Bundan
önceki (Siyaset 1)yazımızda, feodalizmin enkazı üzerinde ortaya çıkan köylü,
işçi, köle ya da soylu (sözde asil) olmayan, zanaatta hünerli, ticarette
becerikli, gücünü, ticarette kazandığı servetinden alan, yeni bir sınıf olarak
ortaya çıkan ve feodalizmin tutunduğu dalları kırarak, tabuları yıkarak aydınları
ve halkı hatta köleleri de (Amerika iç savaşı 1781) yanına alarak, bin yıllarla
ifade edilebilecek zaman süresince değişmeyen, değişmeyeceğine inanılan feodallerin
egemenliğine son veren burjuvaların, 1789’da Fransız ihtilali ile de geri
dönülmeyecek bir hedefe yani Burjuva Ulus Devletleri’nin kurulması ve
yönetilmesi sorumluluğunu üstlenerek,
bin yıllardır yönetim gücünü elinde bulunduran kral, sultan, imparator
yani sözde asillerden devraldıklarını anlatmıştık.
Bu yazımızda burjuvazinin iktidarında
(köylü, işçi, işiz, memur, esnaf vs.) durduğu yeri irdeleyeceğiz.
1789’u başlangıç kabul edersek
burjuvazi, yaklaşık 300 yıldır dünyanın irili ufaklı tüm devletlerinde yönetim
erkini (güç) elinde bulundurmaktadır.
Burjuvazi bu üç yüz yılda çok değişmiş, kendi içinde bile farklılaşarak gücüne,
güç katmıştır. Artık burjuvalar 1789’un devrimci, yenilikçi, paylaşımcı,
hümanist özelliklerini çoktan terk etmişlerdir. Günümüzde bu burjuva asalaklara,
kapitalistler diyor, ekonomik düzenlerini de kapitalizm olarak ifade ediyoruz
Süreçte kendi ülkelerinin
kaynaklarıyla yetinmeyen başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkeler, diğer
ülkelerin kaynaklarını tüketen, emperyalist ülkeler olmuşlardır.
Kapitalizmin
ve emperyalizmin azgın sömürü alanı olan geri kalmış ya da geri bıraktırılmış
ülkelerde, bir yandan emperyalizmin işbirlikçileri, uşakları ve uşaklığı
madalya zanneden yöneticiler, ülkeyi kapitalizmin yıkımına, emperyalizmin
talanına açarken, hıyanetlerine yasal kılıflar hazırlamak ve meşruiyet
kazandırmak için de sözde halkın parlamentolarını, muhalefet (majestelerinin
muhalefeti) partilerini kullanmaktadırlar.
Böyle ülkelerde seçimler orta oyunudur.
Egemenlerin, senaryosunu yazdığı diyalogları yüksek sesle alanlarda haykırarak,
höykürerek dört yılda bir oy alıp seçilerek, parlamentoyu doldururlar.
Burjuva parlamentoları için, Lenin (1870- 1924 Rus sosyalist,
devrimci, devlet adamı) “Parlamento burjuvazinin ahırıdır.” Tanımını yapmıştır.
Bu partilerin var oluş nedeni, Burjuva ulus devletlerde aydınlar, emekçiler,
köylüler siyaset yapmasın diyedir. Bu nasıl bir ironidir ki partilerin seçim
giderleri, milletvekili maaşları vs. tüm masrafları halkın vergileriyle oluşan
genel bütçeden karşılanır.
Özetle, bu partilerden hangisi
iktidar olursa olsun, halktan alır uluslararası tekellere ve onların yerli
ortaklarına verir. Burjuva partilerinin karakteri budur.
Turgut Özal (1927- 1993) bu durumu,
“Ben, zenginleri severim” diyerek özetlemiştir. Aslında bütün burjuva partileri
zenginleri sever.
Egemenin senaryosu dışında dil,
program ve söylem içinde olan, uyuşturulmuş toplumları uyandırmak ve burjuva
partilerinin ezberini bozmak isteyen partiler, ya tasfiye edilir ya da
kapatılır. (O açıdan ülkemiz kapatılan partiler mezarlığı haline gelmiştir.)
Burjuva demokrasisinin de karakteri budur.
Yukarda anlatmaya çalıştığım
yönetimler, uyguladığı ekonomik politikalarla halkları, önce mülksüzleştirirler,
sonra da İşsiz, yoksul bırakırlar. Cahil, İşsiz, aç, sefil, bir kilo makarnaya,
bir paket yağa, her türlü sadakaya muhtaç bıraktıkları insanlara, sözde yardım
ettiklerini öğünerek vurgulayanlar, aslında, devlet bütçesinden, oy hesabıyla sadaka
dağıtırlar. Tabi ki, bu devlet sadakasına ulaşamayanlarda, sokaklarda dilenmek
zorunda kalırlar.
“sana düşman, bana
düşman,
düşünen insana düşman,
vatan ki bu insanların evidir,
sevgilim, onlar vatana düşman...”
Nazım Hikmet RAN
Bu kadar halk düşmanı, ikiyüzlü,
yalan, yalaka, deneye deneye yalama olmuş burjuva siyaseti, nasıl oluyor da
hâlâ halkların kafasını karıştırıp aydınları şaşkına çeviriyor? Bu illüzyonun
sürgit devam etmesinin sebebi nedir?
Bana göre, sözde parlamenter demokrasi ile yönetilen ülkelerde, adaleti,
adalet saraylarına, demokrasiyi de parlamento binalarında söz düellosuna
indirgeyerek parlamentodaki partiler günü kurtarırken egemenler yani sermaye
sahipleri, ülkenin yer altı ve yer üstü zenginliklerini ve hatta bin yalardan
gelen insani ve toplumsal değerleri de hızla tüketmektedirler.
Toplum, insani değerler açısından hızlı bir
çöküşün, çürümenin şaşkınlığını yaşamaktadır.
Bu durumda siyaset, halk için
yeniden tanımlanmalı, burjuva siyaset reddedilmelidir. Halkı merkezine alan,
halkın doğrudan söz sahibi olduğu yeni bir siyasetin kapısı açılmalıdır. Aydınlar burjuva partilerinin yörüngesinden çıkıp halkın safında yerini almalıdır.
Bu anlamda, burjuva ikiyüzlülüğü ile mücadele eden, sürgünlerde, cezaevlerinde hatta işkencelerde bedenini ölüme yatıran halktan yana aydınları tenzih ederek ve saygı ile anarak söylüyorum:
“Bir ülkede aydınların öngörüsü halkların sağduyusu ile örtüşmüyorsa o ülkede aydınlar, ya korkunun kölesi ya da egemenin kuklasıdırlar.”
Bana göre siyaset, şu ya da bu partinin dilini kullanmak değildir.
Siyaset; her bireyin kendi yaşam standardını yükseltme, kendini özgürce geliştirme ve ifade etme alanını oluşturma sanatıdır. Her bireyin daha iyi bir yaşam standardı, taleplerini ifade ederek bu taleplerinin karşılanması için mücadele etmektir.
Bu talepler, bireyler için görece farklılıklar gösterse de parasız eğitim, parasız sağlık, insanca yaşayacak bir ücret, insan onuruna yakışır bir yaşam, kendini gerçekleştirecek ve özgürce geliştirecek olanakların sağlanması, barış ve huzur içinde yaşamak gibi çağdaş, insani taleplerdir.
Bu talepler; şu ya da bu partinin söylemleriyle parelik gösteriyor diye, şu ya da bu partinin propagandası gibi algılamak en hafif deyişle, bilgisizliktir.
Bu insani, temel taleplerin ete kemiğe bürünmesi için örgütlenip mücadele edilmelidir. Bu mücadelede aydınlar, bilgi ve birikimleriyle öne düşüp, halkı ve halkın en dinamik bileşeni işçi sınıfını, sınıf bilinciyle donatarak, yolunu aydınlatmalıdır.
Kapitalizmin en zayıf halkası, emeğini sömürdüğü işçi sınıfıdır.
Bu tespiti yapan Karl Marx (1818- 1883 Yahudi asıllı Alman filozof ) şu tarihi sözü söylemiştir:
“Proleterlerin (emekçi) zincirlerinden başka kaybedecekleri şeyleri yok, kazanacakları bir dünya var. Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!” demiştir.
Bu düşüncelerimi ütopya sanan okurlarıma aşağıdaki dizeleri okumaları dileğimle yazımı şöyle sonlandırıyorum.
“SOSYALİZM GEÇMİŞ DEĞİL, GELECEKTİR!”