1
Yürümeye
başladığımdan itibaren çobanlıkla başlardı sorumluluk günlerim! İlk zamanlara
ilkbaharın geliyorum dediği günlere gidelim. Güneşin yüzünü azıcık gösterdiği
mart ortalarında sürümüzün kısır takımı ve bir yıllık kuzular henüz yeşermeye
başlayan kırlara salınır. İşte o günlerde benden üç yaş büyük ablam ve vefakâr
köpeğimiz Karabaş ile kırlara açılırdık.
Hayvanların yetesiye karınları doymazdı
elbette. Lakin ta kasımdan itibaren uzun süre içerde kalan hayvanların kırlarda
az da olsa yeşille buluşmaları onlar için bayram olurdu. Özgürce dolaşır, bazı
erkek kuzular kafa tokuşturarak sevinçlerini belli ederlerdi. Ablama yoldaşlık
ederdim. Daha okul nedir bilmezdim. Kapısına bile yaklaşmamıştım. Köyden de çok
az insan tanıyordum.
Yıllar
su gibi akıp gitti. Sorumluluklarım daha da arttı. İlkokul yıllarımda her hafta
sonu elimde değneğimle, önümde sürüm ver elini kırlar… Sonbahar ve ilkbaharda
doğa karlara bürüyünceye kadar hafta sonları mutat görevdi çobanlık benim için.
Ya sene sonu ders bitiminde ne yaşardım derseniz? Cevap hazır. Bir türlü
akşamların olmadığı uzun yaz günleri aralıksız sürümüzle yayla düzlüklerinde
akşamın erken gelmesini beklerdim... Bir gün olsun sorumluluktan uzak,
arkadaşlarımla oyun oynayacak zamanım hiç olmadı. Benim gibi sayıları bir elin
parmaklarından az yaşıtlarım da benimle aynı kaderi paylaşırdı. Çobanlık. Ta
ortaokul ikinci sınıfının çayırların biçme günlerine kadar yayla düzlerinde,
dere kenarlarında basmadığım toprak parçası kalmamıştır.
Daha
çok sağılan koyunları otlatma görevi benimdi. Bazı günler de annelerinden
ayrılan kuzu ve tokluların sorumluluğu da bana kalırdı. Çobanlığa veda edip
köyde çayır biçmelere başladığım yılın mayıs ayında yaşadığım 4-5 günlük
çobanlık günlerim unutulacak cinsten değildir.
Askerlik
yapmış kuzenlerim Hüseyin ve Ahmet ağabeyler kuzu ve tokluları birlikte
otlatıyorlardı. Ben diyeyim ortalama 400, siz deyin 450 baş küçükbaş hayvan.
Kalabalık bir sürüyü önlerindeydi. Otlattıkları hayvanların içinde 10-12 adet
süt veren keçi diğerleri bu yıl ve geçen yılların kuzuları. Kısır kalmış
koyunlar, büyük koçlardan oluşan devasa kalabalık bir sürü…
Dağların
eteklerinde kamp kurup geceleri sürüyü yayla evlerinin bozuk havalarda çamurlaşan
ağıllara getirmiyorlardı. Zaman zaman kamp yerlerini değiştirip otlakların gür
olduğu vadilerde sabahlıyorlardı. Kamp eşyalarını taşıyan eşyaları için de bir
atları vardı. Bu acar kafadar çobanlar bir kurnazlık planlamışlar.
Güya, bizim
yaylalardan uzak Meşeli Köyünün yaylasını kiralamışlar! Biz öyle duyduk.
Köyümüzün yaylasından kiraladıkları yaylaya gitmek işini pek aceleye getirmiyorlar.
İki gece Köprülü Köyü’nün yaylasında kamp kuruyorlar. Üçüncü gün ata
yükledikleri gibi eşyaları bu kez Karaköy’ün yaylasına yerleşiyorlar. Bir iki
geceden sonra sıra Cirtdüzü Köyü’nün yaylalarına geliyor. Bu kez konaklamayı
uzatıyorlar. Üç gün geniş otlaklara sahip Ciritdüzü’nün yaylalarında
eğleşiyorlar. Sırada Kirazlı Köyü’nün yaylaları derken nihayet Meşeli Köyü’nün
Mansurat diye adlandırılan yaylaya varıyorlar.
Yayla
kiralamak değil amaç. Şark kurnazlığı yaparak kendi köylüleri yaylalarına
çıkmadan birer, ikişer gün henüz hayvan ayağı değmemiş yeşil yayla çimenlerini
sürülerine otlatmak. Uzun süre bir yerde konaklamadıkları için itiraz edenlere
kısa süreliğine eğleştiklerini söyleyip işi tatlıya bağlıyorlar.
Mansurat yaylasında da üç gece geçirip dönüş
seferi başlıyor. Dönüşte de birer ikişer gece konaklayarak bizim köyün yayla
düzlüklerine geliyorlar nihayet. Henüz bizim köy, temmuz, ağustos aylarını
geçirdiğimiz yukarı yaylaya çıkmamıştı. Anlattığım olay mayıs sonu haziran
başlarında yaşandı.
Ahmet Ağabey,
kısa süreliğine Hüseyin Ağabeyden izin alarak köye geldi. Beni Hüseyin Ağabeye
yardım için birkaç günlüğüne kısır sürüsüne gönderdi. Büyük bir ekmek çıkını
ile yaylaya, sürünün yanına vardım. Haziran başları, yayla düzlükleri yeşilin
en güzel tonlarıyla bezeli. Güneş ışınlarıyla yeşil çimenlerin dansını izlemek
çok hoştu.
Yayla
düzlükleri sonsuza kadar uzanıyor hissi veriyordu. Ufuk çizgisi çok uzaklara
kadar uzanıyordu. Ardahan yaylaları tatlı yükseltilerle uzayıp gidiyordu.
Kalabalık sürü, üç adet iri çoban köpekleri ve at ekibi tamamlıyordu. Bu kez
kamp bizim köy ile Köprülü’nün yayla düzlüklerinin arasına kurulmuştu.
Akşam
olunca kampın önünde ateş yakıyorduk. Hüseyin Ağabey keçiler sağıp sütü
ısıtıyordu. Ekmekleri sıcak süte doğrayıp çalakaşık akşam yemeğimizi yiyip
uykunun tatlı kollarına sığınıyorduk. Çobanlığımın ilk iki günü güzel geçti.
Haziran güneşi tüm güzelliğiyle doğayı canlandırdığı gibi üşüme sorunu
yaşamıyorduk. Üçüncü gün sisli, puslu başladı. Giderek pus her tarafı sardı.
Hava aniden soğudu ve yağmur başladı. Yağmur ne yağmur! Hiç ara vermeden,
şiddetini artırarak devam ediyordu…
Ardahan-Şavşat
karayolunda, Çam Geçidi: 2470 m diye yazar. Sürüyü güttüğümüz düzlükler bu
yükseltilerden daha da yukarlardaydı. Sanki gök delinmişti. Çobanlığın itlik,
köpeklik zamanı acı bir biçimde başladı. Altında dinlenecek ne bir ağaç ne de
bir mağara kovuğu vardır yayla düzlüklerinde. Tarif edilmeyecek düzeyde
ıslandık. Üzerimizde kuru bir iplik kalmadı. Gün uzadıkça uzadı. Bir türlü
akşam olmuyordu. Saatler sonra hava kararmaya başladı. Kamp yerine vardık.
Odunlarımız günlerce suda kalmışçasına ıslanmıştı. Ateş yakmamız mümkün olmadı.
Hüseyin Ağabey keçileri sağdı. Bu kez çiğ süte doğradık ekmekleri… İlk kez çiğ
sütü kaşıkladım. İğrenmedim değil. Yapacak bir şey yoktu…
Köpekler
için soğuk suya un dökerek yal yaptık. İyice ıslanan köpekler titreyerek şapur
şupur yalı yediler. Zavallı hayvanların diş dişe vurarak uzun süre titrediler.
İçi bir tarafı yünlü kuzu derisinden bir kaban vardı. O kabana sarılarak
uyudum. Kuzu postlu kaban bir yorgan gibi ısıttı beni. Gözlerimi açtığımda
etraf yeni yeni aydınlanıyordu. Sürü ve Hüseyin Ağabey yoktu kamp yerinde!
Sağ
sola telaşla bakmaya bağladım. Yapacak bir şey yoktu. Sürü nereye gitmişti!
Gece hırsızlar mı sürüye musallat olmuştu. Ben hiçbir ses duymamıştım. Ortada
hırsız işi olsaydı Hüseyin Ağabey kolayına teslim olmaz, bağırır çağırırdı…
Hayli
zaman sonra kamp yerinin ilerisindeki yükseltiden derinden çan sesleri
geliyordu. Sesler daha yaklaştı. Seslerin geldiği tarafa yürüdüm. Hüseyin
Ağabey sürünün başındaydı. Bir yıl yaşlanmış adeta. Büyük bir şok atlatmış;
asık bir yüzle anlatmaya başladı:
“Derinlerden
gelen bir sesle uyandım. Sürünün yerinde yeller esiyordu! Allah’tan pus
çekilmişti. Uzaktan, ‘Sürünün sahibiii’ diye bir adam uzun uzun bağırıyordu.
Apar topar sesin geldiği yöne koştum. Ardahan yaylalarından bir adam önünde bir
çift öküz Karaköy’ün ormanına gidiyormuş. Gecenin karanlığından yararlanıp bir
ağaç alacakmış ormandan… Sürüyü görünce hayvanlarını bırakıp sürüyü geri
çevirmiş…”
Hüseyin
Ağabey, adamın bu fedakârlığına karşı sürüden iki hayvanı hediye etmiş. Çok
uzuz atlatıldı olay. Eğer bir kurt rastlamış olsaymış sürüye, zarar ziyanın
hesabı olmazdı. Çünkü kurt çok acımasız zalim bir hayvandır. Daldığı sürüyü sağ
bir hayvan bırakmamacasına hepsini telef eder.
Çobanlık
günlerimin son yıllarında yaşadığım o soğuk sonundaki olay hiç unutulacak gibi
değil. Buruk bir sevinç duyduk. Sürü iki eksikle önümüzdeydi. Hediye edilen
hayvanlardan bir bizim diğeri de Hüseyin Ağabeylerindi…