Bizim  Sitemizde  maalesef sadece ‘’anı’’ diye  bir  bölüm  olmadığından anılarımı  ‘’ Anı Hikayeler’’ bölümünde  yayınlıyorum. Öyle  olunca da arkadaşlar  çoğu  kez yazdıklarımı  kendim  uyduruyorum ( yani  kurguluyorum ) sanıyorlar.  Oysa  bu anı baştan sona gerçektir. Yani  anıdır  ama hikaye değildir.

************

1980 li yıllardaydık... Artık içimize çöreklenmiş olan o menhus ölüm korkusundan kurtulmuştum.

Artık aşırı sıcaklar sebebiyle açmak zorunda olduğum penceremin camından içeri bir karşıt görüşlünün gireceğinden ve uyurken gırtlağımı keseceğinden korktuğum için somyamın üstünde değil de altında yattığım günler geride kalmıştı.

O günlerde henüz devlet memurlarına kız verildiğine göre ve dahi ben de bir öğretmen olarak 657 ye tâbi olduğuma göre ( 657ye tâbi olmak devlet memuru olan herkesin bildiği bir kavramdır. Bilmeyen de bilenlere sorsun. ) rahat rahat evlenebilirdim.

Artık konu komşu da seferber oldu bana kız bulmak için.

İmam Hatip Lisesi öğretmeniyim ya milletin gözünde ben de imamım ki İmam-Hatip liselerinde görev yapan öğretmenlerin önemli sıkıntılarından biridir bu konu. Gidersiniz bir köye mesela, branşınıza bakmaz vatandaş; kafanıza sarığı, sırtınıza cübbeyi giydirir mihraba yerleştirir ’’ imamlığı sen yapacan garii’’ diye. Bu yüzden abdest almasını bile bilmeyen bazı arkadaşların nasıl sıkıntılar yaşadıklarını çok iyi bilirim. Neyse konuyu dağıtmayalım. Çevrede bana da imam gözüyle bakılıyor, dolayısıyla da bana şöyle ehl-i tesettür, abdestinde-namazında bir kız bakılıyor.

Derken efendim komşularımdan biri bir gün beni yemeğe çağırdı. Davete icabet etmemek olmaz. Gittim tabii ki. Yiyip içtikten sonra komşum dilinin altındaki baklayı çıkardı:

-Hoca ! Bizim köyde bir kız var. Tam sana göre. İstersen bir bak. Çok ehl-i namus bir kızdır. Bu güne kadar kısa don giydiğini gören olmamıştır.

Haydaaaa... Buyur burdan yak. Merakla sordum komşuma:

-Abi bu kız her Allah’ın günü don defilesi mi yapıyor millete? ’’ Heyyy millet gelin bakın altıma uzun don giyiyorum, sakın kısa don giyenlerlerle karıştırmayın.’’ mı diyor?

Abi anlayamadı. Tekrarladım

-Abi sizin köy nasıl bir sapık köymüş öyle ki gözü kızın donuna dikmişsiniz acaba uzun don mu giydi, kısa don mu giydi diye hep kızı dikizliyorsunuz? Yoksa nereden bileceksiniz kızın hep uzun don giydiğini?

Abi yudumlamak üzere olduğu çayın tamamını üzerime püskürttü. O değil de az daha gidiyordu garibim genzine kaçan bir damla çay yüzünden. Görünmez kaza işte...

Neyse efendim bütün bir köy halkının nazarlarını giydiği don üzerinde toplamış olan bu hatun kızla evlenmedim elbette. Yaklaşık bir yıl boyunca bana çeşitli kızlar bakıldı. Kimine ben armudun sapı, üzümün çöpü dedim kimi de bana...

Sonunda yolumuz Finike’nin Hasyurt beldesi Koruca Köyüne kadar uzandı.( Şimdi Sahilkent diyorlarmış oralara ) Şu resimde gördüğünüz eve vardım yani. ( Ben ilk kez o eve vardığımda da aynen bu durumdaydı. Yıllar içinde sadece önünden geçen dereciğin yönü değişmiş. Şu sıralarda ise  yok artık o ev. )

İhtilalden tam bir yıl sonra 12 Eylül 1981 de o evden parmağımda nişan yüzüğü ile çıkmıştım. Artık ben de bir evli adayıydım. Lakin dedim ya benim elde avuçta fazla bir şey yok, nişanlımın durum benden bin kat beter; Victor Hugo’nun sefilleri bizim yanımızda baya baya kapitalist burjuva sayılır, o derece yani. İlle velakin parayı, pulu, esvabı, çulu düşünen mi var?

Şimdi bu yazıyı okuyanlar içinde içini çekerekten ’’ Ey aşk sen nelere kadirsin. ’’ diyenler olacaktır mutlaka. Allah da biliyor ya aşk ziyadesiyle vardı ama bizi birbirimize yaklaştıran tek şey sadece aşk değildi. Herşeyden önce ikimiz de fakirdik. Öte taraftan nişanlım, benimle evlenmek suretiyle artık her yaz, sıcalığı 70-80 dereceye çıkan seralarında köle gibi çalışmak derdinden kurtulacak, ben ise ayağımın sakatlığı sebebiyle bana burun kıvıranlara ’’ Ulan namussuz kaşarlar, görün bakın nasıl güzel bir kız aldım.’’ diye havamı atacaktım. Ayrıca benim ekonomik şartlarım ile bundan daha ucuza getirebileceğim bir evlilik de yoktu hani.

Eeee...Her aşkta olduğu gibi bizim aşkta da kara çalılar girdi aramıza. Kayınpeder hazretleri vaz geçti nişanlımı bana vermekten. Tam on ay nişanlı kal, on aydan sonra ’’ Arkadaş sana kız mız vermiyorum ’’hitabına maruz kal... Nişan bozuldu vesselam. Yüzük geri iade edildi.

Yaş yirmi sekiz henüz. Gözümüzün kara olduğu zamanlar. Bu işin tek çaresi var nişanlımı kaçırmak. ( Bana göre o hala benim nişanlım )

Yıl 1982 ve aylardan Temmuzdu. Sadece Temmuz ayında değildik 1982 yılının Temmuz ayı  Ramazan’a denk gelmişti. Ben o sene kahretmiş, tatile İstanbul’a ailemin yanına gitmemiştim. Kafaya koymuştum : Kaçıracaktım nişanlımı. Artık siz buna ’’ Oruç başına vurmuş’’ mu dersiniz yoksa ’’ Bekarlık tavan yapmış garibimde, düz duvara tırmanacak hallere gelmiş’’ mi dersiniz o sizin takdirinize kalmış.

Kız kaçırma fikrimi öğretmen arkadaşlarıma anlattım. Tabii ki şiddetle karşı çıktılar. Nişanlım nüfusa göre on beş yaşında (Aslında on sekiz ) olduğu için babasının şikayet etmesi halinde hapislere düşeceğimi, meslekten atılacağımı filan söylüyorlar ama bir kulağımdan giriyor öteki kulağımdan çıkıyor.

Sonunda arkadaşlar ’’ Hep beraber gidelim kızı babasından bir kez daha isteyelim. Yine vermezse o zaman hep birlikte kaçıralım. ’’ dediler.

Bir Hacımurat ayarladık ve şoför de dahil beş kişi Manavagat’tan Finike’ye doğru yola koyulduk. Hepimiz oruçluyuz. Güneş beynimize beynimize çakılıyor adeta. Bir de Antalya-Finike yolunu bilenler bilir müthiş güzel sular akar dağlardan. Harika minik şelaler ve tabii ki dinlenme yerleri, et mangal, gözleme, ayran artık insana orucunu bozdurabilecek ne kadar nesne varsa hepsi vardır o yolda ama yine de orucumuzu bozmadan vasıl olduk nişanlımın köyüne. Kayınpeder bir daha ’’ Vermem’’ dedi.

Dedik ya gözü karalık var. Adamın yüzüne karşı ’’ Sen vermezsen ben de kaçırırım ’’ dedim. Hem de kime? Daha önce hanımına laf atan bir adamı öldürerek hapse girmiş ve Ecevit’in çıkardığı genel aftan yararlanarak dört sene hapis yattıktan sonra çıkan birine...Adam Fethiye’li üstelik ki o devirlerde sekiz kişiyi mermi manyağı yaparak öldüren bir Fethiye’linin namı ’’ Fethiye Canavarı ’’ Olaraktan dilden dile dolaşmakta tüm yurtta...

Rahmetli şöyle bir baktı bana ’’ Hele öyle bir şey yap vallahi fururum seni’’ dedi. Demesine dedi ya sallayan kim.

Rahmetli vermedi de ama ben almasını bildim. Öyle arkadaş markadaş yardımı filan da olmadan kaçırdım nişanlımı. Hapse girmekmiş, meslekten atılmakmış, babası tarafından öldürülmekmiş umrumda bile değildi.

Yok  be  yahu.  Bende  kız kaçıracak  beceri ne gezer.  Kızcağız  kendisi kaçtı bana.  Manavgat’a  geldi. Ben de  kaptığım  gibi  ver elini  İstanbul. Ailemin  yanına. Bilmem  böyle  bir durum  kız  kaçırma  kapsamına  girer  mi?

Yıl 1982 idi. Aylardan Temmuz ve Ramazandı. Oruç oruç yapılacak iş değildi ama yaptığım  şeye herkes  kız kaçırma  diyordu. Kanunlar da öyle  diyordu.  Hani hiç bir hocaya da sormadım ’’ Hocam kız kaçırmak orucu bozar mı ?’’ diye. Hoş bozsaydı da farketmezdi. Ölümü bile göze almıştım. Altmış bir gün oruç vız gelirdi.

Yıl 2021 Tam otuz dokuz sene geçmiş üzerinden. Bu otuz iki seneye neler sığdırmamışız ki:İlk çocuğumuzun ölümü, peşinden gelen dört çocuk, bir mide ameliyatı, bir araba kazası, iki mide kanaması, bir ayak çatlaması, bir adet maddeten iflas, bir ayak kırılması,ve bir ayrılık bunlardan sadece bir kaçı...

Hani şair demiş ya ’’ Bu dünyada üç nesneden korkarım. Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.’’

Yoksulluğu fazlasıyla yaşadım. Ayrılığı yaşıyorum. Kala kala kaldı ölüm. Ondan da artık eskisi kadar korkmuyorum.

Hay Allah daldık gittik  yazının  başlığı ile alakaya hâlâ gelemedim.

Bugün artık ilk görev yerim olan  Manavgat’ta  -gölgesinde çok  fazla  oturamasak da- zaman zaman sırtımızı dayadığımız ağaçlardan kaç tane  kaldı?  Ya da  kaldı  mı? 

Şu ana kadar  her ne  kadar  Finike’de çıkan  bir  yangınla ilgili  haber almamış  olsam da  o fotoğraftaki  gölgesinde oturduğumuz  bodur  ağaç hâlâ varlığını  sürdürüyor  mu?

Ev çoktan  yıkılmış.  O yerlerin  yeni sahipleri oraya  başka ve  daha  modern  bir  ev yapmışlar tabii  ki  ama gölgesinde oturup  hayaller kurduğumuz  o  ağaç yaşıyor  mu  acaba?

Ve tabii  ki  merak  bu  ya.

Gölgesinde mevsimler boyu oturduğumuz,

Hep elele vererek hayaller kurduğumuz,

Kimi üzgün kimi gün neşeyle dolduğumuz,

O ağacın altını şimdi arıyor musun?

O güzel günler için bilmem yanıyor musun?

Yok  yok  yanma  hiç  bir  şey için. Memleket  yanarken  geçmişi  anıp  yanmanın zamanı değil  şimdi.

Haydi çıkalım hüzünden.

Acaba zamanında o kısa don giymediğini herkese gösteren kızı mı alsaydım? Ne dersiniz?



0&autoplay=1" frameborder="0" allow="accelerometer; autoplay; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture" allowfullscreen>
( O Ağacın Altını Şimdi Anıyor Musun? başlıklı yazı Sami Biber tarafından 4.08.2021 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.