Ahmet hiç olmadığı kadar çevikti bugün. Sanki içine hiperaktif bir çocuk kaçmıştı. Öylesine iştahla hareket ediyordu ki, biri çıkıp düne kadar bu adamın yatalak olduğunu dese kimse inanmazdı. Tam yedi sene boyunca yatalak yaşamıştı. Hastanede hep aynı tavana bakıyor, farklı farklı hislerin içine giriyordu. Eskimiş eşyalar gibi çöp yığınları arasına karışıyordu umut adına biriktirdiği ne varsa içinde. Yarını düne emanet eden zaman gezginleri dolaşırdı hücrelerinin her zerresinde.  Aile fertleri umudunu çoktan kesmişti. Doktorlarda iyiden iyiye ümitsizliğe kapılmıştı. Derken bir şey oldu. Aile fertleriyle birlikte doktorları bile şaşkınlığa uğratacak bir şey. Böylesine filmlerde bile az rastlanılan bir mucize. Hayat ikinci bir şansı vermişti ona. Hem de tamda ölümün kıyısında yüzerken.

Ahmet, yeni hayata başlarken, hayata gözleri ilk kez açmış bir çocuk gibiydi. Her şey öylesine garip bir hakikate işaret ediyordu ki, nereye baksa sanki ilk kez görüyordu. Yedi yıl önce geçirdiği felç, Onu hayatın gözdesiyken koca kâinatta bir zerre olduğuna ikna etmişti. Bu onun hayatında bir devrim niteliğindeydi. Artık hayatta gördüğü her hakikat onda altın değerindeydi. Bulduğu her fırsatta kendisine hayatın ne kadar kıymetli olduğunu fısıldıyordu. Eşrefi mahlûkat sıfatını taşıdığının idrakine yeni yeni varıyordu. Daha öncesinden görmezden geldiği ne varsa şimdi hiç olmadığı kadar yakınındaydı. Ölümü uzak bir kıtadaki canavara benzetiyordu. O canavarla hiç karşılaşmayacağına inanıyordu. Ölümün hikmetini kavradığı için kendisini talihli hissediyordu.

Bir musibet bin nasihatten değerlidir. Bu lafı ne zaman duysa, içinde zerre bir kıpırdanış olmuyordu. Kendisini bahçede açan nadide güle benzetiyordu. Onun gibi olanların sayısı parmakla sayılacak azlıktaydı. Bilincine yayılan bu virüsten neredeyse onu hayatından edecek bir imtihanla kurtulmuştu. Artık güller arasında bir gül değil de her bahçede mutlaka bulunan bir bitki olduğu anlamıştı.   

 

Hayat her zaman altın tepsi de sunulmuyordu insana. Hatta bazılarının altındaki iskemleyi bile çekip alıyordu. Öylesine hapsoluyordu ki insan, içine düştüğü hayal kırıklığında. İmdat çığlıklarını bir duyan hiç çıkmayacak sanıyordu. Oysa Ahmet bir düş atıydı. Bir rüya gördü uyuduğu düşte. Ve hayat ona ikinci bir şansı verdi.

 

Ahmet o günden sonra hayata tutunmaya başladı. Bir çocuğun öğrenmeye duyduğu aşk ile yine yeniden ayağa kalkmayı öğrenmişti. Hatta çok geçmeden koşup doğaya karışıyordu. Yedi yıl boyunca hastane koridorlarında dahi olsa gezememenin verdiği acıyı iliklerine kadar hissetmişti. Hayatın ona sunduğu ikinci şansı en güzel şekilde değerlendirmeyi düşünüyordu. Ona da babasından kalma dükkânın başına geçip hayatın bir ucundan tutmayı düşünüyordu. İşinin ne kadar zor olduğunu biliyordu. Bu durum onu yıldırmıyor bilakis daha da güçlendiriyordu.

 

Bir zamanlar herkesin gündeminde olan şimdilerdeyse unutulmaya yüz tutmuş tarihi emanetler gibi, günden güne yok olmaya yüz tutmuş mesleklerden biridir bakkallık. Bakkal Ahmet de tarihi emanetleri koruyan azınlıklar arasında kalıyordu. Öylesine bu devirden uzak ki, birkaç kişinin anca lafını ederken gıpta ettiği, lakin iş icraatta geldiğinde iş arayan bir ırgatın yüzüne örtülen kapılar gibi bir bir kepenk indiriyordu dükkânlar. 

 

Bakkal Ahmet, bir evin çocuk odası büyüklüğündeki bakkalında insanlara eskilerden selam taşıyordu. Çoğu zaman cevapsız kalan selamları... Önce duvarlara sonra da bir bir kapıya çarpıp bilinmezliğe karışıyordu. Hayatın acımasızlığına insanlar ancak yaşarken tanık oluyor. Zaten sonunda da insanlar o çıkmaz sokağın baş müdavimi oluyordu.

 

Bakkal Ahmet, cılız bedenine rağmen, ben yiğidim diyen nice insandan daha ağır bir yükü taşıyordu. Öyle ki, bırakın bu yüke el atmayı yanından geçerken bile görmezden geliniyordu. Bakkal Ahmet, veresiye veren tek bakkal olma özelliğini koruyordu. Bu öyle dile geldiği gibi her babayiğidin üstleneceği bir şey değil. Bu bir duruşun, olağanca değişime rağmen ayakta durma mücadelesinin adıydı. Bakkal Ahmet, atalardan miras aldığı bu kutlu duruşu kendisine bir borç addediyordu. 0 yüzden, veresiye defterinin ilk sayfasını kendisine ayırmıştı. ‘’Vefa borcu ödenemez’’

 

Kalabalıkların arasında yalnız olanları bulmak, gözlerine perde inmiş bir insanın iğne deliğinden ipi geçirmeye çalışması gibidir. İkisi de o kadar zor ki, ikisi de öylesine olduğu ortamdan uzak ki fakına varana dek farkı kalmıyordu insanın!

 

Bakkal Ahmet kendi yağında kavrulan bir insandı. Hayatın zorlu engellerine rağmen hayata tutunmaya çalışmak tuzu biberi olsa da yaşamanın. Bazen evde yemeğe koyacağı tuzu dahi zor bulduğu oluyordu. Yine de mücadeleyi bırakmıyordu. Uğruna karnına taş bağlamak pahasına.

 

Her sabah besmele ile açıyordu dükkânı. Dükkânın içine ve kapı önüne paspas çekiyordu. Yerlerdeki ıslaklık kuruyana dek kahveci çoktan çayı getirmiş oluyordu. O, çayını içerken etrafta gelip geçenler ile selamlaşıyordu. Dükkân sinek avlarken O gönülden ettiği muhabbet ile gönülleri tavlıyordu. Çay faslı bittiğinde tekrar dükkâna giriyordu. Her sabah yaptığı gibi eşyaların tozunu alıyordu. Dükkândaki eşyalara dokunurken, o an sanki içindeki kötülüklerde eşyalardan çıkan toza karışıp çıkıyordu bedeninden. Bu durum Bakkal Ahmet’i mesut ediyordu.

 

Kendisine yeni bir hayat kurmuştu. Eskiye dair ne varsa tavan arasına gizlediği sandığa koymuştu. Hastanedeyken onu görmezden gelen insanlar ile artık görüşmüyordu. Evden işe, işten eve dönüyordu. Pazar gününü ise kendisine ayırmıştı. Pazar günleri dışarıya çıkıyordu. Etrafa yayılan temiz havayı ciğerlerine kadar çekiyordu. Yanından hızla geçen arabalara bakıyordu. Geçip gidenlerde bitimsiz bir telaş olduğunu görüyor, onların aksine hayatı olağan akışı içerisinde yaşıyordu. Bu ona bahşedilen mucizeye bir şükran niyazı gibiydi.

 

Evi ile dükkânı arası yüz metreyi geçmiyordu. Ne zaman bir şeyi evde unutsa eve gidip gelmesi beş dakikasını almıyordu. Bu da zahmetli işin ona sunduğu lükslerden biriydi.

Yedi yıl öncesinde atılgan bir insanken şimdi atıl durumda seyrediyordu. Bunda dostlarıyla yollarını ayırmasının büyük payı vardı. Artık eskisi gibi dostlarıyla muhabbete katılmıyordu. Kendisini hizmete adayan bir nefer oluvermişti.

 

Hayatında sonbaharlar yaşanıyordu. Güz mevsimini çok sevmesine karşın, anılarından dökülen yapraklar, güze mesafeli kılmıştı onu. Zaman ilaç olsa da yan etikleri de oluyordu. Bedelsiz hiçbir tecrübe kıymet mahiyetinde olmuyordu. Ahmet de ödediği bedellerin meyvesini toplamaya başlamıştı.

Evde olduğu vakitlerde hep aynı saate bakıp duruyordu. Her sabah gözlerini hayata açtığında, kahvaltı masasına oturmadan, tuvalet ihtiyacını dahi görmeden hep aynı saate bakıyordu. O saat kutlu bir nesne gibi asılı duruyordu duvarda. Bir tuval gibi duvarı süsleyen tek eşya. Yirmi yılı aşkın bir bekleyişin çilesi saklıydı o saatte. İçinde isyanların, sevinçlerin ve terk edilmişliklerin olduğu bir sandık. Hayatında iyi giden şeylerin sayısı ne kadar azalmış olsa da, çay hala o yirmi yılı aşkın devirdeymiş gibi.

 

Baharda tabiatı süsleyen ne kadar ümitli renk varsa hepsi bir bir solmuş gibiydi hayatında. O ise kendisini hala o renklerden bir parça sayıyordu. Rutine girmiş hayatında başıboş alışkanlıkların getirdiği pişmanlık, bir düğüm olup kalıyordu boğazında.

 

‘’Kanadı kırık bir kuşu kafese hapsetmek kolay. Kolaysa gençliğimde bulsaydın beni. Üzerimde bir yüksün ey keder!’’ Durup durup aynı cümleleri söylüyordu. Sanki sesini bir duyan varmış gibi. Oysa odasında koltukta onunla bir çay içiminde muhabbet etmeye hazır insanı uğurlamıştı maziye. O insanı tüm kalbiyle yanında hissediyordu. Buna mecburdu. Varsın kafayı sıyırdı desinler. O söylenenlere kulak asmıyor, bildiğini okumaya devam ediyordu.

 

Tarih kitapları sıradan insanlara yer vermiyordu. Hâlbuki yarım asırlık bir yaşanmışlık ve beraberinde yarım asır süren bir pişmanlık evresi vardı. Bir doğum günü pastasından düşen mumun kanepede bıraktığı iz, hala kanar durur aklına geldikçe yaşanmışlıklar. Çocuklar her zaman çocuktur. Fakat yıllar çocukluklarını alıp gidiyordu.

 

Ne zaman geçmişten bir iz belirse gözlerinde, O hep böyle biçare hale bürünüyordu. Gözlerini hep aynı yere sabitliyordu. Duvardaki vadesi hiç geçmeyen saate.

 

Annesi öleli tam yarım asır olmuştu. Onun için anne demek aşk demekti. Annesi, hayatındaki tek kadındı. Yeri asla dolmayacak tek kadın.

 

Ahmet birden doğruldu yerinden. Bıçak gibi bir ağrı saplanmıştı sırtına. Acıya alışmış bedeni, bir iki sendelemenin ardından tekrar düzelmişti. Pencereye yanaştı. Dışarıda o bilindik yağmur vardı. Sokakta daha ilk etapta göze çarpan otobüs durağına iç geçirerek baktı. Her sabah işe gitmek için kullandığı yolu sanki yirmi yıl öncesinde bırakmıştı.  Annesi ne zaman bir yerden gelecek olsa, yerinden fırlayıp pencereye koşuyordu. Annesinin otobüsten iner inmez, kendisine el sallaması için. Şimdiyse ne zaman pencereden dışarıyı izleyecek olsa yüreğinde büyük bir sızı oluyordu. Annesi onu hayata bağlayan tek sebepti. Adam o mucizeyi yarım asır öncesinden kaybetmişti. Bir daha asla dönmeyecek olan o sefer saatinde…

 

Bakkal Ahmet üç yüz yıllık uykuya yatan gençler gibi görüyordu hastanede geçirdiği yılları. O gençler, üç yüz yıllık uykunun göz açıp kapayıncaya dek sürdüğünü söylüyordu. Bakkal Ahmet içinse geçen zaman bir kaplumbağa adımları gibiydi. Ahmet yeniden doğuşunu mucize olarak nitelendirse de annesinin yokluğunu yeniden iliklerine kadar hissediyor oluşunu hazmedemiyordu. Her şey ilk günkü tazeliğinde gibiydi. Annesini gömdüğü toprak hala taze gibiydi. Aradan yarım asır geçmemiş, hiç büyümemiş gibi.

 

 

 

 

 

 

 

 

( Bakkal Ahmet başlıklı yazı Mecaz Adam tarafından 21.09.2021 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.