İddialı olsun, dikkat çeksin kabilinden çoğu yazar kitaplarına ilk anda anlaşılmaz isimler, makalelerine ilk okunuşlarında ilgisiz başlıklar seçer.Diyarbekir’de Zarf ve mazruf Meselesi” bu tarz anlayışı dışlayan ve dünle bu günü bir araya getiren çalışmalardan birini amaçlayan bir makaledir.
Nasreddin Hoca’nın “Ye kürküm ye !...” demesinin zarf ve mazruf arasında ilişkisi vardır. İlk sahnede bilgisiyle itibar görmeyen Hoca’nın kürkle ikinci sahnede baş köşeye, itibarlı mevkiîye oturtulması misali şehrimizde zarf ve mazruf meselesi vardır, inkâr edilemez, yokluğu öne sürülürse bu satırların yazarının tanığı olduğu durumlar, bunu yalanlamaya yeterdir. Bizim bu tarz ifademiz kimseyi gocundurmasın. Bu şehir, bir yönüyle zarf ve mazruf birlikteliğinin olmayışı sebebiyle iki yakası bir araya gelmemiş şehirdir. Kimse bunu başka alanlara, mecralara yorumlamasın.
Bir kız kalesi efsanesi ile bir şehrin çektiği turist sayısının Diyarbekir karşılaştırıldığında ne demek istediğimiz kolaylıkla anlaşılır.
Diyarbekir’de maalesef “Ye kürküm ye!...” stratejisi yaygındır, bilgiye verilen itibar, sahibini olsa olsa oda girişinde ayakkabıların olduğu yerde oturmaya icbar edecek etkinliğe sahiptir. Bunun aksini iddia etmek, güneşi yok sayıp bir mumun ışığını “İşte güneş” diyerek insana inandırmaya benzer. Çoğunlukla bu sitemimiz yer almazsa bile amacımız bu şehre hizmeti somut biçimde geçenlere saygının olması gerektiği hususundadır. Mevkiî ve makam hırsı bulunmayan araştırmacının ve yazarın dahi fotoğraf sanatkârının değerini ortaya koymayan anlayış, zarfı ön plânda tutup, mazrufun boşluğunu görmemezliği adet edinmiştir.
Yerel olsun ulusal olsun TV Kanallarında daima Diyarbekir Kalesi’nin ayakta duran, ihtişamı ifade eden görüntüleri verilir. Kimse Ulu Beden’in ve Yedi Kardeş’in iç kısımlarının harabîyetini göstermez de dış görünüşünü ekranlara yansıtır.Kabartmalar ve kitabeler gösterilir. Kimileri bu kitabeleri, Kur’anî harflerle yazıldığı için âyet zanneder. Kimisi bu hayvan figürlerinin ne anlama geldiğini bilmez. Her iki duruma sahip olanlar da geçmişin ne denli ihtişamlı olduğunun övüncü içindedir. Bilmezler ki bu iki burç, Artukî yapısıdır.
Kabartmalar, Selçukluların Orta Asya’dan beraberinde getirdikleri kültürün yansımasıdır. Arslanın ve kartalın neyi sembolize ettiklerinden yana bîgane olanlar, Ulu Camiî girişinde de yer alan kabartmalara anlam vermemiştir. Mensup oldukları inancın beraberinde kültürlerinden yana duranların ahvalini bilmeyenler, ne konuşabilir?
Bu eserlerin içinde oldukları durumun vehâmetini kavramaktan uzak olanlar, şehre dair ağıtlarını ne zaman yakacaktır? Ol eserler yıkıldığında ya da vasıflarını kaybettiğinde durum anlaşılacaktır. Kimine göre valinin bize göre Sultan Sa’sa’a’nın kabrini ortadan kaldıran Belediye Başkanı’nın yıktırdığı Diyarbekir Kalesi’nin burçları ile tahrip edilen beraberindeki eserler için günümüze kadar gelen yegâne isim, Albert Loıs GABRIEL olmuştur ki bu isim de surları kurtarırken mensubu olduğu milletin kendisine yüklediği misyonu gereği gibi yerine getirmiştir, birçokları farkında olmadan. Biz de kendisinin yaptığı bu iyilik hatırana diğer yaptıklarını burada açıklamaya gerek duymuyoruz.
Bu anlayışı tebrik etmek gerekir. Çünkü gösterilen ihtişamlı görüntülerde bile 1930’lu yılların acımasızlığı, tarihî eserlere olan yabanî anlayışın izleri görülür. Kimse bu tarihe olan öfkenin sebebini kolay kolay bilemez. Şehrin havadar olması adı altında işlenen tarihe saygısızlığı, yerel yönetimde bulunanlar yapmış ve bunu da yapılması gereken görev olarak bilmişlerdir.
Bu tarz durumun savunulacak bir yönü var mıdır? Zarf ortada ve mazruf bilinmektedir.
Diyarbekir’de tarihî konaklar, evler, köşkler ele alınmayınca ne olur? Gazi Köşkü’nün (Esas ismi Sem’anoğlu Köşküdür) onarımlarla güzel gösterilen görüntüsü iyi de diğer köşklerin durumu ne olacaktır? İyi ki Mustafa Kemal Paşa, o dönem bu köşkte kalmıştır. Yoksa şimdi bu köşkün bir değeri kalmaz, taşlarının yeri bile zor seçilirdi. Size Hamî Köşkü’nün iç burkan görüntülerini yansıtan var mıdır? Şimdi özel mülk kapsamında yer alan bu köşkün harabesinin bile ihtişamı Sem’anoğlu Köşkü’nden geri kalır yanı yok. Diğer köşklerin de adı bizde saklı kalsın…
Bu tarz durumun savunulacak bir yönü var mıdır? Zarf ortada ve mazruf bilinmektedir.
Tarihî evler, ömürlerinin son yirmi yılını yaşarken içinde bulundukları durumu bilenler kaç kişidir? Televizyon ekranlarından Cahit Sıtkı, Ziya Gökalp ve Esma Ocak Evi görüntülerinin artık can sıktığını söyleyelim mi? Diğer evlerin durumu ne olacak? Bir ara Avrupa Projeleri kapsamında söylenilenler, işin samimî olmadığını ortaya koymuş ise de birkaç ev bu sebeple yıkılmaktan kurtulmuştu.
Küçelerde dolaşırken, kimi küçelerde yer alan tehlike arz eden evlerin önünden geçilmemesi uyarıları, insanın zarfa olan merakını ortaya kor. Madem bu evler tarihî eserdir ve bu sıfatı taşımaktadır. O halde korunmalı değil midir?
Küçelere baktığımda kimi küçelerin taban döşemesi insana saygıyı ifade ediyor ise de evlerin harabîyeti üzüntüyü bir daha artırıyor. Kimi yetkililerin yıkılan evlerin taşlarını ortadan kaldırıp yeşil alanlar oluşturması, ilk etapta güzel görünüyor ise de bunu tasvip etmiyoruz. Yıkılan evlerin enkazındaki taşlar, artık taş yontucusu kalmadığı için bu taşlar da eseri oluşturan malzemedir ve yerinde korunmalıdır.
Alırsınız enkazı, toprağını atarsınız. Taşları bir alanda muhafaza edersiniz ve zamanı gelince yapılar yapmak isterseniz dünü yaşatma adına yeni yapılara zemin hazırlarsınız.
Betonarme yapıların eskiyi andırması için makineden çıkan bazaltla kaplanması şehrimizde salgın halini almıştır.
Adeta göze hoş gelen bu görüntü, şehrin dününe saygının ifadesidir. Bu kaplama anlayışı akıllara başka bir kaplamacılık getirmiyor mu? Düşen kaplama taş, geride olanca çıplaklığı ile çimentoyu gözümüze gözümüze sokmaktadır. Ders alan kalmamış olacak ki bu hastalık halini alan anlayış devam etmektedir.
Ulu Camiî için gösterilen temizlik, diğer benzer alanlar için niçin esirgenir? Buralar da bir ibadethane değil midir? Bir yerde bakımlılık varken öbür yerde bakımsızlık… Bu kadar tezadın yaşandığı başka şehir görülmemiştir.
Fatih Paşa’nın kabrinin de bulunduğu Kurşunlu Camiî, İlk Osmanlı Yapısı’dır. Burada düzenli denilebilecek bir temizlik görülmemektedir. Buna Hazreti Süleyman Camiî ( gerçek ismi Meşhed Camiî olarak bilinmelidir.) de eklenmelidir.
Bu tarz durumun savunulacak bir yönü var mıdır? Zarf ortada ve mazruf bilinmektedir.
Diyarbekir’de medreselerin hali de aynı riyakârlığın sergilendiği alanlardan biridir. Mesudiye ve Sincariyye ortadadır. Siz bir de Muslihuddinî Larî’nin mezarını ve medresesini görün. Haydi diğer kimi medreseler için zaman aşımını öne sürersiniz. Onları kabul ediyoruz. Fakat onarımı mümkün olanlar için ne dersiniz? Bu gün bir üniversitemiz vardı. Dün onu aşkın üniversitemiz vardı. Nüfusa göre bir değerlendirme yaparsanız dünün öğrenci sayısı da bu günün kat be kat üstündeydi. Buna ne buyrulur? Husrev Paşa Medresesi iyi ki Han’ının gölgesinde korunmuştur.
Bu tarz durumun savunulacak bir yönü var mıdır? Zarf ortada ve mazruf bilinmektedir.
Siz lülelerinden Hamravad akan katsalları görmediniz. Ben, bu şehirde çocukluğum geçmediği için bilmedim ve bu lülelerden su içmedim. Yaşım da müsaid değil. Yaşlıların anlattığı bu katsallardan kaçını yaşatabildik? Bir Hatun Kastalı’nı bilen kaç kişimiz kaldı, Sem’anoğlu Köşkü’ne giderken? Mezarlıkta sevenlerimize Fatiha okurken, bu katsalı fatihasız bırakmak insafa sığar mı?
Bu tarz durumun savunulacak bir yönü var mıdır?Zarf ortada ve mazruf bilinmektedir.
Siz hanlara bakarken diğer hanları da Delille Hanı gibi düşleyemezsiniz. Hasan Paşa Hanı daha yeni onarımla turistik hizmete sunuldu. En azından Eski Borsa Hanı’nı da ayağa kaldıramaz mıyız? Diğer hanları bilen kaldı mı?
Bu tarz durumun savunulacak bir yönü var mıdır? Zarf ortada ve mazruf bilinmektedir.
Siz Diyarbekir’i dolaşırken mahalle aralarındaki kimi camiî hazirelerinde kimlerin yattığını bilir misiniz? Hz. Süleyman Camiî (Meşhed Camiî) sakinlerinin mezarları, niçin ziyarete açılmaz? “Ziyaret” dediğimiz, bu Şehidanın defnedildikleri alanın düzenlenip, dışarıdan açılacak pencere ile görünür kılınmasıdır.
Yoksa kimi bilmeyenlerin şu anda sergiledikleri manzaraları biz de istemiyoruz. Ne zamana kadar bu alanın gizlenmesi sürecek? Bu alanı ziyarete gelenlerin tek amacı O Zat’ı görmeleridir. Bir gözün hatırı için çok gözler sevilir. Ondandır, bu ziyaret. Yoksa bu mezarlar bir anlam ifade etmez, mana taşımaz. Bunu bilmeyen, echel taifesinden değil de nedir? Siz Diyarbekir’i dolaşırken diğer mezarların da hak ettiği biçimde saygıyla korunduğunu zanneder misiniz? Ölülere saygı duymayanın dirilere saygı göstermesi söz konusu olamaz. Elbette bu İslâm inancı için böyledir. Biz isteriz ki gayr-ı müslim olanların da mezarlarının, mezarlıklarının aynı biçimde korunmasını arzuluyoruz, kiliseleri gibi. Çünkü bu şehir içinde yaşayanların kültürüyle ortak değerlerin paydasında buluşmakla anlam kazanır.
Bu tarz durumun savunulacak bir yönü var mıdır? Zarf ortada ve mazruf bilinmektedir.
Siz, bu şehirde bakırcıyı boşuna ara durusunuz. Siz, bir keçe sanatkârını bulamazsınız. Siz, soğuk demir dövene yabancısınız. Siz, dünün hünerini altına hükmettiren kuyumcuyu göremezsiniz. Siz, kalkıp dün yazılan kitapları okuyacak kişi ya da kişileri kolay kolay bulamazsınız. Siz 1040.000 cild kitap olan bir kütüphanenin izlerini sürdüremezsiniz. Siz, kalkıp dört beş dil bilen bir tercümana rahatlıkla ulaşamazsınız. Siz, kalkıp saf ipekten bir şal alamazsınız, mantin çarşaf bulamazsınız. Siz, nehre bakıp elli-altmış kiloluk karpuzları düşleyemezsiniz. Çayda Çıra’nın hayalini kuramazsınız. Siz, şeftali bahçelerini, menekşe bahçelerini, parmak kadar kara hübür dutları, yağlı marulları bilemezsiniz. Siz, dünde kalan güzellikleri tahayyül bile temekten uzaksınız. Siz, ancak “Kibe-mumbar”, “Duvaklı Pilav”, “Meftûne”, “ Kadayıf” için “bizimdir” deyip konuşursunuz. Siz, ancak şehri Sur içi’nden mürekkep bilir, ilçelerdeki ve köylerdeki tarihî ve kültürel değerleri dışlarsınız. Siz, ancak şehir içi düğünleri bilir ve her şeyi bununla değerlendirirsiniz. Siz, ancak Karacadağ’dan gelen peyniri, yoğurdu, sütü ve eti bilirsiniz. Karacadağ’ı görürseniz bir gün bile burada kalmaz şehre kaçarsınız. Siz, köylünün hala şehri kirlettiğini anlatır, şalvarını yırtıp, alay ettiğiniz köylüleri düşlersiniz. Evinizde hizmetli istersiniz. Siz, konaklardaki yaşamı arzular, gulâmların küfe küfe yiyecek taşımalarını beklersiniz. Siz, musıkî aletlerinden piyanoyu hayal eder, kadınların “Sanat Müziği” icrâ ettiği ve ud çaldığı zamanı düşlersiniz. Siz hala Doğu’nun Paris’i olarak şehri düşünüp kendinizi şehir sahibi görür, efendilik taslarsınız. Siz, hala sizin babalarınızın gördüğü itibarı düşler, sahibi olduğunuz arazilerde olan biteni hayal edersiniz. Siz, daima “Muradgilin Damından Atliyamadım” gibi parçaları dinler ve herkesin bu tür parçaları dinlemedikçe “Diyarbekirli “ olmadığını zannedersiniz. Siz, hamamların açık olduğu demlerin zevkini bilir ve kurnaların kiralandığı, tellakların ve natırların ellerinde pak olabileceğinizi bilirsiniz. Siz, çocuklarınızı İstanbul’a, Paris’e gönderip okuttuğunuz dönemlerde köylünün (Kazalar dahil) toprağa-hayvancılığa tabiî olmasını düşlersiniz. Siz, devrin ve devranın değiştiğini kabullenmez misiniz? Siz, bu şehirde yoksulluğu ve yoksunluğu görmezden gelip niçin kavurmalara ayva atılmadığını savunursunuz. Siz, kışlık kavurmaların döneminin bittiğini bilmez misiniz? Siz Nuriye Tatlısı’nın tarifi üzerine anlamazken ben size tarifini yeminli tercüman eşliğinde verebilirim, yalnız. Siz, beni bile kabullenmezken söylediklerimin hangisinin doğru olmadığını savunabilirsiniz? Siz, kendi kendinizin etrafında kozasını ören ve kendisini hapseden ipekböceği gibi günün birinde kozanızdan çıkamayacağınızı bilmez misiniz? Hangi koza kelebeği, uçtuktan sonra değerli bilinir? Bunları hiç bilmez misiniz?
Bu tarz durumun savunulacak bir yönü var mıdır? Zarf ortada ve mazruf bilinmektedir.
Yukarıda yazdıklarımdan kimin etiket peşinde koştuğunu kimin bu şehir için ne çabalar ortaya koyduğunu -eminim- tellâle gerek duymadan anlamışsınız. Ben, cadde-sokak ortasında yerel giyinen annemle kol kola takılıp gezmekte olan biri olarak, hiçbir şekilde eksiklik hissetmedim. Ben, modayı takip etmekten uzak biriyim. Ben, her türlü baskıya rağmen bağdaş kurup yer sofrasında yemeği çatal-bıçak olmadan yiyen biriyim ve ayranı hala tasta bu sebeple inat ederek içen biriyim.
Ben, gecekondulara mahkûm edilenlere bakarak çok katlı apartman dairelerinde oturmaktan haya edinen, anası-babası halen toprak damlı evde yaşayan biriyim.
Ben, artık size dahası kendimi nasıl anlatayım!... Ben, “Diyarbekirliyim”, ben bu yüzden anlaşılmayanım, dün babamın, dayımın, amcamın, anamın, teyzemin, halamın şehre gelirken ürkek adımlarla yürüyüşünü halen unutmayan biriyim. Doktora giderken dil bilmezliği yüzünden adres sormalara karşın saatlerce dolaştırılanların sıkıntısını dile getiren ve bu gün doktor olan, öğretmen olan, mühendis olan biriyim.
Ben, artık sizden biri değilim. Beni aranızda dünü yaşamak adına düzenlediğiniz sıra gecelerine çağırmayınız, taziyelerinize de çağırmayınız, bu şehrin adına yaptığınız fuarlara da çağırmayınız, festivallerde de yokum. Zaten bilirsiniz siz, somut biçimde yoksunuz. Zarf olarak varsınız. Ben ise mazruf olarak ortadayım. Şimdilik etiket sahibi konuşur, durur. Biz, ancak mazrufa saygı gösterir, ona göre kıymet biçeriz, söylenilene. Onun için yolumuz Diyarbekirlilik’te ayrılır. Selamlaşır, konuşuruz, aynı küçeleri paylaşmayız. Aynı semtlerde yaşayamayız.
Bu tarz durumun savunulacak bir yönü var mıdır? Zarf ortada ve mazruf bilinmektedir.
Tatil nedir bilmeyen “Diyarbekirli” varken sizin konaklarınız köşkleriniz yıkıldığı için tatillerinizi başka yerlerde yaparsınız.
Siz, yılda bir en çok uğrarsınız bu şehre. Biz, kendimizi bildik bileli buradayız. Biz, şehir için dövünürken, sayfalara içimizi dökerken siz etiket ve zarfa riayet edilmesini buyururusunuz. Biz, burada yoksulluğun ve yoksunluğun somut fotoğraflarına kaynaklık eden yaşamımızla varken siz, şehrin altmış-yetmiş yıl öncesinin fotoğraflarını nostalji olarak işyerlerinize asar, “Diyarbekirliyim” dedirtirsiniz, kendinize. Sizin “Biz” olmanız, bizim “Siz” kesilmemiz mümkün değil. Biz, İstanbul’a yolumuz düşende, Ankara’ya uğrayanda sual eder durusunuz, terk ettiğiniz şehri. Bizden öğreneceğinize sabah uçağa binip, akşama kadar şehirde dolaşarak geceyi tekrar çoluk çocuklarınız arasında geçirmeniz için bir engel mi var?
Bu tarz durumun savunulacak bir yönü var mıdır? Zarf ortada ve mazruf bilinmektedir.
Bizden sormayın şehri, istemiyoruz bu tarz gülünç durumlara garnitör olmayı. Sizi seven ve öve öve bitirmeyen, sizi “Diyarbekir Sevdalısı” ilan eden dostlarınız vardır, eminim bu şehirde. Onlardan sorun şehrinizi. Bu şehir sizinse gelin ve görün ve anlayın. Yoksa hariçten gazel okuyarak şehir kıymet kazanmaz. Dahi şehirde yaşamayıp şehir hakkında kimi kitaplar kaleme alanlara da sözümüz aynıdır. Uzaktan kumandayla yazılan kitaplar yazacağınıza bu şehirde yaşayarak, yazacağınız kitaplarla daha bir değer kazanabilirsiniz. Kuzum, sizin kitaplarınızı alınca dünyam değişiyor. Timsah gözyaşlarını dökmenin ne olduğunu bir daha anlamaktayım. Bu kadar duygulu yazmanız, sizin ileride Nobel Ödüllü yazar olabileceğinizi gösterir ki siz roman-öykü gibi eserle verin de ismimiz ve şanınız bir olup dünyaya-cihana aşikâr olsun, bunu beyan edelim.
Bu tarz durumun savunulacak bir yönü var mıdır? Zarf ortada ve mazruf bilinmektedir.
Diyarbekir’de Zarf ve Mazruf’un Meselesi anlaşıldı mı? Anlaşılsaydı, bunca sıkıntı doğuracak cümle kurup, bu makaleyi beş kez yazıp üç kez tashih eder miydik? Bilirim, bu yazı size ulaşmaz Diyarbekir’den. Birkaç dost ulaştırabilse eminim memnuniyet duyarım. Bilin ki bu şehirde kalan Diyarbekirliler para ve pula değişmedi, şehirli olmayı ve sizin dilinizde olan Diyarbekirliliği onlar gönlünde yaşatıyor. Daha ne diyelim, birader?
Bu tarz durumun savunulacak bir yönü var mıdır? Zarf ortada ve mazruf bilinmektedir.

( Diyarbekirde Zarf Ve Mazruf Meselesi başlıklı yazı MehmetALİ tarafından 6.03.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu