Makale / Araştırma

Eklenme Tarihi : 6.10.2020
Okunma Sayısı : 1911
Yorum Sayısı : 10
ATILAY-HAMİYET YÜCESES-ABDULHAK HAMİT TARHAN VE MAKBER

Biraz kafamı dağıtayım derken ortaya böyle bir yazı çıktı. Umarım uzunluğu sebebiyle pas geçilmez, zira içinde önemli bilgiler var.

******************

ATILAY'DAN BAŞLAYALIM

20 Temmuz 1936  da imzalanan Montrö Sözleşmesiyle İstanbul Ve Çanakkale Boğazındaki uluslararası komisyon kaldırılmış, Boğazların yönetimi Türkiye'ye bırakılmıştı. Bu sözleşmeden sonra artık donanmamızın daha güçlü kılınması için bir şeyler yapılabilirdi. Bu cümleden olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti dört denizaltıya birden sahip olmak üzere kolları sıvadı.

Bu denizaltılardan ikisi Almanya'da Krupp tersanesinde, ikisi de Türkiye'de Haliç tersanesinde inşa edilecekti. Böylece Türkiye II. Abdülhamit döneminden sonra ilk kez ve elli yıl kadar sonra kendi denizaltılarını kendisi inşa etmiş olacaktı.

Almanya'da inşa edilecek denizaltılarımız 10 Şubat 1937 de kızağa kondu. Türkiye'de inşa edilecek olanlar da 14 Ağustos 1937de...

Denizaltılar daha inşa aşamasındayken Mustafa Kemal Atatürk 17 Ocak 1938 de Başbakan Celal Bayar'a gönderdiği bir talimatla bu dört denizaltıya da isim verdi: Saldıray, Batıray, Atılay ve Yıldıray.

Bunlardan Atalay 19 Mayıs 1939 da Denize indirildi.

Saldıray 5 Haziran 1939 da Almanya tarafından Türkiye'ye teslim edildi.

Yıldıray Türkiye'de inşa edilmişti ve o da 29 Ağustos 1939 da denize indirildi ama çeşitli sebeplerle hizmete girmesi 1946 yılını buldu.

Almanya'da inşa edilen Batıray 28 Eylül 1939 da denize indirildi ama bu sırada II. Dünya savaşının başlamış olmasını bahane eden Almanya, Batıray Denizaltısını bize teslim etmedi.

Tarafsızlığımızı koruduğumuz II. Dünya Savaşı bütün hızıyla devam ediyordu. Balkanlara ve Batı Avrupa’ya hâkim olan Nazi Almanya’sı SSCB’yi işgal etmek maksadıyla gemilerini boğazlar yoluyla Karadeniz’e çıkarmak istiyordu. Ancak, Montrö Boğazlar Sözleşmesi gereği boğazların güvenliğinden Türkiye sorumluydu. Bu maksatla 1939’da yapılan anlaşma gereği İngilizler tarafından Çanakkale Boğazı’nı kapatacak şekilde deniz dibine döşenen manyetik kablo hatları ve motorlara konulan dinleme cihazları 1942’de tarafımızdan teslim alındı. Maksat, boğazların yaklaşma sularından gelebilecek denizaltıların varlığını ve yerini belirlemekti.

Sistem teslim alındı ama test sorumluluğu bize kaldı. Bu maksatla Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, kendi imzasıyla Milli Müdafaa Vekâleti’ne gönderdiği 11 Temmuz 1942 tarihli bir mesajla, “Çanakkale’deki looplar ve motorlardaki dinleme cihazları kontrol edilecektir. Donanma Komutanlığı, weiping (Geminin manyetik alanını sıfıra indirme ameliyesi) yapılmış bir denizaltı gemisini Çanakkale’ye gönderecektir. Kontrol bilhassa dalmış vaziyette yapılacak ve karasularımız haricine çıkılmayacaktır. Kontrol neticesi bildirilecektir. Denizaltı gemisi üç gün içinde Donanma Komutanlığı emrine iade edilecektir” emrini verdi. Bu mesaj Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanlığına ve Donanma Komutanlığına da bildirildi.

Bu emir 12 Temmuz Pazar günü saat 15.00’da Denizaltı Filosu Komutanlığına geldiğinde, üç gün sürecek bu göreve, üç yıldır donanmaya başarılı hizmetler veren Atılay denizaltısı görevlendirildi. Komutanı Güverte Binbaşı Sadi Gürcan’dı.

Emrin alınmasıyla birlikte Atılay için hareketli saatler başladı. 12 Temmuz (Pazar) günü gece yarısı Gölcük’ten kalkan Atılay, manyetik arınma ihtiyacı için 13 Temmuz (Pazartesi) günü İstanbul’a geldi ve Moda önlerine demirledi. Weiping ameliyesi sonrası aynı gün saat 19.30’da İstanbul’dan ileri intikale geçen Atılay, 14 Temmuz (Salı) günü saat 07.30’da bu kez Çanakkale Nara Burnu’na demirledi.  

Saatler 14.30’u gösterirken Atılay denizaltısı 6 subay, 17 astsubay ve 16 er olmak üzere toplam 39 personelle Morto Koyu açıklarında “Dalış Dalış” komutuyla daldı.

Saatler 16.55’i gösterdiğinde, Atılay denizaltısını takip etmekle görevlendirilen Kartal römorkörü, bir müddet sonra Seddülbahir açıklarında gelişen olumsuz hava koşulları nedeniyle Atılay denizaltısıyla olan göz temasını kaybetti.

Anılan Kartal römorkörü, hepimizin hatırlayacağı üzere, 13 Kasım 1918’de Haydarpaşa Garında kendisini alıp Galata’ya doğru seyre çıktığında Mustafa Kemal Atatürk’ün düşman donanması karşısında söylediği tarihi, “Geldikleri gibi giderler” sözüne tanıklık eden istimbotun ta kendisiydi. 

Kartal römorkörünün takibi sürdürememesi ve Atılay denizaltısının satha( su yüzeyi) çıkması gereken saatte satıh yapmaması, İhbar İstasyonu Komutanı Üsteğmen Fahir Karayel’i endişelendirdi. Çanakkale Deniz Komutanı ile görüşen Üsteğmen Fahir Karayel, komutana iki botla Atılay denizaltısını aramayı teklif etti. Kartal römorkörünü de yanlarına alarak 3 ve 5 No’lu gümrük motorları ile yapılan arama akşam karanlığında saat 20.30’da sonuç verdi. Atılay denizaltısının “Battı Şamandırası” Bulundu. Bulan Üsteğmen Fahir Karayel’di. Böylece Atılay’ın saatlerdir süren sessizliğinin nedeni de belli oldu. 

Bundan sonra saatler saatlere, günler günler günlere eklendi ama Atılay Denizaltısından en ufak bir iz yoktu. Tüm aramalar, dalışlar hepsi boşa gitmişti. Hatta derin su dalgıçları 85 metreye kadar dalmışları ama bir şey bulamamışlardı.

Bu arada dalışlar esnasında sık sık infilaklar oluyordu. Ne infilakı diye soracak olursanız ta Çanakkale Savaşları sırasında boğaza döşenmiş ve öylece denizin derinliklerinde duran mayınlar infilak ediyordu. Yani Atılay'ı bulalım derken pek çok başka asker ve personeli kaybetme riski vardı. 

20 Temmuz (Pazartesi) günü Donanma Komutanlığı, saat 02.30’da bölgenin mayınla kirletilmiş olduğu hususunu da dikkate alarak, Atılay’ın battığı mahallin şamandıralarla tahdit( işaret edilmesi) edilmesi, dalgıç daldırılmaması ve görevini tamamlayan gemilerin bölgeden ayrılmasını emretti.

Atılay’ın acı haberi, Anadolu Ajansı’nın 18 Temmuz’da yaptığı duyuru sonrası 19 Temmuz günü basına düştü.

1994’te Rahmi  Koç Müzecilik ve Kültür Vakfı’nın desteğiyle araştırmacı Selçuk Kolay ve ekibi şamandıra mevkiinden çok da uzakta olmayan Atılay denizaltısının 68 metre derinlikte, sahilden 5,9 mil uzaklıkta olduğu tespit etti.

Yapılan araştırmada Atılay denizaltısının sancak kıç omuzluğunda omurgadan 180 cm yükseklikte 40 cm eninde saçların içeriye doğru kıvrıldığı bir yara görüldü. Periskop direğinin yukarıda kalmış olmasından, patlama anında denizaltının 14,5 m.de olduğu anlaşılıyordu. İskele tarafına yatmış batığın çevresinin incelenmesi sonucu denizaltının batma sebebinin serseri bir demirli mayın olduğu tespit edildi.

Ve benim pek anlamlayamadığım bir durumu da yazarak Hamiyet Yüceses'e geçelim.

1970 li yıllarda Amasra ilçemizde Atılay şehitleri adına ''Atılay Şehitleri Çeşmesi'' adı verilen bir anıt dikildi ancak o da, mülkiyeti belediyede olan iskelenin tescilli yapı olması nedeniyle, Karabük Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu kararına istinaden 2014 yılında yıkıldı. ( Kime ne zararı vardı böyle bir anıtın anlamış değilim.)

******************

HAMİYET YÜCESES

1942 yılının 12 Temmuz günü bir mayına çarparak batan Atılay Denizaltısında  bulunan 39 şehidimizden biri de Hamiyet Yüceses'in Kocası Astsubay Fethi Yüceses'ti. 

19 Temmuz 1942 de kocasının Atılay Denizaltısında şehit olduğunu öğrenen ve o acıyla yıkılan Hamiyet Yüceses o tarihten sonra sözleri Abdulhak Hamit Tarhan'a, bestesi Mehmet Baha Pars veya Hafız Burhan veya Hafız Ahmet'e ait olan ( Her üçüne de ait olduğu iddiası vardır.) şarkıyı hep şehit kocası için okudu.

Her yer karanlık pür nûr o mevki
Mağrip mi yoksa makber mi ya Râb
Ya habgâh-ı dilber mi ya Râb
Rüya değil bu, ayniyle vâki

Kabri çiçekten bir türbe olmuş
Dönmüş o türbe bir hacle-gâhe
Bir hacle-gâhe dönmüşse türben
Aç koynunu aç mâşukanım ben

Ancak Abdülhak Hamit'in Makber adlı şiiri bu değildir. Bu şiirin hikayesi çok farklıdır ( Aşağıda okuyacaksınız az sonra )

********************

ABDÜLHAK HAMİT TARHAN

Evet, bu yazı vesilesiyle rahmetli Abdülhak Hamit Tarhan'a atılan bir iftirayı da düzeltelim.

Sosyal medyada maalesef Abdülhak Hamit Tarhan erkek vefasızlığının mücessem(ete kemiğe bürünmüş) bir örneği olarak gösterilir. Güya ilk eşi Fatma Hanım öldükten hemen sonra onun cenazesinde tanıştığı bir kişi ile eşinin ölümünden iki hafta sonra evlenmiş.

Tamamen palavra.

Abdülhak Hamit Tarhan ilk eşi Fatma'yı son derece seviyordu. Onun için ''“Beraber gezerken düşecek diye tutacak oluyordum. Uyurken bir akşam uyanmayacak, ölecek gibi duruyordu. Güldüğü zaman güzelliğini uçacak sanıyordum.” Diyordu.

1885 de Fatma Hanım vereme yakalanmıştı ve o yıllarda verem, çaresi olmayan bir hastalıktı.

Bu sırada Mumbai'de(1995 e kadar Bombay denilen Hindistan şehri.) konsolos olarak bulunan Abdülhak Hamit Tarhan, eşi ile Türkiye'ye dönmek için gemiye bindiler ve gemi Lübnan açıklarındayken Fatma Hanım öldü. 

Abdulhak Hamit Tarhan, Fatma Hanımı Beyrut'da defnetti; tam kırk gün boyunca eşinin mezarına gitti ve göz yaşı döktü. Kimselere görünmemek, kederini kendi içinde yaşamak için altı ay evinin bodrumunda yaşadı. Makber şiirini işte bu inziva ve matem günlerinde yazdı. 

MAKBER ŞİİRİ AŞAĞIDADIR

MAKBER 

Eyvah!. Ne yer, ne yar kaldı,
Gönlüm dolu âh-u zâr kaldı.

Şimdi buradaydı gitti elden,
Gitti ebede gelip ezelden.

Ben gittim, o hâksar kaldı,
Bir gûşede târmâr kaldı;

Bâki o enis-i dilden, eyvâh!.
Beyrut'ta bir mezar kaldı.

Nerde arayım o dilrübâyı?..
Kimden sorayım o bi-nevâyı?..

Bildir bana nerde, nerde Yarab?...
Kim attı beni bu derde Yarab?..

Derler ki: "Unut o âşinâyı,
Gitti tutarak rehli bekayı... "

Sığsın mı hayale bu hakikat? ..
Görsün mü gözüm bu mâcerâyı? ..

Süratle nasıl değişti hâlim?.
Almaz bunu, havsalam, hayalim.

Bir şey görürüm, mezâra benzer,
Baktıkça alır, o yâra benzer.

Şeklerle güzâr eder leyâlim,
Artar yine mâtemim, melâlim,

Bir sadme-i inkılâbdır bu,
Bilmem ki, yakın mıdır zevâlim?

Çık Fâtıma lahddan kıyâm et,
Yâdımdaki hâline devam et,

Ketmetme bu râzı, söyle bir söz,
Ben isterim âh, öyle bir söz...

Güller gibi meyl-i ibtisâm et,
Dağ-ı dile çare bul, merâm et:

Bir tatlı bakışla, bir gülüşle,
Eyyâm-ı hayatımı tamam et.

Makber mi, nedir şu gördüğüm yer?.
Ya böyle revâ mı câ-yı dilber?..

Bir tecrübedir bu, hiledir bu..
Yok, mahvıma bir vesiledir bu..

Bak bak, ne değişmiş ol semenber!..
Gül çehresi, bak, ne yolda mugber...

Nefrin, bu siyah bahta nefrin,
Feryâd bu hale tâ-be-mahşer..

Yarab, bana bir melek ıyân et,
Bir de beni öyle imtihan et:

Doğsun göreyim o mâh yerden,
Nûrun çıka ey İlâh yerden.

Maksûd-ı hayatı dermiyân et,
Ferdâ-yı beşer nedir, beyân et!.

Ya fikrimi rûhuna kıl isâl
Ya rûhumu hâkine revân et.

Derdoldu mukim, çâre gitti,
Guyâ vatanım kenâre gitti;

Ben gurbet-i dâimide kaldım,
Bir türbe-i bi-ümide kaldım.

Ufkumdan o mâhpâre gitti,
Bir matla'-ı şeb-nisâre gitti...

Gördüm yüzünü misâl-i zulmet,
Matla' ona bir sitâre gitti...

Gördüm yüzünü türâb içinde,
Geldim, aradım kitab içinde.

Bir hâb gelir o, dideden dûr,
Gitti diyemem mezara ol nûr.

Bu sıfr nedir hisâb içinde?.
Erkam ona inkılâb içinde.

Bir hiçi-i zi-vücûd, yahut,
Bir kabrdir ıztırâb içinde.

KAYNAK:Parlâmenter Şairler, S. 290-291

Ve?

Ve ikinci evliliğini  Fatma Hanımın ölümünden beş sene sonra yaptı 1890 yılında. Evet, yanlış okumuyorsunuz beş sene sonra... Sosyal medya trollerinin dediği gibi eşi öldükten on beş gün sonra değil.

Evlendiği kadın da Fatma Hanımın cenazesinde tanıdığı biri değil bir İngiliz olan Nelly Clower adında bir kadındı. ( Bununla evliliği uzun sürmedi. ) 

Daha sonra Cemile Hanım ve yine bir yabancı olan Leonne hanımla evlendi. Ama hiç bir zaman ilk eşi Fatma Hanıma vefasızlık etmedi. 

*******************

MAKBER ŞARKISI

Peki Abdülhak Hamit Tarhan iki tane makber şiiri mi yazdı? 

Hayır. Bir tane Makber şiiri yazdı o da yukarıdaki şiirdir.

Peki şarkı olarak dinlediğimiz hepimizin Makber olarak bildiğimiz şarkının sözlerini Abdülhak Hamit yazmadı mı?  

O yazdı. O yazmasına o yazdı ama şiirin adı Makber değildi. Hatta herhangi bir adı da yoktu.

Abdülhak Hamit Tarhan  o şiiri çok çok etkilendiği Romeo ve Jülyet'ten esinlenerek( hatta taklit ederek) yazdığı Tarık adlı tiyatro eseri içinde kullandı.

Romeo ve Jülyet'in final sahnesinde Romeo, sevgilisi Jülyet'in öldüğünü sanarak kalbine hançer saplar ve intihar ederek ölür. Sonra ayılan Jülyet, Romeo'nun öldüğünü görünce o da kalbine hançer saplar ve kendini öldürür. Bu eser Paris’te temsil edilirken, mezarlıkta her yer karanlık bırakılmış, yalnız Juliet’in kabri bir meşale ile aydınlanmıştır. Bu sebepledir ki Hâmid’in manzumesi: “Her yer karanlık, pür-nûr o mevki,, mısraıyle başlar.


Hamit'in eseri Tarık'ta da henüz 18 yaşında, güzel bir İspanyol kızı, bir Arap mücâhidiyle sevişir. Arap savaşçısı, bir muharebede vurularak İslâm mezarlığına gömülür. Bu sefer, hâin bir İspanyol papazı, aynı kıza, ya kendisine, yahut elindeki hançere teslim olmasını teklif eder. Kız, papazın elinden hançeri kaparak Müslüman mezarlığına koşar, sevdiği kahramanın mezarı başında: '' Her yer karanlık. Pür nur o mevki'' Diye başlayan manzumeyi okur ve hançeri kalbine saplayarak intihar eder.

Yani Makber şiirinin  Makber olarak bildiğimiz şarkıyla bir ilgisi yoktur. Makber şiiri Abdükhak Hamit Tarhan'ın eşi Fatma'nın ölümüne ithaf ettiği bir şiirdir; Makber şarkısının sözleri ise Bir tiyatro eserinde okunan ancak daha sonra bestelenen ve karşımıza Makber adlı şarkı olarak çıkan bir eserdir.
*********

Başta Atılay şehitlerimiz olmak üzere bu vatan için kanını, emeğini alın terini dökmüş tüm şehitlerimize ve hayatta olmayan gazilerimize, bu yazıda adları geçen ve hayatta olmayan insanlara Allah'tan rahmet diliyorum.

( Atılay-hamiyet Yüceses-abdulhak Hamit Tarhan Ve Makber başlıklı yazı Sami Biber tarafından 6.10.2020 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.