti, öğrencileri için bütün riskleri göze alarak, tek başına, bir ücra köyde minicik yüreklerde çiçekler açsın diye çırpınan bir bahçıvanı, desteksiz ve çaresiz bırakmıştık.

Umut olmaya, rehberlik yapmaya, çare olmaya, çözüm bulmaya giderken, hüzün ve  keder olmuştuk. O gün şunu anladım; “müfettişlik Bond çanta ve pahalı kalem taşımakla, şık giyinmekle” olmuyormuş.

 Müfettişlik; kırmadan, dökmeden, üzmeden yardım edebilmek. Teşvik edebilmek, pozitif enerji verebilmek, güdülemek. Mutlu ederek, “ne iyi ettiniz de geldiniz” duygusunu yaşatabilmek. Anlayabilmek, empati kurmak, hoşgörülü olmak, yüreklere dokunabilmekmiş belki de. Yani benim de öğretmenken umduğum, beklediğim, bulamadığımda da küstüğüm sitem ettiğim insani değerlerdi bunlar.

Neden Eylül de değil de, Kasım da gitmiştik, ya da gidebilmiştik. Neden anlamadan dinlemeden bir Kardelen’i rencide etmiş, değersizleştirmiş umutlarını paramparça etmiştik? Küçücük bir odada altı insan acı ve pişmanlık içindeydik o an.

Grup başkanımız hafifçe öksürerek sözü alttan almaya başladı. Az önce gümbürdeyen seslerin yerini, pişmanlığın doğurduğu müşfik ve daha ılımlı, ısıtıcı söylemler almıştı. Öğretmenimizi elden geldiğince teselli etmeye çalıştık. Gereğinin yapılacağını söyleyerek okuldan buruk bir şekilde ayrıldık. Sıcacık evlerimize dönerken, ardımızda çaresiz, umutsuz, küskün, kırgın ve buruk bir kalp bıraktığımızın farkındaydık.

Kısa zamanda gerekli destek ve yardım yapıldı öğretmenimize. Fakat ben, yüreğimi burkan bu ilk tecrübemi ve ilk dersimi fazlasıyla almıştım. Müfettiş arkadaşlarımdan değil, hem de bir öğretmenimizden.

Okuduğum, öğrendiğim bilgiler işe yaramamış, uçup gitmişti o an. Meğer daha önemli ve değerli olanlar varmış. Bizi insan yapan hakiki değerler…

Artık nasıl bir müfettiş olmam gerektiğini çok iyi anlamıştım. O gün yeni bir üniversiteden daha mezun olduğumun farkındaydım. Bu, “hayat” ya da “insanlık” fakültesiydi galiba. Meslek hayatım boyunca bu günü asla unutmayacaktım.

İşte o gün, edindiğim tecrübeyi ve farkına vardığım güzellikleri, meslek hayatım boyunca uygulayacağıma dair kendime söz verdim.

Sevgiyle kalın…

 

                                                                       Seyfettin KARAMIZRAK

 

( İlk Görev Günüm başlıklı yazı KARAM-41 tarafından 23.11.2021 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.