İşkencenin şiiri yazılabilir mi?

Hem kurbanı, hem tanığı olunduğunda sanıldığı gibi hiç de kolay olmuyor. Kâğıda kaleme hiç uzanamadığım günler oldu… Bazı günler “Eylül kanayan bir çocuk” gibi “çok kan kaybederek” tek bir cümle dahi kuramadan saatlerce takılıp kaldığım oldu şiirin başında…

 

“Yüreğimin kıyısına mavi mavi dalga dalga çarpan kadın… “ (Annem) bir bayram günü ziyaretinde; kışlanın önüne her gün geldiğini, uzun günlerin ardından (Hasan abim ve benim) bitlenmiş ve üzerinde kurumuş kan lekeleri olan çamaşırlarımız kendisine verildiğinde “kötü durumda ama çok şükür yaşıyor” olduğumuzu anladığını ve sevinçle eve nasıl koştuğunu, evde çamaşırlarımızı koklayarak nasıl ağladığını… O zamanlar minicik olan yeğenim Evrim’i “hadi gel Hasan’ıma, Savaş’ıma ağlayalım” diyerek kendine nasıl sırdaş yaptığını ve nasıl günler boyu sayıp dökerek birlikte ağladıklarını, ahırda sütünü sağdığı inekleriyle her gün konuşarak nasıl dertleştiğini ve her gün yollarımıza nasıl gözyaşı döktüğünü…  İç çekerek ve heyecanlanarak anlattığında bu şiir kafamda iyice şekillendi. Uzunca bir süredir de hep aklımdaydı. 12 Eylül 1980 darbe döneminin ağır işkencelerine uğramış ve çok ağır bedeller ödemiş olan bir kuşağın hikâyesini yaşadıklarım ve tanık olduklarım üzerinden yazmaya çalıştım.

 

Bedenimi(zi), yüreğimi(zi) ve ruhumu(zu) öldürmeye tam teşebbüs ederek ağır yaralı bırakan işkencenin ve işkencecilerin dile, söze ve şiire bir türlü sığdıramadığım aşağılık ve iğrenç davranışlarını elbette yazamadım…

 

Benim yazdıklarımın çok ötesinde ve benden çok daha ağır işkencelere ve hakaretlere uğramış… Baskı ve zülüm görmüş, işkencede sakatlanmış, bedeni ve ruhu örselenmiş, yorgun düşmüş,  işkencede öldürülmüş, gözaltında kaybedilmiş ve yaşamının uzunca bir dönemini yine cezaevlerinde işkence ve direnişlerle geçirmiş tüm devrimci yoldaşlarıma, çektikleri bunca acıya rağmen yüzlerinden hiç eksilmeyen gülüşe ve içlerinde yeşerttikleri o güzel insanlığa saygıyla…

 

1.

Cesur yürekli kahramanıma… Anneme”

 

Yağmurlarında ıslandığım

Sularında kulaç attığım

Eylül kanayan bir çocuktum ben;

Mis gibi Karadeniz kokan…

 

Yavrusunu yitiren telaşlı serçe

Kendini boşluğa bırakan acemi bir kartal gibi çırpınarak

Kanatlarını bedenime siper eden

Ve ölümüne… Amazon kadınları gibi savaşan

Korkusuz güzel kadın

Annem… Ah güzel annem!

 

“oğul oğul” atan yüreğini öptüğüm

Gülüşümün sebebi

Ardımdan ağlayanım     

Yuvası boş kalanım

Kanatları kırılıp da uçamayanım…

Gölgesine sığındığım bilge çınarım

Serin esen dağ rüzgârım

Sıcağım

Sabrı kahredenim

Efkârım, hüznüm, hasretim

Yar gibi sevdiğim

Cesur yürekli kahramanım benim…

 

Uykusuz düşlerime bir gül ve bir gülüş gibi düşen

Ve o derin… Ve o dipsiz… Ve o hırçın bakışlarıyla

Yüreğimin kıyısına mavi mavi dalga dalga çarpan kadın…

 

Gün ışıkları zapt edilen bir Eylül sabahı

Kapımızı kıran cehennem zebanileri

Hükümdarlar… Barbarlar

Ve yuvamızı talan eden paşalar

Beni söküp aldıkların da kollarının arasından

Kulak kestim çığlıklarına -yıkılışını duydum yüreğinin-

Dudaklarımda biriken kanı

Senin için… Senin için…

Ve bir daha senin için yüzlerine tükürdüm zebanilerin…

 

Boşluğa uzanan ellerine baktım

-gövdenden kopartılan küçük bir dal gibi –sen bir yana ben bir yana-

Ardımdan baka kalan gözlerini                          

Ve gözyaşlarını unutmadım anne  

Çığlıkların…

Çığlıkların o gün ki gibi aklımda hala…                       

 

2.                                                                                                

“Eylül kanayan tüm çocuklara”

 

Eylül kanayan bir çocuktum ben

Bedenim işkenceye sunulmuş armağan

Yüreğim acıların keşfine çıkmış yapayalnız bir kâşifti…

 

Zafer işaretleri

Ve yoldaşların alkışlarıyla gittim sorguya

Kanlı bir maske geçirdiler yüzüme

Burnumu kırdılar sonra

Yüzüm, gözüm kan…

Kulaklarımı yırtan çığlıklar

Ve yitip giden sesler arasında

Sorguya çekildim defalarca…

 

“hoş geldin” faslına çekildim önce

Haşarı… Alaycı bir çocuk gibi diklendim

Bedenimi ezip gecen acılara                                                                                                                

Zindanda karanlığa… Zindanda yalnızlığa

Ve çıldırtan ıssızlığa

Hiç mi hiç aldırmadım                                                                                                                              

Yarım kalan sorulara yanıtsız kaldım yine…

 

3.

“Acıların uçsuz bucaksız çölünde                                 

Yüzünde gülüş, dudağında şarkı yeşerten yoldaşlara”

 

Asırlar önce bedeni işkencede unutulan

Eylül kanayan bir çocuktum ben…

 

Unuttum sanılmasın;

Tanrılar tarafından zamanın kasten durdurulduğu

Hiç bitmeyecek olan o an gibi

Bedenime inen darbelerin 

Acıların…

Havada uçuşan küfür ve tehditlerin

Ruhumdaki yansıması aklımda hala…

 

Etimi parçalayan leş kargalarının gıcırdayan sesleri

“yeter ulan, anasını, bacısını s..tiğim…Oruspu çocuğu..”

“konuş, bülbül gibi öt ve bitsin artık her şey” diyen kudurmuş halleri

Leşini parçalamaya doymayan sinsi bir sırtlan gibi gülerek

Ve sırtımda at gibi tepinerek

Islak betonda yürütmeleri beni…

 

Dudakları ustura ağzı

Elleri keskin bıçak

Tenimi öpüp okşayan rüzgârlara

Ve -tanrıya sunulan bakir bir armağan gibi-

Bedenimi buzla tutuşturup yakan geceye

Çırılçıplak kurban edilişim benim…

 

Çene bağlarımın çığ gibi kopup düşmesi

Zaptı imkânsız takırdayıp duran dişlerim

Bedenimin enkazından savrulan kar…

Gecenin ayazında

Ana rahminde kıvrılıp duran masum bir bebek gibi

Titreyerek büzüşmelerim benim…

 

Üzerine basılmış patlamaya hazır bir mayın gibi

Ömrümün yollarına döşenen

Sınırsız acım, dinmeyen sızım

Ve Allahsız…/ ve kitapsız…/  ve insafsız işkenceler…

Bir parça su, bir parça ekmek, bir parça ışık

Bir ömür zindan…

Ölümün soğuk nefesini ensemde hissederek

Ve ölmemeye gayret ederek

İnadına sığındığım zaptı imkânsız düşlerim

Ve gülüşlerim benim…

 

Unuttum sanılmasın;

İçine günlerce kan işediğim zeytinyağı tenekesi

Tenekeden yükselerek genzimi yakan sidik kokusu

Acılarımla sarmaş dolaş

Üzerine uzandığım beton zemin

Her söz… Küfür… Hakaret

Yüreğime nakış gibi işlenen her acı

Vücuduma inen her darbe

Ve ıslak bedenimde (*)

Kendine buldozer gibi yol açan elektriğin akışı

Aklıma derin bir mezar çukuru gibi kazıldı çünkü…  

                   

4.

“Ölümün kıyısında yaşama sevdalı kalanlara”

 

Derin Acılar Laboratuvarında (**)

Islak ve çırılçıplak elektrik yemenin zorunlu deneğiydim ben 

Manyetonun çıkrığında yay gibi gerilip salınan…

Ruhunu taşkın akan acılara

Canını zindanlara... Filistin askısına…

Uykusunu sızım sızım sızılara

Düşlerini falakaya… Patlayan ellere… Ayaklara

Ve bedenini  -çılgın akan nehirler gibi- elektriğin ebedi akışına kaptıran

Ve yüreğinde elektrik taşıyan

Eylül kanayan bir çocuktum ben…                                                      

 

Unuttum sanılmasın;

Her yanım yara, her yanım bere, her yanım çürük…

Her yanım acı, her yanım ağrı, her yanım sızı

Ve ben “Muhammet oğlu, Ayşe’den olma Savaş Karaduman”(***)

Karanlığın bedenimi yakan yangınlarından                           

Islak betonun etimi ısıran soğuğundan

Acının derin sularında yediğim vurgunlardan

Ve uykusuz kaldığım gecelerden öğrendim;

Bir bulutun üzerine uzanır gibi

Acıların üzerine uzanmayı

Ve ana kucağına sığınan bebekler gibi

Rüzgârın buza kesmiş ninnisiyle gözlerimi kapayıp

Mışıl mışıl uykuya dalmayı…

 

5.

“Acının zulasında düş biriktiren yoldaşlara”

 

Dalına tutunamayan

Acıdan sararmış yapraklar gibi savrularak

İşkencenin ortasına dökülen

Eylül kanayan bir çocuktum ben…

 

Günlerce hiç yıkanmadım

Derimi yırtarcasına kaşındım durdum kirden

Bitlendim sonra…

Tenimden kirimden üreyerek kanımı emen

Ve bedenimde her gün yatıya kalan bitlerimi

Saçlarım, koltuk altım

Ve kasıklarım arasında konuk ettim günlerce…

 

Çocuksu sevinçler

Ve tarifsiz acılar arasında

Oyunlar oynadım hep kendi kendimle

Yabani bir kısrak gibi koşturup

Sararmış bir sayfanın bozkırında yarıştırdım

Sayfanın dışına çıkan ilk bitimi

Kalktım ayakta alkışladım…

 

6.                                                                                                

“Bedeni acıdan çıldırırken

Bir çiçeği koklayabilmenin özlemine sığınanlara”

 

Darağacına assalar

Kellemi koparsalar giyotinle -kırmızı bir gül gibi… Gül bir yana dal bir yana-

Kurşuna dizseler

Elektrikli sandalyeye oturtsalar ya da

Gıkım çıkmazdı belki

Ölümden beter küfürler yedim

-övünülecek bir şey değil… Değil ama- Bende küfrettim misliyle

 

Bilge bir çınara yaslanır gibi

Acıların gölgesine

Bir çiçeği koklayabilmenin özlemine

Ve sabrın dağları çatlatan suskunluğuna sığındım hep

Yaşadığım ve karşılıksız sevgilisi olduğum bu topraklar üzerinde

Çarmıha gerilen İsa Mesih’ten çok daha fazla acı çektim

Sorulara suskun kaldım

Yoldaşları vermedim ele…

İçimde biriken hınzırca bir sevinçle

Acının doruğuna çıktığımda öğrendim;

Çığlıklarımı dışa vurmanın

Ve sessizce içime ağlamanın o korkunç güzelliğini…

 

7.

“İşkence tezgâhlarında… Hücrelerde aşkla iştigal edenlere”

 

“Konuş… Konuş da bitsin bu çile… Teslim ol. ” dedi zebaniler

“Acılarım, ağrılarım, sızılarım

Hücremin zifiri karanlığı

Ayazda çırılçıplak unutulan bedenim

Dünyaya acılar doğuran gebe kadınlar gibi

Göğün arşına yükselen çığlıklarım

Yüreğimde dağ gibi büyüyen öfkem… Yangınlarım

Gözyaşlarım insan yanımdır.” dedim

Acılara karşı umarsız, yaralı bir serçe gibi direndim

“Aşk; fikri isyan ve işgaldir” dedim

Teslim olmadım…

İşkenceye… En olunmaz acıya karşı

Fikrimi aşkla işgal ve iştigal ettim

Şiirlere, sevdalara

Gülüşlere ve düşlere sığındım hep…

 

Ve ben; “Muhammet oğlu, Ayşe’den olma Savaş Karaduman…”

Hücrelerde

Kulakları sağır eden o korkunç sessizlikte

Karanlıkta

Karanlığın gözlerimi kör eden gölgesinde öğrendim;

Kendimi arsız ve yasaklanmış düşlere vurmanın güzelliğini…

 

8.

“Gökyüzünden ay ışığı toplayan devrimci kadınlara”

 

İşkence nasıl anlatılabilir ki?

Bir şiire mevzu bahis olunca

Ve nasıl anlatılabilir ki?

Hem kurbanı, hem tanığı olununca…

Sözler dilime dolaşırken

Cümleler dağ gibi üzerime devrilirken

Ve acılar… cehennem yangını gibi yüreğimi yakarken hala

Nasıl anlatılabilir ki?

Ruhumun o amansız ve derin sızısı…

 

İşkence;

Sokakta oyuna dalan çocukluğumu linç ederek öldüren

Sevincimi ganimet gibi yağmalayıp duran

Ve gülüşümü duvarlara yaslayıp yaslayıp kurşuna dizen

Ve bedenimi

Ve ruhumu alçakça istila eden devletin kendisiydi…

 

İşkence;

Bedenimi acımasızca yakıp kül eden ıssız bir cehennem

Gecelerimi tarumar eden korkunç bir heyula

Ve uykularıma alçakça arkadan çöken hain bir karabasandı…

 

İşkence; acının ve çıplak bedenlerinin üzerini örtmek için

Gökyüzünden ay ışığı toplayan kadınların

Yüreğimde parça tesirli bomba gibi patlayan çığlıkları (****)

Ve geceleri kıyısında yürüdüğüm dipsiz bir uçurumdu…

 

İşkence; biraz düş, biraz gerçek

Hücremde karakış, dışarıda bahar

Tutsaklık… Özgürlük

Ölüm ve yaşam arasındaki o korkunç çelişki

Hücremin karanlık dehlizlerinde peşine düştüğüm aydınlık bir düştü…

Annemin uçsuz bucaksız gülüşü

Kollarına sarışıydı beni

Gözlerine daldığım çocukluk aşkım

Sevda ateşim, ilk göz ağrım

Sevinçlerim, telaşlarım

Avuçlarımda yıldızlar gibi yanıp sönen ateş böcekleriydi…

Bedenimde ve ruhumda sonsuz bir devinimle savaşan

Zıtların diyalektik birliği

Acı ve umut… zulüm ve direniş… korku ve cesaret

Sebepsiz gülüş… ıssız gözyaşı

Sessizliği yırtan çığlık… Kulakları sağır eden suskunluk

Zindan ve gün ışığı

Üşüyen bedenim…

Ve yangınıydı yüreğimin…

 

9.

“12 Eylül barbarlığının idam ettiği yoldaşlara”

 

Ezenlerin tekerine çomak sokmaktan suçlu

Ve görüldüğü her yerde vurulacak olan

Eylül kanayan bir çocuktum ben…

 

İşkence tezgâhları, halüsinasyonlar ve hücreler arasında

Kellemi koparıp alan giyotini suyolu yaptım her gün

Kanımın çekildiği elektrikli sandalyeye oturtuldum milyonlarca kez

Gülüşü çalınan bir çocuğun gözyaşlarında dizildim kurşuna

Ve boynumu ince bir dal gibi kıran darağacına asıldım defalarca

Bir anı, bin yıl süren acılara ve zulme karşı direndim

Ve acıların günlüğünü not ettim yüreğime…

 

10.

“acı ve çığlıklarını tarihin en ağır, en uzun sayfasına not edenlere”

 

Ey hayat!  Yanıtla beni

Hain ve korkak bir gölge gibi köşe bucak kaçma öyle 

Karşıma çık

Utanma...

 

Acının ve zulmün tarihini

Sayfa sayfa açtım yeryüzüne

Aradım;

En uzun, en ağır sayfalarında buldum çığlıklarımı…

Gözyaşlarım kayıptı

Tarihini yazdım gözyaşlarımın yeni baştan; ağlayarak

Ve acılarımı damla damla yükledim bulutlara…

 

Bir Eylül sabahı

Anamdan doğar gibi soyundum çırılçıplak

Sularına daldım

Martı çığlıklarına, dalgalara

Yosun kokan rüzgârlara saldım kendimi

Paslı bir somun gibi

Soluma döndüre döndüre

Yüreğimden söküp attım acılarımı…

İçimde dolaşan kirli bir çamaşır gibi

Ruhumda kuruyup kalan acıların lekesini

Günler boyu mavisinde yıkadım

Ve gülüşüne tutuna tutuna sevgilimin

Güneşin ışıklarına astım ruhumu…

Teşekkürler Karadeniz… Teşekkürler sevgilim…

 

Ey hayat!

Utançlarını kaçırır gibi

Gözlerini kaçırma benden

Kapama…

Kapama gözlerini

Asırlar boyu paslı bir çivi gibi

Gözlerimde çakılı kalan acılara bakarak yanıtla beni

Yanıtla…

Yanıtla ki, içimde biriktirdiğim sualler anlamını yitirsin artık;

Hangi merhametsiz tanrının

Hangi iğrenç iblisin

Ve hangi barbar kralın elleriydi bedenimi parçalara ayıran?

Ve hangi cehennemin kor ateşiydi yüreğimi yakıp kül eden?

Ve hangi tanrı, hangi din, hangi inanç

Ve hangi kutsal kitap emretti?

Bedenimi kıyamete uğratan bu çıldırmış zamanlarda yaşamayı

Ve İçinden insan geçmeyen bu korkunç zalimliği…

 

11.

“En güzel düşümüze; aşka ve özgürlüğe”

 

Özgürlük… Ey Özgürlük!

Kavgasını sokaklarda, zindanlarda verdiğim

Uğrunda bedeller ödediğim

Ölümlerden, belalardan döndüğüm

Acılar

Ayrılıklar

Özlemlerle sınandığım

Varlığını dünya halklarına armağan etmek için

Ölümüne savaştığım

En güzel düşüm benim…

 

Özgürlük… Ey Özgürlük!

Dudaklarımı yakan bir öpüş kırıntısı

Toz zerresi kadar gülüş

Mini minnacık bir düş

Bir tutam umut

Bir dilim sevda,  bir demet sevinç

Karanlığı yırtan küçücük bir ışık

Ve insanlığa armağan edilebilecek her güzel anın için                        

Ben hazırım yine de;

Ne kadar ödenmemiş bedelin varsa hepsini ödemeye…

 

12.

“İşkence sırasında yeşerttiğim ve sevgilim için topladığım çiçeklere”

 

Bu gün kafam hafif esrik

Kaybolan gün ışığı

Ve kimsesiz bir akşamüzeriyim

Melankolik bir aşk şarkısı dinliyorum başa sarıp defalarca…

Sıcak bir çay

Ve zehir zıkkım ucuz tütün eşliğinde

Acıların izini, aşkın ezgileriyle harmanlıyorum birbirine

Ve…  çözülmesi zor bir bilmece gibi

Şiirini yazıyorum acıların

Ve ben ” Muhammet oğlu, Ayşe’den olma Savaş Karaduman…”

Tarihe not düşüyorum

“Devlet eliyle umutları ve düşleri alçakça arkadan vurulan                     

Eylül kanayan bir çocuktum ben… “

Unutmadım…

                       

13.

“Kızıma ve sevgilime”

 

Düşlerimi dişime ve tırnağıma katarak

Kan ter devrim içinde

Kızıma sevinçler biriktirmek

Dipsiz bir okyanusa dalar gibi

Göğsüme sığmayan büyük bir aşkla

Sevgilimin gözlerine dalıp dalıp gitmek

Bir denizi öper gibi kıyısından

Mavisine sarıla sarıla

Güneşle ay arasında

Med ve Cezir ortasında

Dalga dalga

Yüksele alçala

Dudaklarıma çarpan dudaklarını

Öpmek… Öpmek… Öpmek istiyorum…

 

Sevgilimin saçlarına düşen kar

Yağmur

Gözlerinden taşan ay

Yıldızlar

Güneş

Ve mavi göğün altında

Kalabalık bir sokak

Issız bir dağ başında

Çıldırmış bir okyanus                                                                                          

Bir orman

El ele tutuştuğumuz bir halay ortasında

Şehrin meydanlarında

Gülüşü yüzünden taşan bir çocuk ağzı gibi

İçime sığmayan sevinç

Ve sevgilimin beni saran kollarında  

yüreğimde salına salına dolanan bir aşk tadında

Hiçbir şeyi umursamadan

Hiçbir şeye aldırmadan  

Ağız dolusu haykıra haykıra                                                                      

Gülmek… Gülmek… Gülmek istiyorum…

 

12 Eylül 2015/ Savaş Karaduman

 

 

(*) Elektrik iletkenliğinin ve şiddetinin daha fazla artırılması, elektriğin bir işkence yöntemi olarak bedenimize daha fazla acı vermesi, bedenimizi daha fazla hasara uğratması ve direnme gücümüzün zayıflatılması için bütün vücudumuz elektrik verme esnasında suyla ıslatılırdı.

 

(**) Derin Araştırma Laboratuvarı (DAL) 12 Eylül döneminde özellikle Ankara Emniyetinde faaliyet yürüten özel sorgu ve işkence ekibinin adı. Şiirde “Derin Acılar Laboratuvarı” olarak değiştirdim… Ben DAL ekibi tarafından sorgulanmadım ama birçok yoldaşımız DAL tarafından ağır işkencelere maruz kalarak sorgulandı.

 

(***) Resmi kimlik bilgilerinde ana adım “Ayşe” diye geçse de aslında çocukluğundan beri annemin bilinen adı Lütfiye’dir. Annem için “Ayşe” adı kimlikte unutulup kalmış ve hiç kimse tarafından bilinmeyen hükümsüz bir isimdir aslında… Aile içinde ve çevremizdeki herkes kendisine “Lütfiye “  bizim devrimci uşaklar ise “Lütfiye ana” diye seslenir. Bende işkence tezgâhında doğal olarak ana adımı hep “Lütfiye” diye tekrarladığımdan “anasının adını bile bilmiyor. Oruspu çocuğu…” diye çok ağır dayaklar yemiş ve çok ağır hakaretler işitmiştim.

Mahkemede ise defalarca ana adımı sormaları ve benim ise ısrarla ve şüpheye yer bırakmayacak bir biçimde “Lütfiye” diye tekrarlamam ve ellerindeki kimlikte yazan ana adıyla benim yanıtımın aynı olmayışı karşısında şaşkınlığa düşen mahkeme heyetinin “yazık, anasının adını bile hatırlamıyor… İşkencede kafayı iyice sıyırdı herhalde ” diye şaşkınlıkla ve acıyan gözlerle birbirlerine bakmaları ve bana ana adımı hatırlatmaya yardımcı olmak için kâtibe hanıma yüksek sesle “yaz kızım, ana adı Ayşe” diye seslenmelerini hiç unutamam…

“Muhammet oğlu, Ayşe’den olma Savaş Karaduman diye başlayan ve “Kurtuluş örgütü üyesi olmaktan ve devleti silah zoruyla yıkmaya teşebbüsten…” suçlamalarla devam eden bu cümle yukarıdaki hikâye nedeniyle sorguya her çıktığımda işkencecilerin benimle kafa bulmak ve alay etmek için defalarca tekrarladıkları bir cümleydi… Aklıma kazınmış.

 

(****) ”…Acıların ve çıplak bedenlerinin üzerini örtmek için  

             Gökyüzünden ay ışığı toplayan kadınların

             Yüreğimde parça tesirli bomba gibi patlayan çığlıkları…” nı unutmak olmaz…

 

İşkence tezgâhlarında zorba hükümdarlara ve cehennem zebanilerine teslim olmayan, acının ve zulmün karanlığına karşı her şafak vakti güneşi yeniden doğuran, düşlerini, gülüşlerini ve umutlarını insanlığın ortak mirası olarak tüm dünyaya armağan eden o güzel gülüşlü,  o asi, o cesur ve o iyi yürekli ve her daim düşleri özgürlük, düşleri devrim ve düşleri sevda yüklü olan muhteşem yol arkadaşlarımıza sonsuz saygıyla…

 

Kadınların acılarını, gördükleri zulmü, yaşadıkları duyguları ve içlerindeki fırtınaları hikâye etmek, şiire ve romanlara konu etmek kadın duyarlılığına sahip olmayan biz erkeklere düşmez… Umarım işkence tezgâhlarında sorgulardan geçmiş, cezaevlerinde yatmış kadın yoldaşlarımızda kendi hikâyelerini, kendi dilleri ve duygularıyla anlatırlar.

 

Çünkü acılarında, sevdalarında dili vardır… Ve o dil insanlığın ortak dilidir.

( Eylül Kanayan Bir Çocuktum Ben başlıklı yazı Savaş tarafından 20.09.2021 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.