İşkencenin şiiri yazılabilir mi?
Hem kurbanı, hem tanığı olunduğunda
sanıldığı gibi hiç de kolay olmuyor. Kâğıda kaleme hiç uzanamadığım günler oldu…
Bazı günler “Eylül kanayan bir çocuk” gibi
“çok kan kaybederek” tek bir cümle dahi
kuramadan saatlerce takılıp kaldığım oldu şiirin başında…
“Yüreğimin
kıyısına mavi mavi dalga dalga çarpan kadın… “ (Annem) bir bayram günü ziyaretinde; kışlanın
önüne her gün geldiğini, uzun günlerin ardından (Hasan abim ve benim) bitlenmiş ve üzerinde kurumuş kan lekeleri olan
çamaşırlarımız kendisine verildiğinde “kötü
durumda ama çok şükür yaşıyor” olduğumuzu anladığını ve sevinçle eve nasıl
koştuğunu, evde çamaşırlarımızı koklayarak nasıl ağladığını… O zamanlar minicik
olan yeğenim Evrim’i “hadi gel Hasan’ıma,
Savaş’ıma ağlayalım” diyerek kendine nasıl sırdaş yaptığını ve nasıl günler
boyu sayıp dökerek birlikte ağladıklarını, ahırda sütünü sağdığı inekleriyle her
gün konuşarak nasıl dertleştiğini ve her gün yollarımıza nasıl gözyaşı
döktüğünü… İç çekerek ve heyecanlanarak anlattığında
bu şiir kafamda iyice şekillendi. Uzunca bir süredir de hep aklımdaydı. 12
Eylül 1980 darbe döneminin ağır işkencelerine uğramış ve çok ağır bedeller
ödemiş olan bir kuşağın hikâyesini yaşadıklarım ve tanık olduklarım üzerinden yazmaya
çalıştım.
Bedenimi(zi), yüreğimi(zi) ve
ruhumu(zu) öldürmeye tam teşebbüs ederek ağır yaralı bırakan işkencenin ve işkencecilerin
dile, söze ve şiire bir türlü sığdıramadığım aşağılık ve iğrenç davranışlarını elbette
yazamadım…
Benim yazdıklarımın çok ötesinde ve
benden çok daha ağır işkencelere ve hakaretlere uğramış… Baskı ve zülüm görmüş,
işkencede sakatlanmış, bedeni ve ruhu örselenmiş, yorgun düşmüş, işkencede öldürülmüş, gözaltında kaybedilmiş
ve yaşamının uzunca bir dönemini yine cezaevlerinde işkence ve direnişlerle
geçirmiş tüm devrimci yoldaşlarıma, çektikleri bunca acıya rağmen yüzlerinden
hiç eksilmeyen gülüşe ve içlerinde yeşerttikleri o güzel insanlığa saygıyla…
1.
“Cesur
yürekli kahramanıma… Anneme”
Yağmurlarında ıslandığım
Sularında kulaç attığım
Eylül kanayan bir çocuktum ben;
Mis gibi Karadeniz kokan…
Yavrusunu yitiren telaşlı serçe
Kendini boşluğa bırakan acemi bir kartal
gibi çırpınarak
Kanatlarını bedenime siper eden
Ve ölümüne… Amazon kadınları gibi savaşan
Korkusuz güzel kadın
Annem… Ah güzel annem!
“oğul oğul”
atan yüreğini öptüğüm
Gülüşümün sebebi
Ardımdan ağlayanım
Yuvası boş kalanım
Kanatları kırılıp da uçamayanım…
Gölgesine sığındığım bilge çınarım
Serin esen dağ rüzgârım
Sıcağım
Sabrı kahredenim
Efkârım, hüznüm, hasretim
Yar gibi sevdiğim
Cesur yürekli kahramanım benim…
Uykusuz düşlerime bir gül ve bir gülüş
gibi düşen
Ve o derin… Ve o dipsiz… Ve o hırçın
bakışlarıyla
Yüreğimin kıyısına mavi mavi dalga
dalga çarpan kadın…
Gün ışıkları zapt edilen bir Eylül
sabahı
Kapımızı kıran cehennem zebanileri
Hükümdarlar… Barbarlar
Ve yuvamızı talan eden paşalar
Beni söküp aldıkların da kollarının arasından
Kulak kestim çığlıklarına -yıkılışını duydum yüreğinin-
Dudaklarımda biriken kanı
Senin için… Senin için…
Ve bir daha senin için yüzlerine tükürdüm
zebanilerin…
Boşluğa uzanan ellerine baktım
-gövdenden
kopartılan küçük bir dal gibi –sen bir yana ben bir yana-
Ardımdan baka
kalan gözlerini
Ve gözyaşlarını unutmadım anne
Çığlıkların…
Çığlıkların
o gün ki gibi aklımda hala…
2.
“Eylül
kanayan tüm çocuklara”
Eylül kanayan bir çocuktum ben
Bedenim işkenceye sunulmuş armağan
Yüreğim acıların keşfine çıkmış yapayalnız
bir kâşifti…
Zafer işaretleri
Ve yoldaşların alkışlarıyla gittim
sorguya
Kanlı bir maske geçirdiler yüzüme
Burnumu kırdılar sonra
Yüzüm, gözüm kan…
Kulaklarımı yırtan çığlıklar
Ve yitip giden sesler arasında
Sorguya çekildim defalarca…
“hoş
geldin” faslına
çekildim önce
Haşarı… Alaycı bir çocuk gibi
diklendim
Bedenimi
ezip gecen acılara
Zindanda
karanlığa… Zindanda yalnızlığa
Ve çıldırtan
ıssızlığa
Hiç mi hiç
aldırmadım
Yarım kalan sorulara yanıtsız kaldım
yine…
3.
“Acıların uçsuz bucaksız çölünde
Yüzünde
gülüş, dudağında şarkı yeşerten yoldaşlara”
Asırlar önce bedeni işkencede unutulan
Eylül kanayan bir çocuktum ben…
Unuttum sanılmasın;
Tanrılar tarafından zamanın kasten
durdurulduğu
Hiç bitmeyecek olan o an gibi
Bedenime inen darbelerin
Acıların…
Havada uçuşan küfür ve tehditlerin
Ruhumdaki yansıması aklımda hala…
Etimi parçalayan leş kargalarının
gıcırdayan sesleri
“yeter
ulan, anasını, bacısını s..tiğim…Oruspu çocuğu..”
“konuş,
bülbül gibi öt ve bitsin artık her şey”
diyen kudurmuş halleri
Leşini parçalamaya doymayan sinsi bir
sırtlan gibi gülerek
Ve sırtımda at gibi tepinerek
Islak betonda yürütmeleri beni…
Dudakları ustura ağzı
Elleri keskin bıçak
Tenimi öpüp okşayan rüzgârlara
Ve -tanrıya
sunulan bakir bir armağan gibi-
Bedenimi buzla tutuşturup yakan geceye
Çırılçıplak kurban edilişim benim…
Çene bağlarımın çığ gibi kopup düşmesi
Zaptı imkânsız takırdayıp duran
dişlerim
Bedenimin enkazından savrulan kar…
Gecenin ayazında
Ana rahminde kıvrılıp duran masum bir
bebek gibi
Titreyerek büzüşmelerim benim…
Üzerine basılmış patlamaya hazır bir
mayın gibi
Ömrümün yollarına döşenen
Sınırsız acım, dinmeyen sızım
Ve Allahsız…/ ve kitapsız…/ ve insafsız işkenceler…
Bir parça su, bir parça ekmek, bir
parça ışık
Bir ömür zindan…
Ölümün soğuk nefesini ensemde
hissederek
Ve ölmemeye gayret ederek
İnadına sığındığım zaptı imkânsız
düşlerim
Ve gülüşlerim benim…
Unuttum sanılmasın;
İçine günlerce kan işediğim zeytinyağı
tenekesi
Tenekeden yükselerek genzimi yakan
sidik kokusu
Acılarımla sarmaş dolaş
Üzerine uzandığım beton zemin
Her söz… Küfür… Hakaret
Yüreğime nakış gibi işlenen her acı
Vücuduma inen her darbe
Ve ıslak bedenimde (*)
Kendine buldozer gibi yol açan elektriğin
akışı
Aklıma derin bir mezar çukuru gibi
kazıldı çünkü…
4.
“Ölümün
kıyısında yaşama sevdalı kalanlara”
Derin
Acılar Laboratuvarında (**)
Islak ve çırılçıplak elektrik yemenin
zorunlu deneğiydim ben
Manyetonun çıkrığında yay gibi gerilip
salınan…
Ruhunu taşkın akan acılara
Canını zindanlara... Filistin askısına…
Uykusunu sızım sızım sızılara
Düşlerini falakaya… Patlayan ellere…
Ayaklara
Ve bedenini -çılgın akan nehirler gibi- elektriğin
ebedi akışına kaptıran
Ve yüreğinde elektrik taşıyan
Eylül
kanayan bir çocuktum ben…
Unuttum sanılmasın;
Her yanım yara, her yanım bere, her
yanım çürük…
Her yanım acı, her yanım ağrı, her
yanım sızı
Ve ben “Muhammet oğlu, Ayşe’den olma Savaş Karaduman”(***)
Karanlığın bedenimi yakan yangınlarından
Islak betonun etimi ısıran soğuğundan
Acının derin sularında yediğim
vurgunlardan
Ve uykusuz kaldığım gecelerden
öğrendim;
Bir bulutun üzerine uzanır gibi
Acıların üzerine uzanmayı
Ve ana kucağına sığınan bebekler gibi
Rüzgârın buza kesmiş ninnisiyle
gözlerimi kapayıp
Mışıl mışıl uykuya dalmayı…
5.
“Acının
zulasında düş biriktiren yoldaşlara”
Dalına tutunamayan
Acıdan sararmış yapraklar gibi
savrularak
İşkencenin ortasına dökülen
Eylül kanayan bir çocuktum ben…
Günlerce hiç yıkanmadım
Derimi yırtarcasına kaşındım durdum
kirden
Bitlendim sonra…
Tenimden kirimden üreyerek kanımı emen
Ve bedenimde her gün yatıya kalan bitlerimi
Saçlarım, koltuk altım
Ve kasıklarım arasında konuk ettim
günlerce…
Çocuksu sevinçler
Ve tarifsiz acılar arasında
Oyunlar oynadım hep kendi kendimle
Yabani bir kısrak gibi koşturup
Sararmış bir sayfanın bozkırında yarıştırdım
Sayfanın dışına çıkan ilk bitimi
Kalktım ayakta alkışladım…
6.
“Bedeni
acıdan çıldırırken
Bir
çiçeği koklayabilmenin özlemine sığınanlara”
Darağacına assalar
Kellemi koparsalar giyotinle -kırmızı bir gül gibi… Gül bir yana dal bir
yana-
Kurşuna dizseler
Elektrikli sandalyeye oturtsalar ya da
Gıkım çıkmazdı belki
Ölümden beter küfürler yedim
-övünülecek
bir şey değil… Değil ama- Bende
küfrettim misliyle
Bilge bir çınara yaslanır gibi
Acıların gölgesine
Bir çiçeği koklayabilmenin özlemine
Ve sabrın dağları çatlatan
suskunluğuna sığındım hep
Yaşadığım ve karşılıksız sevgilisi
olduğum bu topraklar üzerinde
Çarmıha gerilen İsa Mesih’ten çok daha
fazla acı çektim
Sorulara suskun kaldım
Yoldaşları vermedim ele…
İçimde biriken hınzırca bir sevinçle
Acının doruğuna çıktığımda öğrendim;
Çığlıklarımı dışa vurmanın
Ve sessizce içime ağlamanın o korkunç güzelliğini…
7.
“İşkence
tezgâhlarında… Hücrelerde aşkla iştigal edenlere”
“Konuş…
Konuş da bitsin bu çile… Teslim ol. ”
dedi zebaniler
“Acılarım,
ağrılarım, sızılarım
Hücremin
zifiri karanlığı
Ayazda
çırılçıplak unutulan bedenim
Dünyaya
acılar doğuran gebe kadınlar gibi
Göğün
arşına yükselen çığlıklarım
Yüreğimde
dağ gibi büyüyen öfkem… Yangınlarım
Gözyaşlarım
insan yanımdır.” dedim
Acılara karşı umarsız, yaralı bir
serçe gibi direndim
“Aşk;
fikri isyan ve işgaldir” dedim
Teslim olmadım…
İşkenceye… En olunmaz acıya karşı
Fikrimi aşkla işgal ve iştigal ettim
Şiirlere, sevdalara
Gülüşlere ve düşlere sığındım hep…
Ve ben; “Muhammet oğlu, Ayşe’den olma Savaş Karaduman…”
Hücrelerde
Kulakları sağır eden o korkunç
sessizlikte
Karanlıkta
Karanlığın gözlerimi kör eden
gölgesinde öğrendim;
Kendimi arsız ve yasaklanmış düşlere
vurmanın güzelliğini…
8.
“Gökyüzünden
ay ışığı toplayan devrimci kadınlara”
İşkence nasıl anlatılabilir ki?
Bir şiire mevzu bahis olunca
Ve nasıl anlatılabilir ki?
Hem kurbanı, hem tanığı olununca…
Sözler dilime dolaşırken
Cümleler dağ gibi üzerime devrilirken
Ve acılar… cehennem yangını gibi yüreğimi
yakarken hala
Nasıl anlatılabilir ki?
Ruhumun o amansız ve derin sızısı…
İşkence;
Sokakta oyuna dalan çocukluğumu linç
ederek öldüren
Sevincimi ganimet gibi yağmalayıp
duran
Ve gülüşümü duvarlara yaslayıp yaslayıp
kurşuna dizen
Ve bedenimi
Ve ruhumu alçakça istila eden devletin
kendisiydi…
İşkence;
Bedenimi acımasızca yakıp kül eden ıssız
bir cehennem
Gecelerimi tarumar eden korkunç bir
heyula
Ve uykularıma alçakça arkadan çöken hain
bir karabasandı…
İşkence; acının ve çıplak bedenlerinin
üzerini örtmek için
Gökyüzünden ay ışığı toplayan kadınların
Yüreğimde parça tesirli bomba gibi
patlayan çığlıkları (****)
Ve geceleri kıyısında yürüdüğüm dipsiz
bir uçurumdu…
İşkence; biraz düş, biraz gerçek
Hücremde karakış, dışarıda bahar
Tutsaklık… Özgürlük
Ölüm ve yaşam arasındaki o korkunç
çelişki
Hücremin karanlık dehlizlerinde peşine
düştüğüm aydınlık bir düştü…
Annemin uçsuz bucaksız gülüşü
Kollarına sarışıydı beni
Gözlerine daldığım çocukluk aşkım
Sevda ateşim, ilk göz ağrım
Sevinçlerim, telaşlarım
Avuçlarımda yıldızlar gibi yanıp sönen
ateş böcekleriydi…
Bedenimde ve ruhumda sonsuz bir
devinimle savaşan
Zıtların diyalektik birliği
Acı ve umut… zulüm ve direniş… korku
ve cesaret
Sebepsiz gülüş… ıssız gözyaşı
Sessizliği yırtan çığlık… Kulakları
sağır eden suskunluk
Zindan ve gün ışığı
Üşüyen bedenim…
Ve yangınıydı yüreğimin…
9.
“12
Eylül barbarlığının idam ettiği yoldaşlara”
Ezenlerin tekerine çomak sokmaktan suçlu
Ve görüldüğü her yerde vurulacak olan
Eylül kanayan bir çocuktum ben…
İşkence tezgâhları, halüsinasyonlar ve
hücreler arasında
Kellemi koparıp alan giyotini suyolu
yaptım her gün
Kanımın çekildiği elektrikli
sandalyeye oturtuldum milyonlarca kez
Gülüşü çalınan bir çocuğun
gözyaşlarında dizildim kurşuna
Ve boynumu ince bir dal gibi kıran
darağacına asıldım defalarca
Bir anı, bin yıl süren acılara ve
zulme karşı direndim
Ve acıların günlüğünü not ettim
yüreğime…
10.
“acı
ve çığlıklarını tarihin en ağır, en uzun sayfasına not edenlere”
Ey hayat! Yanıtla beni
Hain ve korkak bir gölge gibi köşe
bucak kaçma öyle
Karşıma çık
Utanma...
Acının ve zulmün tarihini
Sayfa sayfa açtım yeryüzüne
Aradım;
En uzun, en ağır sayfalarında buldum çığlıklarımı…
Gözyaşlarım kayıptı
Tarihini yazdım gözyaşlarımın yeni
baştan; ağlayarak
Ve acılarımı damla damla yükledim
bulutlara…
Bir Eylül sabahı
Anamdan doğar gibi soyundum çırılçıplak
Sularına daldım
Martı çığlıklarına, dalgalara
Yosun kokan rüzgârlara saldım kendimi
Paslı bir somun gibi
Soluma döndüre döndüre
Yüreğimden söküp attım acılarımı…
İçimde dolaşan kirli bir çamaşır gibi
Ruhumda kuruyup kalan acıların
lekesini
Günler boyu mavisinde yıkadım
Ve gülüşüne tutuna tutuna sevgilimin
Güneşin ışıklarına astım ruhumu…
Teşekkürler Karadeniz… Teşekkürler
sevgilim…
Ey hayat!
Utançlarını kaçırır gibi
Gözlerini kaçırma benden
Kapama…
Kapama gözlerini
Asırlar boyu paslı bir çivi gibi
Gözlerimde çakılı kalan acılara
bakarak yanıtla beni
Yanıtla…
Yanıtla ki, içimde biriktirdiğim sualler
anlamını yitirsin artık;
Hangi merhametsiz tanrının
Hangi iğrenç iblisin
Ve hangi barbar kralın elleriydi
bedenimi parçalara ayıran?
Ve hangi cehennemin kor ateşiydi
yüreğimi yakıp kül eden?
Ve hangi tanrı, hangi din, hangi inanç
Ve hangi kutsal kitap emretti?
Bedenimi kıyamete uğratan bu çıldırmış
zamanlarda yaşamayı
Ve İçinden insan geçmeyen bu korkunç
zalimliği…
11.
“En
güzel düşümüze; aşka ve özgürlüğe”
Özgürlük… Ey Özgürlük!
Kavgasını sokaklarda, zindanlarda
verdiğim
Uğrunda bedeller ödediğim
Ölümlerden, belalardan döndüğüm
Acılar
Ayrılıklar
Özlemlerle sınandığım
Varlığını dünya halklarına armağan
etmek için
Ölümüne savaştığım
En güzel düşüm benim…
Özgürlük… Ey Özgürlük!
Dudaklarımı yakan bir öpüş kırıntısı
Toz zerresi kadar gülüş
Mini minnacık bir düş
Bir tutam umut
Bir dilim sevda, bir demet sevinç
Karanlığı
yırtan küçücük bir ışık
Ve insanlığa
armağan edilebilecek her güzel anın için
Ben hazırım yine de;
Ne kadar ödenmemiş bedelin varsa hepsini
ödemeye…
12.
“İşkence
sırasında yeşerttiğim ve sevgilim için topladığım çiçeklere”
Bu gün kafam hafif esrik
Kaybolan gün ışığı
Ve kimsesiz bir akşamüzeriyim
Melankolik bir aşk şarkısı dinliyorum
başa sarıp defalarca…
Sıcak bir çay
Ve zehir zıkkım ucuz tütün eşliğinde
Acıların izini, aşkın ezgileriyle harmanlıyorum
birbirine
Ve… çözülmesi zor bir bilmece gibi
Şiirini yazıyorum acıların
Ve ben ” Muhammet oğlu, Ayşe’den olma Savaş Karaduman…”
Tarihe not düşüyorum
“Devlet
eliyle umutları ve düşleri alçakça arkadan vurulan
Eylül
kanayan bir çocuktum ben… “
Unutmadım…
13.
“Kızıma
ve sevgilime”
Düşlerimi dişime ve tırnağıma katarak
Kan ter devrim içinde
Kızıma sevinçler biriktirmek
Dipsiz bir okyanusa dalar gibi
Göğsüme sığmayan büyük bir aşkla
Sevgilimin gözlerine dalıp dalıp gitmek
Bir denizi öper gibi kıyısından
Mavisine sarıla sarıla
Güneşle ay arasında
Med ve Cezir ortasında
Dalga dalga
Yüksele alçala
Dudaklarıma çarpan dudaklarını
Öpmek… Öpmek… Öpmek istiyorum…
Sevgilimin saçlarına düşen kar
Yağmur
Gözlerinden taşan ay
Yıldızlar
Güneş
Ve mavi göğün altında
Kalabalık bir sokak
Issız bir dağ başında
Çıldırmış
bir okyanus
Bir orman
El ele tutuştuğumuz bir halay
ortasında
Şehrin meydanlarında
Gülüşü yüzünden taşan bir çocuk ağzı
gibi
İçime sığmayan sevinç
Ve sevgilimin beni saran
kollarında
yüreğimde salına salına dolanan bir
aşk tadında
Hiçbir şeyi umursamadan
Hiçbir şeye aldırmadan
Ağız
dolusu haykıra haykıra
Gülmek… Gülmek… Gülmek istiyorum…
12 Eylül 2015/ Savaş Karaduman
(*) Elektrik iletkenliğinin ve
şiddetinin daha fazla artırılması, elektriğin bir işkence yöntemi olarak
bedenimize daha fazla acı vermesi, bedenimizi daha fazla hasara uğratması ve direnme
gücümüzün zayıflatılması için bütün vücudumuz elektrik verme esnasında suyla ıslatılırdı.
(**) Derin Araştırma Laboratuvarı
(DAL) 12 Eylül döneminde özellikle Ankara Emniyetinde faaliyet yürüten özel
sorgu ve işkence ekibinin adı. Şiirde “Derin
Acılar Laboratuvarı” olarak değiştirdim… Ben DAL ekibi tarafından
sorgulanmadım ama birçok yoldaşımız DAL tarafından ağır işkencelere maruz kalarak
sorgulandı.
(***) Resmi kimlik bilgilerinde ana
adım “Ayşe” diye geçse de aslında çocukluğundan beri annemin bilinen adı Lütfiye’dir.
Annem için “Ayşe” adı kimlikte unutulup kalmış ve hiç kimse tarafından
bilinmeyen hükümsüz bir isimdir aslında… Aile içinde ve çevremizdeki herkes kendisine
“Lütfiye “ bizim devrimci uşaklar ise “Lütfiye ana” diye seslenir. Bende işkence
tezgâhında doğal olarak ana adımı hep “Lütfiye”
diye tekrarladığımdan “anasının adını
bile bilmiyor. Oruspu çocuğu…” diye çok ağır dayaklar yemiş ve çok ağır
hakaretler işitmiştim.
Mahkemede ise defalarca ana adımı
sormaları ve benim ise ısrarla ve şüpheye yer bırakmayacak bir biçimde “Lütfiye” diye tekrarlamam ve
ellerindeki kimlikte yazan ana adıyla benim yanıtımın aynı olmayışı karşısında şaşkınlığa
düşen mahkeme heyetinin “yazık, anasının
adını bile hatırlamıyor… İşkencede kafayı iyice sıyırdı herhalde ” diye şaşkınlıkla
ve acıyan gözlerle birbirlerine bakmaları ve bana ana adımı hatırlatmaya
yardımcı olmak için kâtibe hanıma yüksek sesle “yaz kızım, ana adı Ayşe” diye seslenmelerini hiç unutamam…
“Muhammet
oğlu, Ayşe’den olma Savaş Karaduman… ” diye başlayan ve “Kurtuluş örgütü üyesi olmaktan ve devleti silah zoruyla yıkmaya
teşebbüsten…” suçlamalarla devam eden bu cümle yukarıdaki hikâye nedeniyle
sorguya her çıktığımda işkencecilerin benimle kafa bulmak ve alay etmek için defalarca
tekrarladıkları bir cümleydi… Aklıma kazınmış.
(****) ”…Acıların ve çıplak bedenlerinin üzerini örtmek için
Gökyüzünden ay ışığı toplayan kadınların
Yüreğimde parça tesirli bomba gibi
patlayan çığlıkları…” nı unutmak
olmaz…
İşkence tezgâhlarında zorba
hükümdarlara ve cehennem zebanilerine teslim olmayan, acının ve zulmün
karanlığına karşı her şafak vakti güneşi yeniden doğuran, düşlerini,
gülüşlerini ve umutlarını insanlığın ortak mirası olarak tüm dünyaya armağan
eden o güzel gülüşlü, o asi, o cesur ve o
iyi yürekli ve her daim düşleri özgürlük, düşleri devrim ve düşleri sevda yüklü
olan muhteşem yol arkadaşlarımıza sonsuz saygıyla…
Kadınların acılarını, gördükleri
zulmü, yaşadıkları duyguları ve içlerindeki fırtınaları hikâye etmek, şiire ve
romanlara konu etmek kadın duyarlılığına sahip olmayan biz erkeklere düşmez…
Umarım işkence tezgâhlarında sorgulardan geçmiş, cezaevlerinde yatmış kadın
yoldaşlarımızda kendi hikâyelerini, kendi dilleri ve duygularıyla anlatırlar.
Çünkü acılarında, sevdalarında dili
vardır… Ve o dil insanlığın ortak dilidir.