Olga Tokarczuk adlı bir Polonya yazarın Koşuculuk
adlı kitabını okuyup bitirdiğimde okuma adına doyuma ulaşmamıştım o gün için.
Evimin salonundaydım. Gözüm kitaplığa takıldı. Kitaplığın en alt rafından bir
kitap çektim. Yıllar önce küçük oğlum için aldığım bir öykü kitabı geldi elime.
Öyküleri okuyup okumadığımı pek anımsayamadım. Okumaya başladım yeniden. Hoştu
açıkçası birinci öykü.
Yazar
dost bir duvar ustasının kendinde bıraktığı intibaını anlatıyordu. Ustamız,
normalin dışında bir yaratık. Gövdesi imparatorluk görmüş çınarlardan ince
değil. Boyu iki metreden uzun, çalışan bir minare kırığından farksız bir antik
çağ devi. Ve iki çimentoyu iki taze ekmek gibi, iki koltuğuna kıstırıp
taşıdığını görmüş yazarımız betimlediği duvar ustasını.
Öyküsünü
evlerinin karşısındaki evlerin bahçe duvarını yapan ustayı betimleyerek
başlayan yazarımızın usunda usta hakkında olumlu düşünceler çağrışmıyor. Ustayı
Anadolu’nun uzak bir köyünden büyük kente düşmüş John Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar
öyküsünün kahramanı gibi güçlü kuvvetli, akıldan yetesiye nasiplenmemiş olarak
hayal ediyor.
Yazar,
usta üzerine öyküsünü yazarken ustaya daha olumsuz davranışlar da yakıştırıyor.
Okuma yazma bilmediğini, askerlikte de okuma yazma öğrenemediğini söylüyor.
Askerlikte mutfakta patates soyma ile görevlendirildiği anlatıyor. Ve de adını
bilmediği bir radyo sanatçısına âşık olduğunu ekliyor öyküsüne.
Derken
bir gün kapısının zili çalıyor. Öyküsünü yazmaktan rahatsız edilen yazarımız
zorunlu olarak kapıyı açıyor. Eşi haftalık Pazar alışverişindedir. Ne görsün
kapıyı açtığında, karşısında çam yarması duvar ustası hoş bir yüzle kendisini
süzüyor.
-Ben… usta… Az önce kontrol mühendisiyle
konuştum. Banyonuzun havalandırma penceresi unutulmuş. Müsaitseniz takmak
istiyorum.
Yazarımız
ustanın düzgün konuşması, kibar davranışları karşısında şaşkınlık yaşar.
Daktilosunun başına döner. Kâğıdı çeker daktilodan. Usta, banyoda pencere için
pencere açar. Gerekli gereçleri almak için banyodan çıkar. Yazarın odasına
yönelir. Kitaplığındaki kitaplara merakla bakar. Yazarla kitapla ilgili
konuşmaya başlarlar.
Ustamızın
kitap kurdu olduğu anlaşılır. Yoğun çalışmaları arasında daha çok öykü
kitapları okuduğunu anlatır. Uzun kış gecelerinde roman okumaya zaman bulduğunu
söyler. En çok köy konulu kitapları okumaktan hoşlanırmış duvar ustamız.
Yazar
köy konulu bir kitabını vermek ister ustaya. Usta o kitabı okuduğunu söyler.
Büyük mahcubiyet içinde yazar başka kitabını hediye eder ustaya. Yazar,
alicenaplık eder. Ustaya vermek istediği ve hediye ettiği kitabın yazarının
kendisi olduğunu söylemez. Ustamızın üç çocuğu olduğunu, ikisinin
yükseköğrenimlerini tamamladığını, üçüncü çocuğunun lise öğrencisi kız olduğunu
ve doktor olmak için çok çalıştığını öğrendim öykünün final bölümünde. Hadi
öykünün adını da söyleyeyim, “Bir Garip Salih Usta.”
Öykü
güzeldi. Fakat yazarın ustanın normalden iri cüsseli oluşuna, nasırlaşmış
ellerine bakarak onun hakkında olumsuz düşünceleri ile önyargılı davranması
beni üzdü. Neyse ki öykü Yeşilçam filmleri gibi tatlı sonla nihayetlendi. Yine
de yazarımızın anlatısı birazcık itici geldi. Emekçi bir usta hakkında olumsuz
düşüncelere kapılmamalıydı.
Kitaplar
benim ezeli dostlarım oldukları kadar kalıcı dostluklar kurmakta da birer
güvenli aracılardır. Tanıştığım insanlarla konuşurken sözü kitaplara gedirmeden
edemem. Hele muhatabım kitapsever birisi ise muhabbet daha tatlı bir hal alır.
Aramızda hemen büyülü bir bağ kurulur. Okuduğu kitapları, sevdiği şair ve
yazarları sorarım.
Söz
arasında çok beğendiğim kitaplardan anlatırım. Unutulmayan şiirler derken zaman
su gibi akar. Çaldığım kitaplardan kitaplığımı oluşturdum diye bir söz vardır.
Gerçi ben kitap çalmadım. Okumayı sever dostlarla karşılıklı kitap değiştirerek
onlarca kitap okudum. Bu arada kitaplığımdan alınıp geri dönmeyenler de oldu. Stendhal’ın Kırmızı ve Kara’sı ile Ümit
Yaşar’ın güzel bir şiir kitabı dönmeyen kitaplarımdan bazılarıdır.
Sanal dünyada tanıştığım bazı şair-yazar
dostlar bana kitaplarını imzalayıp gönderdiler. Ben de naçizane kitabımı gönderdim
dostlara…
Kısa süre
çalıştığım bir okulda kitap değişimi konusunda hiç ummadığım bir hayal
kırıklığı yaşadım. Öğretmen okulunda genel kültürünün uçsuz genişliğine hayran
olduğumuz bir resim-yazı öğretmenimiz vardı. Elimizde gördüğü bir kitap
hakkında bir şeyler anlatırdı. Gonçarev’in Oblomov’nu almıştım okul
kütüphanemizden. “Zahar ne yapıyor?” diye romanın bir kahramanını sormuştu.
Öğretmenimiz
ünlüler özellikle ressamların yaşam öykülerinden kısa kısa kesitler anlatırdı.
Bir derste:
“Van Goch, aşık olduğu kızın babasına, yemek
yedikleri masada yanan muma elini tutar. Elimin acısına dayanıyorum fakat
kızınızın aşkına dayanamıyorum…’ der”… Öğretmenimiz ünlü ressamların yaşam
öyküsüne ait bunun benzeri anekdotlar anlatırdı.
Çalıştığım
okulda genç bir görsel öğretmeni vardı. Güzel bir kadındı Allah için. Bir
teneffüs saatinde resimden, ressamlardan söz açıldı. Van Goch hakkında öğretmen
okulu öğretmenimin anlattığı anekdotları anlatmak istedim. Genç öğretmen
arkadaş küçümser bir havayla:
“ Öyle
bir şey yok. Bu anlattığınız magazin basınının uydurmaları…” bağlamında laflar
etti. Okuduğum Altın Vücutlar adlı bir kitapta da ressamın akıl sağlığının
yeterli olmadığını okuduğumu. Akıl dışı davranışlar sergileyeceğini söyledim.
Genç
öğretmenimiz kendisinde ünlü bir yayınevimizde basılan Van Gogh’un yaşam öyküsü
anlatan bir kitabı olduğunu söyledi. Kitap okuma hastalığım depreşti aniden:
“Öğretmenim,
o kitabı okumak için verir misiz?” dedim. Genç öğretmen:
“Hayır,
kitaplarım evimde kitaplığımı süslüyor. Kitaplarımı hiçbir kimseye veremem(!)”
Ne denebilir! Hırsızlık yaparken ay doğup
yakalanan bir hırsızın ruh haletiyle derse girdim. Yaşamımda bu olay acı bir
anı olarak kaldı. Okuduğum bir öykü hakkında öykü yazmaya çalışırken kitaplarla
ilgili böyle acı bir anıyı anımsadım…