'Denizin bir kokusu olur
derler. Deniz görmemişlere ya da denizin varlığını idrak edememişlere o kokuyu
duyuramazmışsınız. Bahsettiğim herhangi bir yosun ya da sıcakla ortaya çıkan
bir koku değil. Onları burnu olan herkes fark eder. Bu koku çok başka, çok farklı
ve çok özel... İşte şimdi yoldayım. Motoru yağ yakan -şoför öyle söyledi, o
sebeple yavaş gidiyormuşuz- eski sayılabilecek bir otobüsün çatlak yan camından
dışarıyı seyrederken nedendir bilmem birkaç bir şey yazmak geldi içimden.
Çıktığım bu yolculukta görmeyi arzuladığım tek şey deniz. Görmesem de olur,
kokusunu duymak istiyorum. Dalgaların kıyıya vurduğunda çıkardığı o hışırtılı
sesi içmek istiyorum kulaklarımla. Güneş tam tepemizde… Artık iyice bozulmuş
yolda seke seke ilerlerken yazımın da düzgün olmasına uğraşıyorum. Sol taraftan
üzerimize gölgesini örten dağ, sağ tarafımızda yol boyunca bizi yutacak gibi
hazır kıta bekleyen uçurumun içimde oluşturduğu dehşet verici heyecanı bir kat
daha arttırıyor. En fazla ölürüz biliyorum ama hemen arkamdaki koltukta anne ve
babasıyla seyahat eden ve tüm gece boyunca ağlayarak uykumun içine eden tatlı
veledin başına bir şey gelmesini istemiyorum. Deniz, sana geliyorum.'
- Ne kadar kaldı?
Aynı soruyu ellinci kere duyan muavin artık sıkılmış olacak ki önce soğuk
bir bakış attı Kevser'in yüzüne. Kızcağız muavini sinirlendirdiğini biliyordu
ama içindeki sabırsızlık artık dayanılmaz bir hâl almıştı. Elindeki defteri
kapatıp çantasına koyarken muavin soğuk bir ses tonuyla cevaplandırdı sorusunu.
- Daha iki saatlik yol var abla. Bir saat sonra da bir saatlik yol kalmış
olacak. Bir buçuk saat sonra da yarım saatlik yol kalmış olacak.
Kevser bu soğuk ve serzenişli cevaba kırık bir tebessümle karşılık vererek
saatine baktı. Acaba biraz uyusa mıydı? Gece boyunca da uyumamıştı zaten. Ne
zaman gözü uykuya dalsa hemen arka koltuktaki çocuk keskin sesiyle uykusunu
bölüyordu. Kevser henüz 1,5 - 2 yaşlarındaki bu çocuğun nasıl olup da böyle
kurnaz davranabildiğine şaşırıyordu. Çocuk annesi ne zaman uyuklasa ve onunla ilgilenmese
hemen ağıtı basıyordu. Ya da babası istediği oyuncağı vermekte biraz gecikse,
meyve suyunu istediği şekilde içirmese hemen ortalığı inletiyordu. Bu kadar
küçükken bile etrafındaki herkesi kendisine pervane eden bu yaramazın büyüyünce
çok daha kurnaz ve yaramaz olacağı belliydi.
Yarı uykulu yarı uyanık bir halde ne kadar daha yol gittiklerini
kestiremedi. Kendisi gibi sabırsız birkaç yolcunun önce muavinle sonra da
otobüsün şoförüyle yaşadıkları tartışmaları yarım yamalak anımsayabiliyordu.
Muavinin yılgın sesiyle kendisine geldi.
-
Son durak. Araçta kimse kalmasın.
Boynu tutulmuştu. Eliyle ensesini ovarak kalktı yerinden. Çantasını üst
raftan aldıktan sonra indi otobüsten. İşte gelmişti. O deniz kokulu şehir
ayaklarının altındaydı. Ama denize ne zaman gideceğini bilmiyordu. Daha doğrusu
şimdi nereye gideceğini de pek anımsayamıyordu. Bu şehirde yaşayan birkaç akrabası
vardı ama böyle habersiz giderse bunun yakışık almayacağını düşünerek onlara
gitmekten en başta vazgeçti. Nasıl olsa şehirde olduğundan haberleri olmazdı.
Hem haberleri olsa da bir iki cümlelik serzenişten sonra her şeyi unuturlardı.
Otogarın şehrin manzarasına hâkim olan çıkışına doğru yürüdü. Yüksek katlı
binalar arasında sıkışıp kalmış, solgun, yorgun ve küskün gecekondu evlerinin
bacalarından yükselen siyah dumanlar kapalı havanın gri rengini birkaç ton
koyulaştırıyor ve bu hiç tanımadığı şehre ayrı bir gizem katıyordu. Sağına
soluna bakındı. Bir taksi görmeyi umut ediyordu. Ama ortalıkta görünen hiç
taksi yoktu. Tam o anda omzunda bir el hissetti. Ürperdi. Hızla arkasını döndü.
-
Hoş geldin. Seni bekliyordum.
-
Sen de kimsin?
-
Tanımadın mı?
-
Tanımadım. Hem benim buraya geleceğimi nereden biliyorsun da beni
bekliyorsun?
-
Benim, Deniz.
-
Deniz mi?
-
Evet. Burada seni bekliyordum. Hem sen de öyle yazmadın mı defterine? ‘Deniz,
sana geliyorum.’ Diye.
Kevser şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi. Dizlerinin bağı çözüldü. Olduğu
yere çöktü kaldı. Hemen önünde dikilen bu uzunca boylu ve heybetli adamın nasıl
olup da tüm bunları bildiğine bir anlam veremiyordu. Adama bakmaktan alamadı kendisini.
Nispeten uzun, sık ve düz saçlarını geriye taramış, hafif kirli sakallı ve
oldukça yakışıklı bir adamdı bu. Boyunlu gri bir kazak üzerine siyah bir kaban
giyinmişti. Beline kadar uzanan kabanın altında yine gri renkli, iyi ütülenmiş
mat bir kumaş pantolon ve yeni boyanıp cilalanmış kışlık ayakkabılar. Kimdi bu
adam? Kevser’i nasıl ve nereden tanıyordu? Buraya neden geldiğini ve defterine
yazdıklarını nereden biliyordu?
-
Korkma. Sen de beni tanıyorsun. Sadece anımsayamıyorsun şu anda. Denizin
sesini ve kokusunu duymaya geldin değil mi?
Kevser zar zor ayağa kalktı. Adama teslim olmuştu.
-
Evet. Senin de mi adın Deniz?
-
Doğru. Adım Deniz. Tekrar hoş geldin.
-
Hoş buldum. Ne yapacağız şimdi?
-
Yürümeye ne dersin?
-
Nereye?
-
Denize… En dalgalı ve en güzel kokan kıyısına…
-
Hadi, götür beni oraya.
-
Tut elimden.
Kevser Deniz’in elinden sımsıkı tuttu. Evet, bu oydu, Deniz. Onu tanıyordu.
Her yerde aradığı, hep tanıdığı ama yıllardır hiç görmediğiydi. Hayatta ona
inanan tek insan oydu. Onu gerçekten seven tek insan yine oydu. Tamamen koluna
girdi Deniz’in. Başını omzuna yasladı. Denize doğru yürümeye başladılar.
İnsanların kendisine tuhaf tuhaf bakmalarını umursamadı. Deniz onu korurdu.
Daha evvel hiç gelmediği bu şehirde artık güvendeydi. Herkese gülücükler
dağıtmayı sürdürdü. Martıların ahenkli sesleri kulaklarına değdiğinde denize
yaklaştıklarını anladı.
-
Az kaldı değil mi?
-
Evet.
-
Sen de denizin kokusunu merak ediyor musun?
-
Nasıl koktuğunu biliyorum.
-
Nasıl kokuyor?
-
Çok güzel. Tıpkı esen bir rüzgâra karşı tuz serpmişsin gibi. Ferah ve
yakıcı...
-
Ya sesi?
-
Hiç görmediği sevdiğine kavuşan bir kadının ağlarken çıkardığı hıçkırıklar
gibi…
-
Ah… Seni seviyorum Deniz.
-
Ben de Kevser, ben de seni…
Kevser hiç olmadığı kadar mutlu hissediyordu. Şimdi hatırlıyordu. Deniz’e
yıllar önce haber vermişti buraya geleceğini. Demek ki Deniz onu öyle çok seviyordu
ki bunca senedir onu beklemişti. Deniz gerçekti. Yaşıyordu. Ona dokunabiliyor,
onu koklayabiliyor, onu duyabiliyordu. Deniz aynı deniz gibiydi.
Hafiften serpmeye başlayan yağmur küçük damlalarıyla yüzünü okşuyordu sanki. Bu damlaların
lezzeti çok başkaydı. Rüzgârın da etkisiyle deniz kabarmıştı. Büyük bir aşk ve
özlemle sarılıyordu kıyıya. Dalgaların kıyıya dokunduğunda çıkan bu ses… Ah, ne
lezzetli ve ne dayanılmazdı. Hele rüzgârın içinde saklı bu ferah koku… Evet,
bu, bu denizin kokusuydu. Kolundan ayrıldı Deniz’in. Kıyıdaki kayaların üzerine
çıktı. Kayalara vuran dalgaların taşıdığı sularla ıslandı. Ve ağlamaya başladı.
Artık Deniz’e kavuşmuştu.
-
Kızımın durumu nasıl doktor bey?
-
Merak etmeyin. Sadece uzun süre suya ve rüzgâra maruz kaldığı için üşütmüş.
Bir müddet müşahede altında olacak. Siz annesi misiniz?
-
Evet.
-
Kızınızı zaman kaybetmeden ruh ve sinir hastalıkları hastanesine sevk
etmemiz gerektiğini biliyorsunuz değil mi?
-
Biliyorum. Nerede bulmuşlar onu?
-
Deniz kıyısında, kayaların üstünde bulunmuş. Birkaç vatandaş otogar
civarında kendi kendisine konuşup tuhaf davranışlar sergileyen birini ihbar
ettiklerinde polis sizin kızınızın kaybolduğuna dair ihbarınızla ilgili
olabileceğini düşünüp olay yerine intikal etmiş. Sonrasını biliyorsunuz.
-
Kızımı görebilir miyim?
-
Tabii ki. Ancak şu an derin uykuda. Uyandırmamaya dikkat edin.
-
Teşekkür ederim.
Hülya hanım kapıyı yavaşça açıp odaya girdi. Kevser uyuyordu. Gözleri
doldu. Artık yapabileceği bir şey kalmadığını biliyordu. Kevser’i Deniz’den
koparamayacaktı. Kızının nişan fotoğrafını çıkardı çantasından. Ve Kevser’in
avcuna yerleştirdi, onu uyandırmadan. Aynı anda Kevser sayıklamaya başladı
tekrardan.
-
Deniz, Deniz…
Son kez fotoğrafa baktı Hülya Hanım. Kızı son kez
gülüyordu bu fotoğrafta. Uzunca boylu, heybetli, nispeten uzun, sık ve düz
saçlarını geriye taramış, hafif kirli sakallı ve oldukça yakışıklı bir delikanlının, Deniz’in kollarında... Başını omzuna yaslamış, gülücükler saçıyor
etrafındakilere. Henüz o, denizde boğulup ölmemişken...
Mahmut UZUN