“Sarı çiçek, çayır, çimen kokusu / Hastalardan gitmiş ölüm korkusu
    Yüreklere dolmuş, yaşam tutkusu / yaşamın coştuğu mevsim İlkbahar
                                   ***
    Bu benim coşkumu ne bilsin eller / kırlar gelin olmuş yanakta güller
    Eteği papatya, dizde sümbüller / yaşamın coştuğu mevsim İlkbahar
    Bu defa konuya iki dörtlüğümle başlayayım istedim.
    İlkbahar doğanın gelinliğini giyinip kendini yenilediği mevsimin adıdır. Üreme mevsimidir. Bu mevsimde, allı morlu renk, renk çiçekler açar, hoş kokular saçar. Rüzgârlardan yardım isterler. Arılara kelebeklere tüm kanatlı böceklere, kuşlara çiçek polenlerini diğer hemcinslerine ulaştırsın diye çağrıdır.
    Doğada İki tür üreme vardır. Eşeyli üreme (İki atalı, erkek ve dişi)  eşeysiz üreme (Tek atalı, hücre bölünmesi) Bu kadarını Lise yıllarında öğrendiğimizi sanıyorum. Ayrıntıları, uzmanlarına ve meraklılarına bırakarak konuya dönelim.
     İnsanın üremesi de birçok hayvanda gözlendiği gibi eşeyli üremedir. Yani her çocuk anne ve babanın varlığı ile hayat bulur. Yine her çocuk, kız ya da erkek olarak doğar. Doğal doğumlarda çocuğun kız ya da erkek olarak doğma olasılığı % 50’dir. Bunun sebebi günümüzde, bilimsel bulgularla sır olmaktan çıkmıştır. Ayrıntıları uzmanlarına bırakarak konuya dönelim.
    Yeryüzündeki bütün canlıların yapı taşının hücre olduğunu biliyoruz.
Bütün canlıların yapı taşı hücre ise bakteriden- balinaya, ottan- ağaca, attan, insana bunca farklı, çeşitlik nasıl olmaktadır? Günümüzde, bilimin bulgularıyla bu sorunun da yanıtı verilmiştir. Bilimsel tespitlere göre, hücre çekirdeğindeki DNA sayısı ve DNA sarmalındaki molekül diziliminin farkı, bu devasa çeşitliliğin sebebidir diyerek İnsana dönelim.
    Konu ile ilgili çalışma yürüten bilim insanlarının, bilimsel bulgularına göre; İnsanların DNA’sı % 99.92-  % 99.98 birbirine benzese de İnsanlar farklıdır. Bu fark binde 2 ya da binde 8 DNA molekül dizilim farkından kaynaklandığı kabul görmektedir.
    İşte bu, binde 2 ya da 8’lik farklı dizilim sebebiyle, Dünyada yaklaşık 80 milyar insanın her biri özgün ve özeldir. Ondan sebep de her kişi biriciktir.
   Döllenme sürecinde çocuğun kız ve ya erkek olması, ilk derin fark ve ilk ayrışma aynı zamanda; varoluşun beklide ilk mucizesidir. Diğer eşeyli üreyen canlılarda olduğu gibi,  İnsan soyunun devamlılığı da bu kız ya da erkek olarak gerçekleşen doğumlardır.
    Çocuk ana rahminde ya kız ya da erkek olarak gelişir ve doğuma hazır olduğunda da doğar.
    Bu konuda söyleyecek sözü olanların, yalnızlık duygusunun diğer bazı duygular gibi sonradan oluştuğunu, özellikle sanayi toplumlarında; toplumu oluşturan bireylerin yalnızlığı derin ve yaygın yaşandığı, bununda toplumsal bir tehdit oluşturduğu ifade edilmektedir.
    Bana göre, bebeğin göbek bağı kesildiğinde artık bu dünyaya aittir. Anne atadan aldığı genler yanında baba atadan aldığı genler ile ne tam annedir ne de tam babadır ne de bir başka insandır. O, bu dünyaya tek ve biricik olarak gelmiştir. Bir benzeri yoktur. O yüzden yalnızdır ve korumasızdır. Anne baba korumasında ve aile ortamında büyür ve zamanla iyi,  ya da kötü bir kimlik ve kişilik kazanır. Kazandığı bu kimlik ve kişilik ile toplumun bir bileşeni olsa da toplumdaki her bireyden ayrıksı ve yalnızdır.
    Bu doğuştan gelen yalnızlığı yaşama ve hayata tutunma süreçlerinde hep hissedecektir. Öyle ki iş bulmak, eş bulmak, çocuk sahibi olmak, arkadaş edinmek, sosyalleşmek kısaca, yalnızlığın ağrısını hafifletmek ve korkularını perdelemek; bir bakıma, yaşamın saklı amacı haline gelebilecektir,
    Ne yazık ki kapitalizm koşullarında, alt ve orta sınıftan bireyler gelecek kaygısı, işini kaybetme korkusu, daha birçok sebepten, yalnızlığı ve çaresizliği daha derinden yaşamaktadır
    Bunun sonucu aile bağlarının zayıflaması, giderek kopması ve ailenin dağılması, varsa, çocukların iki arada bir derede şaşkınlığı, arkadaşlık ilişkilerinin çıkar ilişkilerine dönüşmesi; sitelerde, apartmanlarda ev sahiplerinin, özellikle kiracıların sık değişmesi gibi sebeplerle komşuluk ilişkilerinin de yok olması, vs. çağımızın insanını yalnızlığın ve çaresizliğin cehenneminde yakmaktadır.
     “ Önce hafif bir yeldi, sonra koptu fırtına
      Sakin, sakin akarken, birden kudurdu Tuna
      Her insan bir dünyadır, her yürekte bin tufan
      Kırılmış bütün dallar, gönül kime tutuna”

    Burada, günümüzde herkesin tanık olduğu, giderek kanıksadığı bir durumdan söz edeyim…
    Bir esnaf arkadaşımı ziyaret edeyim dedim. İş yerine gittim. Kendisi yoktu.
İş yerinde bir görevli,  bir (alafranga adıyla) Cafe adı verdi. Bildiğim bir yerdi, gittim. Cafe’nin açık alanında esnaf arkadaşım, tanımadığım iki kişi aynı masada ama telefonun derin kuyusuna düşmüşler birbirinin yüzüne bakmadıkları gibi konuşmuyorlar da…
    Biraz izledim manzarayı. Selam verdim, buyur ettiler. Masada dört kişi olduk.

     Esnaf arkadaş masadakilerle tanıştırdı. Bir çay içtim.
“Maşallah, sohbetinize doyum olmuyor” diyerek kalktım. “Otursaydın falan dediler” ama “öyle bir uğramıştım” diyerek çıktım. Ben, Cafe’den çıkarken onlar, düştükleri kuyuda hala maden arıyorlardı.
      Bu yazıda sözü edilen yalnızlık, sanal dünyada maden arayanların yalnızlığı değil elbette.
     Yaşam savaşında işsizlik, yoksulluk vs. sorunların altında ezilenlerin, yani hayata tutunamayanların çaresizliği ve yalnızlığıdır.
    Arthur Sechopenhauer (Alman Filozof, yazar 1788- 1860)  bu kişilere,  şöyle seslenmektedir;
Kendine, ikinci kez çağrılmayacağın bir oyun olduğunu söyle!”
    Bu kişiler genellikle içine kapanıp, toplumdan, giderek en yakınlarından kendisini soyutlayanlardır. Toplumsal tehdit oluşturan bu tür yalnızlıklardır.
    “İnsan, önce yalnızlaşır, sonra yozlaşır.”
    Bu bireysel yozlaşma ciddiye alınıp sebepleri ortadan kaldırılmadığı koşullarda, toplumsal çürümenin de önüne geçilemez.
    Bu olumsuzlukların yanında, İnsanların bazıları, özellikle, bilim ve düşün insanları, sanatçılar özetle, üretip yaratanlar; yalnızlığın duldasına ve sessizliğine ihtiyaç duyarlar.
    Bu ihtiyacı Albert Camus ( Fransız, yazar 1913- 1960), şöyle ifade eder;   “
İnsanlarla uzun süre yaşayamıyorum. Sonsuzluğun payından bana biraz yalnızlık gerek.”
   
 Bu kişiler, düşüncelerini olgunlaştırmak, hayallerinin sınırlarını belirlemek, yeni hedeflere yürümek, projeler yapmak, kitaplar yazmak gibi değerler üretenlerdir.
       Dileğimiz, bütün yalnızlıklar bu yüce değerler için olsun.  
      “Say ki, Umman'da bir damlasın / Yakamozlar da ışığa bulanmış / Işık olmuşsun./ Say ki, karanlık sularda kaybolmuşsun / Tutunacak dalın yok /
 Yalnızlığın yangısını, kim bilebilir? / Senden gayrı
-------------------------------------

----------------
    Böyle mi yazılmış yazımız,  kader? / Herkesin ağrısı, kendine keder /
    Ve nihayet! / Herkes / Kendi ağrısını,  kendisi çeker.   
   
Yazımı şöyle sonlandırmak istiyorum.
     “Sen, öznesin! Sen varsan, acı tatlı her şey var,
sen yoksan; ne cennet, ne cehennem, ne de dünya hiçbir şey yoktur.”

--------------------------------------------------------- Tahir Eker 27.1.2021


( İnsanın Yalnızlığı başlıklı yazı yolcu9901 tarafından 28.01.2021 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.