“Onurlu insanın üzerine titrediği şey karakteridir, bayağı insanın ise
makam ve mevki.” diyen Konfüçyüs’ün vurgulamak istediği olay her zaman geçerliliğini
korumuştur.
Gerek siyasette gerekse de
bürokraside belli makamlara gelebilmek amacıyla düşüncelerinden, fikirlerinden ve
özelliklede kişilikleri ile onurlarından ödün veren birçok insan görmeniz
mümkündür.
Etrafınıza dönüp bir bakın.
Bilgiden, liyakatten ve erdemden yoksun niteliksiz insanların ya siyasette ya
da bürokraside makam, mevki sahibi olduklarını sizlerde göreceksiniz.
Liyakatten yoksun herhangi
bir konuda bilgisi deneyimi olmayan insanlar, belli makamlara geldiklerinde o
makamdan dolayı gördükleri ilgiyi, itibarı kendi şahsiyetleriyle ilgili olduğunu
sanırlar.
Bazı insanlar makamları
yücelttiği gibi bazı insanları ise makamlar yüceltir sözleri bu gibi insanlar
için söylenmiş olmalı. Bu durumdaki insanlar bulundukları makamlardan
ayrıldıklarında ise iğne batırılmış balon gibi sönüverirler.
Konuyla
ilgili çok anlamlı bulduğum Simon Sinek’in “Leaders
eat last” (Liderler en son yer) kitabından “Kâğıt
Bardak” adıyla alıntı yapılan bir öykü anlatayım.
Öykünün
konusu şöyledir:
Eski bir Bakan’dan bir konferansta
konuşma yapması istenmişti.
Elinde kâğıt kahve bardağı
ile kürsüye çıktı ve konuşmasına başladı…
Ama kafasının başka yerde
olduğu sanki anlaşılıyordu. Daha bir iki cümle söylemiş iken durdu, kahve
bardağından bir yudum aldı ve sonra bir süre bardağı kaldırıp baktı.
Derin bir nefes aldı ve;
“Biliyor
musunuz ne düşünüyorum?” diye sordu…
“Bu konferansta geçen yıl da, hem de aynı kürsüde konuşmuştum…
Tek bir fark vardı; o zaman hâlâ bakanlık görevim sürüyordu.
Buraya gelirken bana business class bileti alınmıştı, hava alanında
beni bir limuzin ve eskort araba bekliyordu.
Beni önce bir otele götürmüşlerdi.
Otel müdürü beni otelin kapısında karşılamış ve kral dairesine
çıkarmıştı…
Ertesi sabah lobide benim odadan inişimi bekleyen bir heyet vardı…
Beni yine aynı limuzinle bu salona getirmişlerdi…
Özel bir kapıdan içeri almışlardı…
Çok şık bir bekleme odasında konferansı beklerken porselen bir kapta
kahve ikram etmişlerdi…
Sonra da beni salona aldılar ve en ön sırada ayrılan yerime geçmiştim.”
Eski bakan derin bir nefes
aldı, seyircilere gülerek bir süre baktı ve devam etti.
“Fakat
bu yıl karşınızda bir bakan olarak bulunmuyorum.” bir an
durdu ve sonra;
“Dün buraya kendi ödediğim uçak bileti ile uçtum.
Beni hava alanında kimse karşılamadı.
Otele taksi ile geldim.
Kendi odama kendim çıktım.
Bu sabah buraya otelden yine taksi ile geldim. Kapıdan girerken
güvenlikten geçtim, hüviyetimi alıp listede olduğuma emin olmadan salona
almadılar bile.
Sonra da bulabildiğim yerde oturdum.
Canım kahve istedi ve görevliye sordum; bana dışarıda kahve makinesi
olduğunu söyledi. Ben de çıktım ve şu gördüğünüz kâğıt bardağa kahveyi kendim
doldurdum.”
Seyirci gülmeye başlamıştı.
“Sanıyorum
geçen yıl porselen bardak bana sunulmamıştı. Makamıma sunulmuştu. Benim
asıl bardağım işte bu.”
Konuşmanın bu noktasında
gülüp alkışlayan seyircilere kahve bardağını kaldırıp gösterdi. Alkışlar
bitince de şunları söyledi;
“Size
verebileceğim en iyi ders bu işte. Bütün o övgüler, hizmetler, avantajlar
rütbeniz, rolünüz, makamınız içindir.
Size ait değildir. Ve bir gün makamınızı görevinizi bitirdiğinizde
porselen bardağınızı halefinize verirler. Çünkü aslında hep layık olduğunuz kâğıt
bardaktır.”
Öyküde anlatılan olayı
hayata geçirebilmek ve yapabilmek için ne vali, ne belediye başkanı, ne
milletvekili, ne de bakan olmaya gerek yok! Unutulmasın ki makamlar gelip
geçidir, kişilik ise bakidir…
Sözün özü olarak, bu
durumdaki insanlar bulundukları makamlardan ayrıldıktan sonra da aynı ilgiyi,
itibarı görüyorsa eğer, ayrıldığı makama değer kattığı anlaşılır. Bulunduğu
makamlardan ayrıldıktan sonra yüzlerine bakanlar, ilgi gösterenler yoksa eğer makama
değer katmadıkları anlaşılır. Daha önce gördükleri ilgi, itibar kendi
şahsiyetleri için değil aksine oturdukları makam içindir. Nasreddin Hocanın “Ye kürküm ye, ye kürküm ye!” fıkrasını
bilmeyeniniz yokturdur.
Akşehir’in beyleri Hoca’yı
yemeğe davet etmişler. Hoca nereden bilsin; davete, günlük kıyafetiyle
katılmış. Katılmış ama ne hoş geldin, ne sefa getirdin diyen var. Herkes, allı
pullu kıyafetlilere el pençe duruyormuş. Hoca, bir koşu evine giderek, sandıktaki
işlemeli kürkünü giyip yemeğe geri dönmüş. Az evvel hoş geldin bile demeyenler,
önünde yerlere kadar eğilmişler. Hoca’yı, yere göğe sığdıramayıp başköşeye
oturtmuşlar. Kuzunun en hasını önüne koymuşlar. Herkes Hoca’nın yemeğe
başlamasını bekliyormuş. Hoca, bir taraftan kürkünün kolunu sofrada sallamaya,
bir taraftan da “Ye kürküm ye, ye kürküm
ye!” demeye başlamış.
-İlahi Hoca, demişler,
kürkün yemek yediğini kim görmüş?
Hoca taşı gediğine koymakta
gecikmemiş:
-Kürksüz adamdan sayılmadık…
İtibarı o gördü, yemeği de o yesin.