Yeterli olmazsa da yaşamın acı gerçekleriyle az da
olsa yüzleştim. Bu duygularla ortaokulu normal süresinde bitirdim. Köyümden
arkadaşlar çoğunlukla öğretmen okulunu gitmeyi hedefledi. Bazısı yatılı
sınavına girdi, yatılı sınavını kazanamayanlar öğretmen okullarına kayıt
yaptırdı. Gerçi gündüzlü okumak için de sınav kazandı arkadaşlarım.
İlkokul
yıllarımdan beni mutlu eden anılarım olmadı. Çalışma isteği kalmamış, enerjisi
iyice azalmış ilkokul öğretmenimi ve okulu bir türlü sevemedim. Sevgi olmayınca,
çalışma isteği de oluşmuyor. Kör kötek ilkokulu sınıf tekrarı yaparak
bitirmiştim. O bakımdan öğretmenliğe karşı ilgi duymadım.
Ben de
çok az arkadaşımla Sanat Okuluna kayıt yaptırdım. Çocuk yaşlardan beri ağaçları
yontmak, onlardan oyuncaklar yapmak hoşuma giderdi. Ablaların birer kitap
kurduydu. Hayvanlara bakmaktan, anneme yardım etmekten kalan zamanlarında
ellerine aldıkları kitaplarıyla evin sessiz bir odasına savuşurlardı. Annemin:
“Oğlum
senin derslerin yok mu? Keser ve bıçkıyla ilgili sorular sormaz öğretmenin
okulda!” Sözleri kulağımın birinden girer diğerinden çıkardı. Ustalık, bir
şeyler yapmaktan büyük zevk alırdım. Bu duygularımın etkisi beni Sanata Okuluna
yöneltti.
Sanat
Okulunda teori derslerinden daha çok uygulamalı dersler ağırlıktaydı. Metal
bölümünü seçtim. Kaynak yapma, çeşitli boyutta demir malzemeleriyle iş
üretiyorduk okulda. Sanat okulunu da normal süresinde bitirdim. Yirmili yaşlara
ayak attım okulu bitirdiğimde. Okulu bitirdiğimim yazında kısa bir köy
düğünüyle evlendim. Aynı yaz sonu askerlik görevi başladı.
Bir anda kendimi askeri kışlada buldum. Acemi
eğitimi derken, askerlik günleri sayılı günler kolay geçmezse bile yavaş yavaş
geçiyordu. Çavuş oldum. Acemi askerleri eğitim bir zaman biz acemileri eğiten
üstlerimiz gibi. Ve terhis oldum.
Ülkemizde
askerlik yapmayanı adam olmaktan saymazlar. İnsan yedisinde neyse yetmişinde de
odur derler. Bu söz tam beni anlatır. İlçede atölyesi olan koşu köyden bir
arkadaşın iş yerine ortak girdim. Birlikte demir, metal aksamlı, masa,
sandalye… benzeri eşyalar üretiyorduk. Hani dedik ya yedisinde neyse sözü…
Sanki iki iş ortağı aynı hamurdan yoğrulmuştuk. Bir gün çalışıp üç gün işyerine
uğramıyorduk.
Dağların
yücelerinden çıkıp birleşerek çayları oluşturan sular uğrak yerlerimizdi. İpini,
kazığını koparan mı yok piyasada. Hemen bir gurup oluşturup balık tutmaya
gidiyorduk. Tatlı su, alabalıklar ayın on dördünde mehtap gibi parlar. Eh!
balıklar yalnız yenmez elbet, yanında şişe ister.
İş arkadaşım atölyeyi bana devretti. Kendi işimin
patronu olmuştum. Patron olmak iyi de kumarı kaidesine göre oynamak gerek. İşte
o anlayış bende oluşmadı bir türlü. Bazı günler işlerin böyle yürümeyeceğinin
farkına varıyordum! Tövbe diyordum avare yaşamaya. Akşamları verdiğim söz
birkaç gün sonra arkadaşlarımın çağırmasıyla uçup gidiyordu aklımdan.
Balık,
,içki âlemi derken bir de hazinecilik illeti sardı gönlümü. Kaç gece sabahlara
kadar kazılar yaptık. Sayısını bile unuttum. Maalesef kazılardan geriye su
toplamış avuç içlerim kalıyordu yadigâr. Bunlar yetmiyormuş gibi elime geçen
birkaç kuruşu da kumar masalarında bırakıyordum. Bu koşullarda gemi
yüzdürülmezdi. Evet, gemi su almaya başladı hızla. Çocuklarım doğmuştu. Okula
başlamışlardı. Eşimle kavgamız eksik olmuyordu. Bir türlü babalık sanatını yürütemiyordum.
Pişmanlıklarım fayda vermiyordu. Yaptığım iş iş değildi. Zararın neresinden
dönülürse kardır hesabı. İş yerini kapattım. Ev eşyalarını toplayıp köye, baba
evine döndüm.
Köyde
çalışmak hiç kolay değil. Âdem baba usulü sabahın köründen akşamın geç
saatlerine kadar sıcak güneş altındasın. Tırpanla, dirgenle savaşmak gerekir
değirmenin dönmesi, çoluk çocuğa aş yedirebilmek için…
İlçedeki
boş gezenin boş kalfası günleri geride kalmıştı. Yaşlı anne ve babam en az
benim kadar çalışıyordu. Onlar çalışırken gölgede oturmak olmaz. Yazın gölge,
kışın çuval boş demiş atalarımız. Köyde ilkbaharla başlar çalışma hayatı. Bir
taraftan, tarla-çayır işleri diğer taraftan hayvanlar. Köyde iş bitmez
velhasıl.
Okullarını
bitirip memur olan arkadaşların durumlarına erişemediği üzümlere yana yana
bakan tilki gibiydim. Beyler geç saatte iş başı yapıp, çoğu kez tatillerinin
tadını çıkarıyorlardı. Nede olsa aybaşlarında maaşları kendilerini bekliyordu.
Tarlaya, çayıra gitmeseler de çarkları dönüyordu.
Kafamı
dövüyordum. Talih kuşu bir kez konar insanın başına. İlçedeki iş yerimde
kendimin patronuydum. Kendimi kontrol erseydim, ite, köpeğe uyup sermayeyi
kediye yüklemeseydim şimdi normal kazancı olan bir zanaatçı olurdum. İş yerini
devrettiğim arkadaşlar evlerine ekmek götürebiliyorlar…
Köyde bu
hayat çekilmez. Fabrikalara müracaat ettim. Sabah akşam fabrikalardan gelecek
haberleri beklemeye başladım. Umarım talih kuşu şaşırıp ikinci kez bize uğrar
diye dua etmekten başka bir seçeneğim yoktu. Sanat Okulu diplomamın olması
biricik avantajımdı.
Köye
dönmemi babam ilk günler hoş karşılamadı. İş yeri için sözü edilecek kadar
sermaye vermişti. O paralar sellere karışıp gitmişti. Tutunamayan bir evlattım.
Fakat köye dönmemi kendisi için bir güvence olarak görüyordu. İyice yaşlanıp
elden ayaktan düşünce yanında bir evladının olması özellikle köydeki yaşlılar
için önemlidir. Fakat ben fabrikalardan haber bekliyordum.
Mayıs
ayı gelmişti. Köye döndüğümün ikinci yılıydı. Güneş son ışıklarını gönderiyordu
yeşile kesen çayırlara. Dağların yücelerinden serin bir rüzgâr esiyordu. Koyun
sürüsüyle eve yaklaşıyordum. Köy dolmuşu ilçeden dönerken evimizin karşısında
durdu. Sürücü bana seslendi.
“Üzerindeki
yazıdan fabrikadan geldiği anlaşılan bir mektubun var. Müjdemi isterim eğer iş
içinse mektup!” Soğuk rüzgârların sertleştirdiği yüz hatlarım gevşedi.
Dudaklarımda tebessüm oluştu. Bir hamlede zarfı açtım. Günlerden perşembeydi.
Pazartesi fabrikaya uğramam isteniyordu…
Devam edecek…