15 TEMMUZ'u  bir de benden dinler misiniz? 03.15 romanımda  o kara geceyi anlatmaya çalıştım. 
 

 “AŞK GÜZELDİR KARŞILIKLI OLURSA!   
             KARŞILIKLI OLMASA DA                     
            GÜZELDİR AŞK VATANSA! ”

15 Temmuz cuma günü sabah gözlerimi açar açmaz Sibel’in sesini duydum: ‘Hadi canlarım, kahvaltı hazır!’
Saate baktım, 07.00’yi gösteriyordu, hayret ettim kendi kendime ‘Nasıl bu  kadar uyudum!’ diye. Aceleyle yataktan kalktım. Elimi yüzü-
mü yıkayıp mutfağa geçtim. Sibel, yüzünde tebessümle balkonu işaret etti.
“Günaydın Bahar. Hava da manzara da harika! Kahvaltıyı balkona hazırladım.”
“Günaydın, ölü gibi uyumuşum valla. Keşke uyandırsaydın, sana yardım ederdim.”
“Sağ ol canımın içi. Ne var ki? Zevk alıyorum, hem de mutlu oluyorum sevdiklerime hizmet ederken.”
Uzanıp yanağına öpücük kondurdum.
“Gidip şu koca bebeği kaldırayım, baksana işe geç kalacak!”
O, yatak odasına doğru ilerlerken balkona çıktım.
Boğaz Köprüsü, Kız Kulesi ve Çamlıca Tepesi tam karşımdaydı.
Sabah sabah denizi görünce içim açıldı. Derin derin nefes alıp mis gibi havayla doldurdum ciğerlerimi. Tartışmasız; İstanbul güzeldi. 
Sibel, Suat’ı sürükler gibi getirip masaya oturturken; o hâlâ gözlerini ovuşturuyordu.
“Gördün değil mi Bahar? Bu adam her gün aynı şeyi yapıyor, tek kusuru sabahları uyanamaması.
Suat, kendine gelmekte zorlanıyordu gerçekten. Güç bela ‘Günaydın’ diyebildi. Sibel, kızarmış ekmeklerin üzerine yağ, reçel sürüp bebek gibi eşinin ağzına tıkıştırmaya çalışırken o da boğulmamak için çayını yudumluyordu. İmrenmiştim doğrusu, ‘Bir gün 
Oğuz’la böyle mutlu olabilecek miyiz?’ diye geçirdim içimden. 
Kahvaltımız bittiğinde, Suat biraz biraz toparlanmıştı sanki.
“Bugün yolculuk ne tarafa bakalım?”
Sibel’le birbirimize bakıp, gülüştük.
“Giyecek bir şeyim kalmadı valla, Bahar kabul ederse Taksim’e gitmek istiyorum.”
Suat bana dönüp bıyık altından güldü. Bu, bence de iyi fikirdi.
“Olur tabii! Oraları da özledim, iyi olur.”
Suat, işe gitmek için yerinden kalkıp Boğaz Köprüsü’ne baktı.
“Ben gidiyorum. Bu saatte köprü gene kilitlenmiş baksanıza! 
Dünya kadar iş beni bekliyor. Gittiğiniz yeri haber verin, kaybolmayın tamam mı?”
Sibel’in yanağından bir makas aldı ve elini karısının omuzuna atıp kapıya yöneldi.
“Size iyi günler Bahar Hanım.”
“İyi günler, kolaylıklar diliyorum.”
Sibel, eşini uğurladıktan sonra, kahve hazırlayıp yanıma geldi ve birlikte günün programını yapıp çıktık evden. İstanbul’a her gelişimde, gözle görülür değişikleri hemen fark ediyordum. 
Taksim de farklı görünüyordu ama AKM hâlâ yerli yerinde duruyordu. İstiklal Caddesi’ne girince, her zamanki gibi tarihin 
kokusu burnumu sızlattı. Daha üç yıl önce yapılan binalar bile 
çökerken; yıllara meydan okuyan, birbirine yaslanmış eski yapılar caddeye değişik bir hava katıyordu. Sibel kolumdan çekiştiriyor, önümüze gelen bütün mağazalara girip çıkıyorduk.
Çiçek Pasajı ve yan tarafındaki sokak hiç değişmemişti. 
“Sibel, kokoreç sever misin?”
Gülümsedi, ne demek istediğimi anlamıştı.
“Tabii ki! Karnım da acıktı. Hadi, Şampiyon’a girelim!”
“Harikasın!”
Doğrusunu söylemem gerekirse orası da değişmişti. Eskiden 
yediğim bol baharatlı, çıtır çıtır, tok bile olsa kokusuyla insanın 
iştahını açan ekmek arası kokoreçe hiç benzemiyordu onca para verip yediğimiz şey.
Oradan çıkınca, Sibel yüzüme baktı.
“Şimdi nereye gidiyoruz?”
“Daha önce hiç geldin mi bilmiyorum ama seni Nevizade Sokağı’na götüreceğim.”
“Uzak mı?”
“Hayır, hemen yan taraf.”
En sevdiğim mekânlardan biriydi burası; hele gece bambaşka oluyordu. Kumkapı’yı herkes bilir ama Nevizade sözüm ona 
daha entel kişilerin oturduğu, yine müzisyenlerin masa masa 
dolaşıp şarkı söylediği eğlenceli bir yerdi. Gündüz olmasına rağmen, hatırı sayılır bir kalabalık vardı. Masalar neredeyse doluy-
du. Arkadaşım da sevdi ve en kısa zamanda Suat’la beraber bir akşam buraya gelip eğlenmek istediğini söyledi.
Aheste aheste tekrar İstiklal Caddesi’ne çıktık. Sibel, tarihî tramvaya görünce çığlık attı ve binmek istedi. Çocuklar gibi güle 
oynaya caddenin sonuna kadar geldik. Bankalar Caddesi’nden 
veya Haliç’in kıyısından yürümeyi teklif ettim ama arkadaşım yüzünü buruşturdu. Belli ki daha fazla yürümek istemiyordu. 
Bu durumda tek seçeneğimiz kalıyordu: Dünyanın en eski ikinci metrosu unvanına sahip Tünel’den beş dakikada Karaköy’e 
inmek. Hem serinledik hem de keyif aldık bu kısacık yolculuktan. Sibel daha fazla dayanamadı.
“Bahar, n’olur artık eve gidelim, yoruldum.”
Vakit akşama yaklaşıyordu, bir taksiye atlayıp eve döndük. 
Sanki bütün gün çay içmemişiz gibi, hemen çay koyduk ve balkondaki masamızı hazırlayıp sohbete başladık.
“Bahar, Oğuz aradı mı?”
“Bugün hiç aramadı, merak ediyorum.”
“İşin zor be arkadaşım, Allah yardımcın olsun.”
“Zoru severim, bilirsin.”
“Güzel bir gündü ama içimde bir sıkıntı var be Bahar.”
“Al benden de o kadar, kokoreç mi dokundu ne?”
Gülüştük.
“Eczacının teşhisine bak! Suat’ı bir arayayım bakalım, merak etmiştir şimdi bizi.”
O, eşini aramak için içeri geçince, ablamı, Ferhan’ı ve Canan’ı 
aradım. Üçü de aramıyorum diye sitem ediyordu. Canan ve ablam ‘Dönüşte mutlaka buraya gel.’ diyorlardı. Ferhan, duygu 
sömürüsünü iyi biliyordu. ‘Minik Oğuz seni çok özledi, hadi dön!’ deyince, içim bir tuhaf oldu, ‘Keşke büyük Oğuz da özlese!’ dedim kendi kendime. Sibel balkona gelirken suratı asıktı.
“Ne oldu?”
“Bugün biraz gecikecekmiş. Ne yapalım, biz de keyif yaparız.”
“Canım benim, Allah mutluluğunuzu bozmasın inşallah.”
Hava kararmak üzereydi ve gökyüzünde öbek öbek beyaz bulutlar vardı. Terli terli balkona geçince, boğazın hafif esintisinden olsa gerek ürperdim.
“Arkadaşım üşüdüysen üzerine şal vereyim.”
“Yok daha neler, ne üşümesi? Ürperdim birden, hava güzel. 
Aydın şimdi yanıyordur valla.”
“Bilmez miyim? Tam dokuz yıl yaşadım orada. Bahar, bir teklifim var. Hadi, film izleyelim.”
“İyi olur ama öyle gerilim falan olmasın n’olur, romantik komedi olabilir mesela.”
“Tamam, inşallah güzel bir tane buluruz.”
Sibel, duvara monte edilmiş televizyonu açtı ve taramaya başladı.
“Bak, bu güzel, ‘Sevginin Bağladıkları’, TomHanks ve Meg 
Ryan… Sever misin?”
“İkisine de bayılırım, üstelik bu filmi defalarca izledim. Bir kere daha zevkle izlerim.”
Sibel kahkaha attı.
“Bir film, nasıl defalarca izlenir ki?”
“Filmi her izlediğimde, detaylarda farklı şeyler buluyorum. 
Bir kere izlediğim filmin yalnızca konusunu hatırlarım. Bu da 
sana garip gelebilir; kitapları da tekrar tekrar okurum.”
“Haklısın galiba, hiç öyle düşünmemiştim.”
Arkadaşım kendimizi sinemada gibi hissedelim diye, masa-
nın üstüne çekirdek ve patlamış mısır da koydu. Neşe içinde filmi izlemeye başladık, arada sahne kritikleri yapmayı ihmal 
etmiyor ve gülüşüyorduk.
Saat 22.00 sıralarında Suat aradı. Konuşurken Sibel’in yüzüne yansıyan korku ve panik beni de meraklandırdı.
Hemen köprüye döndü, ben de gayriihtiyari o tarafa baktım. Daha ağzını bile açamadan, tam evin üstünden bir jet geçti. İkimiz de yere
kapaklandık. Patlamaya benzer, korkunç bir ses çıkarmıştı. Kulaklarım çınlıyor, kalbim küt küt atıyordu. Başımızı kaldırırken 
aynı uçak bir kere daha üstümüzden geçti. Bu kez korkudan, kendimizi içeriye zor attık ve kafamı hafifçe kaldırıp Sibel’e bak-
tım. Onun da yüzü korkudan bembeyazdı.
“Sibel, bugün özel bir gün olabilir mi? Baksana ‘Türk Yıldızları’ ya da ‘Solo Türk’ gösterisi gibi.” 
Arkadaşımın gözleri doldu, tir tir titriyordu.
“Baharcığım, askerler köprüyü kapatmışlar, Suat karşıda kalmış. Terör ihbarı alındığını söylüyormuş oradakiler.”
Yerimizden kalkıp hemen televizyonu açtık. Kanallar normal 
yayın akışını kesmiş, köprüdekilerle bağlantı kurmaya çalışıyor-
lardı. Ne olduğu hakkında, onların da bilgisi yoktu. Bu arada 
uçaklar alçak uçuş yaparak tekrar tekrar üzerimizden geçiyor, 
biz panikle kulaklarımızı kapatıp yere yatıyorduk. Ardından 
askerî helikopterleri gördük gökyüzünde. Ortada ciddi bir durum vardı belli ki. O anda Oğuz’un mesajı geldi.
“Ustam, lütfen dışarı çıkma! Dikkatli ol, ne olur! OK!”
Telaşla cevap yazdım.
“Neler oluyor Ustam? Neredesin?”
Telefonunu kapatmış, mesajım ulaştırılamamıştı. Yeniden 
balkona çıktık. Boğaz Köprüsü’nde olağanüstü bir trafik vardı ama Anadolu yakasından bu yakaya geçiş yoktu. Askerler o yolu 
tanklarla kapattığı için, Suat’la beraber birçok sürücü de karşıda mahsur kalmışlardı. Dakikalar ilerledikçe hareketlilik artıyor, insanlar ne yapacağını bilmez hâlde; şaşkınlık ve merakla sokaklara çıkıyordu. Alelade bir günün akşamında böyle şeyler 
yaşanacağı, kimin aklına gelirdi ki?
Sibel, ağlamaya başladı ve tekrar Suat’ı aradı, cevap vermiyordu. 
Karşıdan, Köprü’nün Anadolu yakası girişinden uğultu hâlinde sesler geliyordu kulaklarımıza. Ardından silah ve tanklardan açılan ateşlere tanık olduk. Korkuyla tekrar içeri girdik. 
Gözlerimiz, kulaklarımız televizyondaydı. Zaman ilerledikçe, ekranlara yansıyan haber ve görüntüler dehşet vericiydi. Boğaziçi Köprüsü’nde o gece, askerlerin halkın üzerlerine ateş açması sonucu 34 şehit vermiştik. Ankara’da da Akıncı Üssü’nden ha-
valanan jetlerin alçak uçuş yapmaya başladığını izliyorduk ekranlarda. Uzun bir süre bunun ne anlama geldiğini çözemedik. 
Aynı dakikalarda Millî İstihbarat Teşkilatı binasına askerî bir 
helikopterle ateş açılmış, teşkilatta bulunan güvenlik görevlileri tarafından bu ateşe karşılık verilmiş.
Öte yandan Genelkurmay Karargâhı’ndan gelen silah seslerini duyan halk, olan biteni anlamak için sokaklara fırlamış ve 
Genelkurmay’ın önünde toplanmış. Biz bu haberlerin bir kısmını sosyal medyadan, bir kısmını da televizyondan öğreniyorduk. Bütün haber kanalları soluk soluğa olay yerlerinden canlı 
bağlantılarla, kesintisiz yayın yapıyor; biz gözümüzü kırpmadan bu dehşet verici görüntü ve haberleri izliyorduk. Bu kez Atatürk 
Havalimanı tanklarla gelen askerler tarafından ele geçirilmiş, giriş çıkışlar ve uçuşlar yasaklanmıştı. Kısa bir süre sonra da Sabi-
ha Gökçen Havaalanı aynı işgale maruz kalmıştı.
Geçen bir saat, bir asır gibi gelirken; 23.00’de Başbakan Binali Yıldırım NTV’de canlı yayınına bağlanarak ilk bilgileri aktardı. “Milleti temsil eden hükümet iş başındadır. Bu kalkışmayı 
yapanlar, bu çılgınlığı yapanlar, bu kanunsuz eylemin içerisinde 
olanlar; en ağır şekilde bedelini ödeyeceklerdir!” açıklamasını yaptı. Korktuğumuz başımıza gelmişti. Demek ki onlara göre 
‘Şartlar olgunlaştı!’ diye düşünüyordum.
Sibel ısrarla Suat’ı arıyor, o telefonunu açmıyordu. Hıçkırarak ağlamaya başlayınca; arkadaşımı teselli etmek için sarıldım ve 
elimdeki peçeteyle gözyaşlarını sildim. Bütün bu hengâme arasında, aklım hep Oğuz’daydı. Gerçi İzmir’den herhangi bir çatışma 
haberi gelmemişti ama onun sağı solu belli olmaz ki kim bilir nereye gitmiştir? Kötü şeyler düşünmemeye çalışıyordum.
Ankara ve İstanbul’da yaşanan olaylar arka arkaya ekranlara 
yansıdıkça, her defasında içimden bir şeyler kopuyordu sanki. 
Tabii ki olaylar başladığından beri telefonum hiç susmamıştı. 
Ferhan, ablam, Canan sürekli arıyor; sokağa çıkmamam konu-
sunda ikazda bulunuyorlardı. Canan da Sibel gibi ağlıyordu. 
Buğra, olayı duyduğu ilk anda evden çıkmış ve arkadaşım bir 
daha ondan haber alamamış. Ankara ve İstanbul dışında, diğer 
illerde ne yaşandığını şimdilik bilmiyorduk. Gözlerimizi kırpmadan ekrana kilitlenmiş, olayları anbean takip ediyorduk.
Genelkurmay başkanının sesi çıkmıyordu ve herkes onu merak ediyordu. FETÖ’cü teröristler saat 23.16 da Gölbaşı’ndaki Havacılık Daire Başkanlığına ait helikopter pistini ve yakıt 
tanklarını bombalayarak polisin darbe girişimini önlemek için 
kullanması olası hava gücünü yok etmeye çalışmış, patlamada bir helikopter tamamen yanmış, bir helikopter de zarar görmüştü. Yedi özel harekâtçımızın yanarak şehit düştüğü saldırı sırasında, darbe girişimine karşılık vermek üzere kaldırılması planlanan helikopterlere yakıt ikmali yapmakta olduklarını 
duyunca, acımız katlandı. 23.58’de FETÖ’nün pilotları ikinci bombayı, darbecilere karşılık vermek üzere Polis Özel Harekât 
timlerinin hazırlıklarını sürdürdüğü Özel Harekât Daire Başkanlığına atmış ve burada da 44 şehidimizin kanına girmişlerdi. Hemen arkasından Darbecilerin işgal ettiği Kara Havacılık Komutanlığı’ndan havalanan mühimmat yüklü helikopterler, 
Yeni Mahalle’deki MİT yerleşkesini taramış.
O sıralarda İstanbul Vatan Caddesi’ndeki emniyet binası önünden de çatışma haberleri gelmeye başlamıştı. Öyle seri hareket ediyorlardıki gelişmelerin takibinde zorlanıyorduk. Çok geçmeden, İstanbul’da bir düğünde olan Hava Kuvvetleri Ko-
mutanı Org. Abidin Ünal ve diğer üst düzey komutanların da askerler tarafından rehin alındığı haberi gelince; bunun bir darbe değil, işgal girişimi olduğunu anlamıştık. Daha da önemlisi, askerin tamamının bu olayın içinde olmadığını öğrenmemiz olmuştu ve bu bizi rahatlatmıştı. Elimiz kolumuz bağlı, ne ya-
pabileceğimizi düşünmeye başladık. Ortada ne bir yönetici ne bir komutan vardı.
Olaylar hız kesmeden devam ederken TSK internet sitesin-den ‘Yurtta Sulh Konseyi’ imzalı bir bildiri yayımlandı. Dakikalar sonra bir grup asker TRT’yi ele geçirerek silah zoruyla 
sunucuya bu darbe bildirisini defalarca okuttu. Hükümet üyesi 
Millî Savunma Bakanı Fikri Işık ise aynı dakikalarda televizyonlara bağlanarak bu bildirinin korsan olduğunu açıkladı. Tek 
güvendiğimiz haber kaynağımız televizyondu. TRT ele geçirilse de özel televizyonlar her şeyi açıkça anlatmaya devam ediyordu.
Darbe bildirisi ilk olarak muhalefet lideri MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’yi harekete geçirdi ve hükümetin yanında olduklarını söyledi.
Saatler 00.25 olduğunda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, CNN Türk televizyonuna görüntülü olarak bağlandı. 
Darbe girişiminin püskürtülmesinde kritik önem taşıyan altı dakikalık açıklamasında “Meydanı onlara bırakamayız. Yaptıkları işgali kısa zamanda ortadan kaldıracağımıza inanıyorum. 
Kararlılığımızı kimsenin test etmeye gücü yetmeyecektir. Milletime de bir çağrı yapıyorum. O da şudur: Milletimizi illerimizin meydanlarına, havalimanlarına davet ediyorum. Milletçe meydanlarda, havalimanlarında toplanalım ve bunlar; tanklarıyla toplarıyla gelsinler ne yapacaklarsa halka orada yapsınlar. 
Halkın gücünün üstünde bir güç ben tanımadım bugüne kadar. 
Ben de Başkomutan olarak meydana geliyorum.” dedi. Bu çağrı üzerine, Türkiye sokaklara döküldü. Bayrağını kapan; genç, 
yaşlı, çoluk çocuk, Müslüman, Hristiyan, Sünni, Alevi, Türk, Kürt, Ermeni ayrım gözetmeden herkes tek yürek oldu. Sokaklar, meydanlar ana baba günüydü. Gece; tekbir sesleri, marşlar, 
atılan sloganlarla inliyordu.
Bir Ankara, bir İstanbul; art arda saldırılarla ekranlara gelmeye devam ediyordu. Cumhurbaşkanı’nın konuşmasından birkaç 
dakika sonra, Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün bombalanması sırasında iki kişi şehit oldu, 39 kişi yaralandı.
Bütün ülkeler teyakkuza geçmiş, pusuya yatmış avcı gibi sonucu beklerken; ilk cılız açıklama Amerika’dan geldi. Beyaz Saray Ulusal Güvenlik sözcüsü Ned Price, Başkan Obama’nın bu 
girişimle ilgili bilgilendirildiğini söyledi sadece. Diğer ülkelerin hiçbirinden (dost birkaçı hariç) bu konuyla ilgili ne o gün ne de daha sonraki günlerde herhangi bir açıklama gelmedi.
Yalnızdık, hem de yapayalnız. İşin kötü tarafı da o devletlerin tamamı karşımızdaydı!
Gelişmeleri anbean takip ediyorduk. Gözlerimizin önünde inanılmaz olaylar oluyordu. Türk askeri; Türk polisine, kendi 
vatandaşına ateş açıyor hatta gözünü kırpmadan öldürüyor, 
Türk polisi de Mehmetçiğe silah sıkıyordu. Dünyada eşi benzeri olmayan bir durumdu bu, dünyanın hiçbir yerinde böylesi görülmemiştir herhâlde. Halkın sokaklara dökülmesi, darbecilere geri adım attırmış ve Atatürk Havalimanı’ndaki askerler geri çekilmeye başlamıştı.
Gece yarısı 01.10’da bu kez 1. Ordu Komutanı Org. Ümit Dündar CNN Türk televizyonundan ‘Bu TSK içindeki küçük bir grubun kalkışmasıdır ve önlemler alınıyor.’ dedi. Yüreklerimiz biraz soğumuştu.10 dakika sonra TSK resmî sitesinden yayınlanan ikinci korsan bildiriyle; sokağa çıkma yasağı ilan 
edildiği ve herkesin evlerine dönmesi istendi. Belli ki hainler sokaklara, meydanlara sığmayan halkın gücüne karşı koyamayacaklarını anlamışlardı.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın talebi üzerine; Türkiye’deki bütün camilerden arka arkaya selalar okunmaya başladı.
Bu, İslam’da toplanma çağrısıydı. ‘Toplanın, ülke güvenliğimiz tehlikede!’ anlamı taşıyordu. Salalar okundukça kendimizi tutamıyor, ağlıyorduk. Sibel’le balkonda birbirimize sarılmış hâlde televizyon izlerken kulaklarımız telefonlarımızdaydı. Hâlâ ne Suat’tan ne de Oğuz’dan bir haber vardı. Canan’la sık sık konuşuyorduk, o da Buğra’dan haber alamadığını söylüyordu.
Darbeci hainler, karşısına kim çıkarsa; polis, halk… Robot gibi ateş açıyor, tanklarla üzerlerinden geçiyor, arabaları eziyor-
du. Bunları izlerken ‘Bu gerçek olmaz, böyle şeyler ancak bilim kurgu filmlerinde olur!’ diye düşünüyorduk ama maalesef ekranlarda gördüklerimiz gerçek ve vahşiceydi.
02.30’da halkın iradesini hiçe sayan satılmış beyinler; milletvekilleri bu durumu görüşmek üzere mecliste olağanüstü 
toplantıdayken TBMM’yi ardından da Genelkurmay binasını 
bombalamışlar. Gazi Meclis’in bombalandığı haberi halkı çılgına çevirmişti.
Nihayet Marmaris’te tatil yapmakta olan Cumhurbaşkanı 03.25’te Atatürk Havaalanı’na indi ve onu bekleyen binlerce kişiye hitap ederek sokakları terk etmemelerini, devlete ve millî 
iradeye sahip çıkmalarını bir kez daha vurguladı. 
TRT yayınını kesmişti ama biz olanları özel kanallardan takip 
etmeye devam ediyorduk. Aynı saatlerde İstanbul’da darbecilerin kontrolündeki savaş uçakları yeniden alçak uçuşa başlamış-
tı. Kulakları sağır eden bir patlama sesi çıkartıyor, birçok evin camları patlıyordu. Bunun sonik patlama olduğunu, uçakların 
ses hızı veya üzerinde bir hızla hareket etmesi sonucu ortaya çıktığını sonradan öğrendik.
03.30 sularında darbeci askerler tarafından Doğan Medya Merkezi basılarak CNN Türk’ün yayını kesildi, Hürriyet’in basımı durduruldu. Hemen ardından TÜRKSAT Gölbaşı tesisleri 
bombalandı. Bununla amaçları; halkın haber almasını engellemeye çalışmaktı. Bir diğer çatışma da aynı saatlerde İstanbul 
Büyükşehir Belediyesi önünde hainlerle; polis ve sivil vatandaş-
lar arasında yaşandı. Maalesef burada da 17 şehit verdik ve bunların yarısından fazlası 18 yaşından küçüktü.
Öyle hızlı gelişmeler oluyordu ki ölüp ölüp diriliyorduk. Bir telefonla birazcık rahatladık; Suat nihayet çağrılara cevap vermiş, iyi olduğunu söylüyordu.
Gün ağarmak üzereyken dehşet haberleri ve ekrandaki görüntüler kanımızı dondurmaya devam ediyordu. 03.40’ta Ankara Emniyet Müdürlüğü binası savaş uçakları ve helikopterlerle vuruldu. Bir kez daha TBMM’ye arka arkaya iki bomba atılması 
sonucu, birçok vatandaşımız yaralandı. Aradan on dakika geçmişti ki Digitürk’te yayınlar asker kılığındaki teröristler tarafından durduruldu.
Gün doğmuş, gözlerimiz ağlamaktan ve uykusuzluktan yanıyordu ama hiç farkında değildik. Saatler 05.15’i gösterirken 
Atatürk Havalimanı’nın askerlerden temizlendiğini ve 45 dakika sonra da uçuşların yeniden başladığı haberini aldık. Yavaş 
yavaş kâbusun sona yaklaştığını düşünürken; TRT’yi işgal eden askerler, polis ve vatandaşlar tarafından teslim alındı. Ankara’da 
ise saldırılar hâlâ devam ediyordu. 
Gün iyice ağarmıştı ve ortalığı enkaza çeviren FETÖ mensubu darbeciler son kozlarını oynuyordu. Bu kez Cumhurbaşkanlığı Külliyesi yakınındaki köprülü kavşağı ve otoparkı hedef 
alarak F16’larla insanların üzerine ateş açıp, bomba yağdırdılar. 
Orada da 15 canımız şehit oldu, yedi kişi yaralandı.
O ara Canan aradı ve Buğra ile konuştuklarını, iyi olduğunu söyledi. Sevinçten ağlıyordu. Ben telefonda konuşurken kapı çaldı, Sibel telaşla koştu. Nihayet Suat da sağ salim dönmüştü 
ama bitkin ve üzgün görünüyordu. Öyle bir sarıldılar ki birbirlerine, gözlerim yaşardı. Suat, konuşmadan duşa girerken Sibel 
kahvaltı hazırlamak için mutfağa geçti.
İçim yanıyordu ‘İnşallah Oğuz da arar.’ diye düşünürken 
önce akşam yazdığım mesajımın iletim raporu geldi, ardından 
telefonum çaldı. Telaşla telefonu açarken ağlamaya başladım.
“Alo, can Ustam! İyi misin?”
“Yok bir şey, iyiyim. Sen?”
“Teşekkür ederim, yalnızca seni merak ediyorum!”
“Sağ ol Ustam uğraşıyoruz işte. Lütfen kendine dikkat et. Bugün dönecek misin?”
“Sanırım, hayır. Biletimi almamıştım, yarın dönerim herhâlde.”
“Tamam, lütfen dikkatli ol! Kapatmak zorundayım.” 
Daha cevap bile veremeden, kapattı. Ne olursa olsun, onun sesini duymak beni rahatlatmıştı. Mutfağa geçip Sibel’e sarıldım, birlikte ağladık. Korkunç bir geceydi. Kahvaltı hazırdı ama 
bizim bir lokma bile yiyecek hâlimiz yoktu. Zorla bir şeyler atıştırmaya çalıştık. Suat köprüde yaşadıklarını anlattıkça, kulakla-
rımıza inanamıyorduk. 
Boğaziçi Köprüsü’nde trafik tıkanınca Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’ne yönelmişler ama Çengelköy’deki kalabalık ve çatışmayı görünce; geri dönmek zorunda kalmışlar. Araçlarını 
güvenli bir yere park edip köprüye çıkmışlar. Polis geçiş izni vermemiş ve eğer geçerlerse can güvenliklerinin tehlikeye gireceğini 
söylemiş. Oradaki kalabalık ‘Bütün sorumluluk bizim, vatanımıza göz diken hainlere fırsat vermeyeceğiz!’ diye ısrar edince; 
zavallı memur önlerinden çekilmiş. Olayları telefonlarından haber alan insan seli, köprüye koşmuş. Karşılarındaki Türk askerinin şanlı üniformalarını üzerlerine giymiş teröristlerle konuşamamışlar bile. ‘Yaklaşanı vururum, evlerinize dönün!’ diye bağırıp tehdit ediyorlarmış sivil insanları. Gözü dönmüş caniler adım atanın ayaklarına sıkıyorlarmış. Kurşunlara göğsünü siper eden isimsiz kahramanlar yere düşen arkadaşlarını kucaklayıp kenarda ilk müdahaleyi yapmaya çalışıyormuş. Ambulans falan yokmuş ortalıkta. Halkın ısrarla üzerlerine geldiğini gören hainler; önce tanklardan, ardından helikopterlerden yaylım ateşine 
tutmuş oradakileri. Ateş edilince yerlere yatıyor, bitince kalkıp yine hainlere doğru ilerliyorlarmış ve tam 34 kişi oracıkta gözlerinin önünde şehit olmuş. Suat ‘Alçaklar, hainler, köpekler!’ diye 
başlıyordu her cümlesine. Yorgunluktan kapanan gözlerini açık 
tutmaya çalışarak son bir şey söyledi, sonra da yatmaya gitti.
“Bu gece beni en çok etkileyen olaylardan biri neydi biliyor 
musunuz? Köprünün üstünde en önde bir kamyon vardı ve arkasında ‘Aşk güzeldir karşılıklı olursa! Karşılıksız olsa da güzeldir 
aşk vatansa!’ yazıyordu. İnanın kimsenin gözünde zerre kadar korku yoktu, işte en büyük aşk budur.”
Suat’ın bu sözlerinden etkilenmiştik gerçekten.
Çözülme başlamıştı. Türk Telekom santralini işgal edenler de halkın gücü karşısında başarılı olamayacaklarını anlayınca 
teslim olmuşlardı. Genelkurmay Başkanındansa hâlâ haber yoktu ve bu makama vekâleten 1. Ordu Komutanı Ümit Dündar atanmıştı. Sabah sabah bu işgal girişimlerini kumanda eden üst 
düzey yöneticilerinden ilki, 3. Ordu Harekât Kurmay Başkanı Tuğgeneral Ekrem Çağlar’ın Erzincan’da gözaltına alındığı haberi geldi.
Daha sonra Sabiha Gökçen Havaalanı’ndaki uçuşlar, metro ve deniz seferleri yeniden başlarken; Boğaziçi Köprüsü de kısmen trafiğe açıldı.
Saat 10.39’da Başbakan, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın sağ salim görevinin başında olduğunu açıkladı. O gece 23.02’de darbecilerin tehdit ve zor kullanarak darbe faaliyeti-
nin başına geçmesi teklifini kesin bir dille reddeden Orgeneral Hulusi Akar’ın darp edilip rehin alındığını ve bir helikopterle 
Akıncı Üssü’ne götürüldüğünü öğrenince, işin boyutunun ciddi olduğunun farkına vardık. Terör örgütünün rütbeli hainleri 
yanında, olaylarda önemli görevler üstlenen birçok asker de gözaltına alınmaya başlandı.
Bir gerçek vardı ki bunu sonraki gün ancak öğrenebildik. 
Darbenin seyrini değiştiren olay saat 02.00 sıralarında Özel 
Kuvvetler Komutanlığı’nda yaşanmış. Millî iradeye kast eden üniformalı teröristler için kritik öneme sahip noktaların başında, 
Ankara’daki Özel Kuvvetler Komutanlığı geliyordu. Bu birliğin Komutanı Korgeneral Zekai Aksakallı’nın, emrindeki askerlerle 
birlikte ihanete direneceğini bilen hainler, iki aşamalı bir plan hazırlamışlar. İlki Gazi Orduevi’ndeki bir düğüne katılacak olan 
Aksakallı Paşa’nın derdest edilmesi, ikincisi ise Diyarbakır’dan Ankara’ya gelecek olan hain General Semih Terzi’nin, Özel Kuv-
vetler Komutanlığı’nda komutayı ele geçirmesini öngörüyordu. 
FETÖ’cü General Terzi’yi taşıyan uçak Ankara’ya hareket etmeye hazırlanırken derdest görevini üstlenen hainler, eşiyle birlikte 
orduevinden ayrılan Aksakallı Paşa’nın makam aracının önünü kesmiş ancak Paşa, darbecilere direnerek ellerinden kurtulmayı başarmış. Korgeneral Zekai Aksakallı, darbeci General Semih Terzi’nin, komutayı almak için Özel Kuvvetler Komutanlığı’na hareket hâlinde olduğunu öğrenince; tereddüt etmeden, yıllar-
dır tanıdığı ve vatana bağlılığı konusunda en küçük şüphe duymadığı koruma astsubayı Ömer Halisdemir’i aramış ve Ömer 
Halisdemir’i şehitlik mertebesine yükseltecek o emri vermiş. 
“Ömer, sana vatanımız ve milletimiz adına tarihî bir görev veriyorum. Tuğgeneral Terzi vatan hainidir, isyancıdır. Onu  karargâha girmeden öldür! Bunun sonunda şehadet var, biliyor-
sun! Seninle yirmi yıllık beraberliğimiz oldu, hakkını helal et oğlum.”
Komutanının emrini can kulağıyla dinleyen Astsubay Halisdemir; “Başüstüne komutanım! Hakkım helal olsun, siz de helal edin.” demiş. Aksakallı Paşa, “Helal olsun Ömer.” diyerek 
telefonunu kapatmış. 
Hain generali taşıyan uçak aynı dakikalarda Ankara’ya indikten sonra Terzi, emrindeki diğer hainlerle birlikte helikopterle Özel Kuvvetler Komutanlığı’na hareket etmiş. Tabancasını kontrol eden kahraman Astsubay Halisdemir, karargâhta Terzi’yi karşılamaya hazırlanan darbecilerin arasına dikkat çekmeden girmeyi başarmış. Helikopterden inen gözü dönmüş 
General, korumalarıyla birlikte karargâh binasına doğru yürürken; sağ tarafına yaklaşan Ömer Halisdemir, onu başından vurmuş. Bunun üzerine, Terzi’nin ekibinden Binbaşı Fatih Şa-
hin, Halisdemir’in arkasından tam 12 el ateş etmiş ve sırtından vurulan Kahraman Ömer Halisdemir’in çevresini saran katiller 
sürüsü, önce onu sürükleyerek kenara çekmiş, sonra nabzını kontrol etmişler. Nabzının hâlâ attığını görünce, Halisdemir’i sürükleyerek karargâh binasının girişine kadar getirmişler.
Silahını çıkaran darbeci Yüzbaşı Atmaca, Halisdemir’e iki el daha ateş etmiş ve Halisdemir, burada son nefesini vererek şehit olmuş. Bu detayları da daha sonra öğrenmiştik. Ömer Halisdemir darbenin seyrini değiştiren kahramanlığıyla hem Türk milletinin kalbine hem de tarihin şanlı sayfalarına o karanlık gecenin sembolü olarak adını yazdırdı.
Caniler, masumların arasına karışıp; ilerleyen günlerde kripto olarak yarım bıraktıkları işi tamamlamak için gizli gizli çalışmaya devam ettiler. Onların planları ve ihbarları sonucu, ma-
sum birçok kişi cezalandırıldı, mahkûm oldu, işsiz kaldı. Doğru ile yanlış iç içe geçmiş, ayırt etmenin imkânı yoktu. O günlerde 
gerek yöneticiler gerekse halk tarafından sıklıkla dillendirilen ‘At izi, it izine karıştı!’ cümlesi çok doğru ve durumu tam olarak 
izah eden ifadeler olarak beyinlerimize kazındı. 
Öyle bir hâle gelmiştik ki herkes birbirinden şüpheleniyordu. Bu iş yine gelecekte yeniden yapılanmayı, güçlenmeyi murat 
eden, tekrar milletin başına çöreklenme hayali kuran alçakların işine geliyordu. Amaçları zaten buydu: İnsanları birbirinden koparıp, işgali kolaylaştırmak. Kaçan canını kurtardığını sanıyor, kaçamayanlar ise yakalanıyor; üzerlerindeki üniforma çıkartılarak tutuklanıyordu. Kimi dağda bayırda, kimi dehlizlerin içinde…
İstanbul ve Ankara dışındaki illerde de birçok şey yaşandığını sonraki günlerde öğrendik. Terörle mücadele kapsamında 
oldukça önemli merkezlerden biri, Malatya İnönü Kışlası’ydı şüphesiz. Burada da darbeci hainler halkın yanına geçmeye çalışan Askerleri ölümle tehdit ediyorlardı. 
Darbe karşıtı subaylar, kendilerini onlardan ayırt etmek amacıyla kollarına kırmızı beyaz bant bağlamışlar ve 7. Ana Jet Üssü’ndeki jetlerin havalanmasını engellemek amacıyla yakıt 
tanklarını sökmüşlerdi. Eğer bu yapılmasaydı sonucun çok daha vahim olacağı kesindi.
Bir diğer önemli merkez Edirne’ydi. Havada etkili olan darbeciler, karada halkın direnişi karşısında zor durumda kalınca; Trakya’daki hainlerden yardım istemiş ve 20.000 kişilik 
desteğin hazır olduğu cevabını almışlardı. Edirne halkı, Meriç Köprüsü’nü ağır tonajlı araçlarla kapatıp tankların geçişine 
mâni olmuş, vatan hainlerine geçit vermemişti.
Karada ve havada durum böyleyken; Gölcük’teki hainlerin donanmayı ele geçirip, boğazları kapatmak için hareketlenmeye başladıklarını duyan halk, bu kez Donanma Komutanlığı’nın 
önünde toplanıp, darbecilerin karşısına dikilmiş ve giriş çıkışlarına engel olmuştu.
Türkiye’nin dört bir yanında hedef emniyet ve istihbarat birimleriydi. Bu nedenle gerek yerel yönetimler gerekse vatandaşlar; çöp kamyonu, otobüs ve otomobillerini kışlaların ve tankla-
rın önlerine yığmış, geçmelerine izin vermemişti.
Akıl almaz olaylar duymuştuk daha sonra; sapanla evin çatısından helikopterlere taş atan, elindeki süpürgeyi jetlere fırlatan, tankların egzoz borusunu üzerinden çıkarttıkları giysileriyle tıkamaya çalışan, tankların önüne yatan, üstüne çıkan, Saraçhane’deki havuzda abdest alıp kurşunlara göğsünü siper eden 
kahramanlar da tarih sayfalarında yerlerini alacaklardı şüphesiz.
Eli kanlı terör örgütü 15 Temmuz’da 50 yıldır devletin içinde sürdürdüğü gizli yapılanması sonunda kalkışarak; 50 saat içinde 
251 canımızı şehit etti, 2196 vatandaşımızın da yaralanmasına yol açtı ve bu darbe girişimi Türkiye Cumhuriyeti tarihine kara 
bir leke olarak düştü. Hastanelere kaldırılan yaralıların herhangi bir şekilde kayıtları alınmamıştı çünkü darbenin başarılı olması 
hâlinde bu kayıtlar o kişiler için risk oluşturabilirdi. 
Darbe teşebbüsünün Türkiye ekonomisine verdiği zarara gelince; uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları siyasi kaygı-
larla alelacele Türkiye’nin kredi notunu düşürdü. İstihdam edilen kişi sayısı yaklaşık 1 milyon gerileyerek işsiz sayısı 3,9 milyona 
yükseldi.71 bin puana kadar gerileyen Borsa İstanbul’un piyasa değeri, bir haftada 80 milyar lira azaldı. İhracat yüzde 11,5 düştü, dış ticaret hacminde yüzde 16,4 daralma yaşandı. Turist 
sayısı yüzde 36,7 geriledi ve azalan büyüme nedeniyle millî gelir 50 milyar TL daha az gerçekleşti.
Kapkara bir gecenin ardından, öğle saatlerine doğru gözlerimiz iflas etmişti hatta Sibel’in başı koltuğun kenarına düşmüş, orada uyuyup kalmıştı.
( Karşılıksız Olsa Da Güzeldir Aşk Vatansa başlıklı yazı S.Karagöz tarafından 15.07.2020 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.