Uçaktaydım… Gökyüzündeki pamuk tarlasını andıran bulutların
üzerinde uçuyorduk. Uçağın penceresinden gökyüzünü seyretmek büyük keyif verir
insana, ancak benim içimde bastıramadığım bir sıkıntı vardı. Bu seferki uçak
yolculuğum, tatil için değildi. Bir insanlık görevi içindi. Ruanda’ya
gidiyordum; oraya gidecek, yıllardır iç savaşlarla yıpranmış, aç ve susuz
Ruanda halkının ihtiyaçlarını gidermeye çalışacaktık.
Uzun süren uçak yolculuğundan sonra Ruanda’nın Kigali
Havalimanına vardık. Ekibimiz ile birlikte uçaktan indik. Kigali’den Nigoma şehrine oradan da 70 km uzaklıktaki
Zinge köyüne tozlu yollarda saatler süren otobüs yolculuğumuz sonunda
yardım malzemelerini teslim edeceğimiz yere
vardık. Aracımızı gören halk sevinç içindeydi. Hemen yanımıza geldiler.
Büyük bir sevgi ve muhabbetle bize sarıldılar.
Yardım malzemelerini sınıflandırdık ve üç
gün boyunca ihtiyaç sahiplerine tek tek dağıttık. Çadırımızın önüne utana
sıkıla gelen kişilerin ellerine ihtiyaç malzemelerini verince yüzlerindeki
sevinç ve minnettarlık ifadesi size tarifsiz bir huzur veriyor. Bu sevince
vesile olmak için tüm varlığınızı dağıtmak isteği uyanıyor içinizde
Zinge halkı misafiri çok seviyor, kendileri fakir de
olsa gönülleri çok zengin. Sürekli bizleri evlerine çağırıp bize ikramda
bulunmak istiyorlar. Biz de işlerimizden fırsat buldukça evlerini ziyaret
etmeye çalışıyoruz. Fakir evlerinde ne varsa önümüze koymaya çalışıyorlar. Her
birinin yürek burkan hikayesi var.
Kimisinin babası şehir dışına çalışmaya gitmiş, oradan dönememiş. Kimisinin üç
çocuğu da bakımsızlıktan ve hastalıktan vefat etmiş. Etrafımızdaki çocukların
zayıflıktan kemikleri sayılıyordu. Bizim ülkemizde çok kolay karşılanabilen
ihtiyaçlar burada ya çok büyük zorluklarla karşılanıyor, yahut hiç
karşılanamıyordu.
Misafir olduğumuz bir ailede yaşadığım olayı zihnimde ilk andaki
canlılığıyla muhafaza ediyorum. Evin toprak tabanına ince bir şilte serilmiş
odasında oturuyorduk. Ben su ihtiyaçlarını nasıl karşıladıklarını sordum. O da
yakınlarda su kaynaklarının bulunmadığını, 7 - 8 km uzaklıktaki bir yerden ellerinde
bidonlarla yürüyerek su getirdiklerini ve bu suyla hem içme hem de temizlik
ihtiyaçlarını karşıladıklarını anlattı. O anda ne diyeceğimi şaşırdım,
ülkemdeki kendi imkanlarımla onların imkanlarını kıyaslayınca şükrümüzün
azlığını düşündüm, kendimden utandım. Bütün bunları anlatan kişi ise “Buna da çok
şükür.” sözlerini dilinden düşürmüyor, halinden şikâyetçi olmaktan çekiniyordu.
Sohbet ederken bir ara ev sahibi
bana “Siz su ihtiyacınızı nasıl karşılıyorsunuz?” diye sordu. Ben o an ne
diyeceğimi, ev ortamımızı nasıl anlatacağımı şaşırdım. Olduğu gibi anlatmaktan
başka bir çare bulamadım. “Bizim evlerimizde bir oda olur, orada duvara monte
edilmiş çeşmelerimiz vardır, oradan suyumuz akar ve biz temizlik ihtiyacımızı
oradan sağlarız. Ayrıca mutfağımızda da çeşmemiz olur oradan da içme suyumuzu temin ederiz.” dedim.
Anlattıklarımı duyan ev sahibi çok heyecanlandı, hemen evin küçük oğlunu
çağırdı. Ben de ne yapacağımı bilemedim, aynı zamanda telaşlandım. Evin küçük
oğlu Ömer koşarak yanımıza geldi. Babası oğluna hayatım boyunca aklımdan çıkaramayacağım
şu sözleri söyledi: Oğlum hatırlıyor musun? “Ben sana cennette ırmaklar olacak,
herkesin sarayı olacak, orada çeşmeler olacak elini uzattığın zaman hemen tatlı
sular akacak ve sen o sudan istediğin kadar içeceksin. İşte bu amcanın evinde
benim sana anlattığım gibi çeşmeler varmış. Allah bu kullarına bu dünyadayken
vermiş, ahirette hepimize daha güzelini verecek.”