Cızırtı
Hadi ne duruyorsun, vakit geldi!
Bir telaş, bir heyecan, belki bir
farklılık vardı, nedenini bilemedi, düşündü; aklının ucundaydı ama bir türlü
söyleyemedi. Sessizce hazırlandı. İkinci bir uyarıyı duymak istemiyordu; kızacağını,
köpürüp küplere bineceğini biliyordu. Bu yönünü iyi bilir, sakince işin içinden
çıkmayı dener genellikle de başarılı olurdu. Oğluna seslendi, birlikte gitmeyi
teklif etti. Oğlu her zamanki gibiydi, iyi çocuktu, ama biraz. Biraz ne? İşte
biraz. Dili varmadı birazın ne olduğunu söylemeye. Oğluydu, oğluyla ilgili kötü
bir söz söylemek, kötü düşünmek, kötü konuşmak asla istemezdi, kendinden bir
parçaydı, canıydı, can.
Oğlu her zamanki gibi yine asık
suratıyla, cevap verip vermediği bile belli olmadan, kime dediğini bile belli etmeden, yarım
ağızla, “Ben yürüyerek giderim, sen git.” dedi. Bu sıcakta, bu yangıda, bu
zamanda, ağustosun kavuran güneşinde, o kadar yolu yürüyerek gidecek,
terleyecek, nefes nefese ancak ulaşacaktı. Onun bu tavrına canı sıkılacak, içinde
bir şeyler cız edecek, bir cızırtı sesi hissedecek, bu ses duygularına
karışacak, duyguları cızırtılı bir şekilde yön değiştirecek, sükûnetini
kaybedecek, bağıracak, cızırtılı sesi karşıdakini rahatsız edecek ama rahatsız
olan kendisi olacak, öfke patlaması yaşayacak, bağırarak konuşmaya başlayacak,
etraftakilerin dikkatini çekecek, onların anlamsız bakışlarına anlamsızca
bakacak, mesele karmaşık bir hâle gelecek, yapılacak olan ve yapılması gereken
olmayacak; yine karmaşa, yine bağrışma, yine kırılma, gönül yıkma, yine, yine…
“Peki neden, bana bir gerekçe, makul
ve mantıklı bir açıklama yapabilir misin?”
Oğlu sessiz, oğlu cevapsız, bana
mısın bile demeden başı önde evden çıkıp gitti. Sorulan soruyu ya anlamamıştı,
ya da cevap vermeye değer bulmamıştı. Oğlu böyle düşünmüştü ama soru sahibi
oğlunun kendini kale almayışına, cevap vermeyişine içten içe kızmış, cızırtılı
duyguları düşüncesine akmış, yine tam kızacakken, sabır çekmiş, hasbünallah
demiş, sesini kısmış, konuşmamış, yetişmesi gereken yere ulaşmak için aceleyle
karısıyla birlikte kapıdan çıkmıştı.
Apartmanın arkasındaki park yerine
yürüdüğünde oğlunun arabanın yanında kendini beklediğini görünce, biraz önceki
söylediklerini, düşündüklerini unutmuş, birlikte yine suskunluk içinde
gitmişlerdi. Arabayı ablasının evinin önüne bırakmış, arabadan inmişler, karısı
ablasının evine giderken onlar okunan ezan eşliğinde camiye doğru yürümüşlerdi.
Önde oğlu, arkasından kendisi yürüdü. Oğluyla yan yana yürümeyi nice zamandır
istemesine rağmen, olmuyordu, yine olmadı, yine oğlu önde kendi başına,
burnunun dikine yürüdü, arkasından da kendisi.
Ne olurdu, birlikte yan yana, hatta
el ele yürüselerdi. Küçükken yaptıkları gibi sadece ikisi varmışçasına dünyada,
yan yana yürüselerdi. Hatta sıkıca sarılsalar ve sonra birbirlerini
kovalasalar, yakalamaca oynar gibi koşsalar camiye doğru, kimin ne düşündüğünü
fark etmeden, kimin ne diyeceğini hiç kale almadan koşsalardı. Çocuklukta
olduğu gibi, oğlunun küçüklüğündeki gibi…
Ezan biterken camiye girdiler. Cami
kapısı yine doluydu, dilenciler giriş kapısını sağlı sollu doldurmuşlar,
aralarında hafif bir çekişme yaşadıklarını görmezlikten gelip içeri girdi. Cami
kocaman, devasa boyutlarda, ortadaki kubbelere eşlik eden, etrafını saran
onlarca kubbe, sayamadı, etkileyiciydi, tek kelimeyle muhteşem. Cami dolmaya
başladı, ezan okunurken camiye giriliyor, herkes kendine uygun bir yer bulmak
için bakınıyor, genelde kolay çıkabileceği, herkesten önce çıkabileceği bir
yeri seçip oturuyorlardı. Girmeden çıkmayı düşünen insanlar, diye söylendi
içinden. Kimseye zarar vermeden rahatsız etmeden ön saflara doğru ilerledi, üçüncü safa kadar yürüdü, isteseydi ilk safta
da yer bulabilirdi. Saflar doldurulmadan, rastgele, savruk kelebekler gibi
caminin her bir yerine dağılmıştı cemaat. Hızla dolmaya devam etti. Kürsüdeki
vaiz, beyaz sarık ve önü işlemeli siyah cübbesiyle etkileyiciydi, konuşuyordu.
Anlatıyor, anlattıkça eksik kalan yerleri tamamlamak isteyen aceleci bir tavır
takınıyor, sesini yükseltiyor, bağırıyor, kulaklara hoparlör cızırtısı vaizin
sesinden daha baskın bir şekilde geliyor, dinleyenler bu cızırtıdan kurtulmak
istercesine bir tavır takınıyor, kulaklarını kapatanlar oluyor, vaiz konuşmaya,
bağırmaya devam ediyor, sesler etkisini kaybediyor, etkileme büyüsünden
sıyrılıyor sadece metal gibi, tenekeden bir cızırtıya dönüşüyordu. Bu kadar
bağırmasa, hoparlörün sesi bu kadar yüksek olmasa, normal insan sesine yakın
bir sesle kulaklara ulaşsa, daha etkili, daha güzel, daha dinlenebilir olacağı
kesin. Ama olmuyor işte, cızırtılı hayata camideki ses sisteminin cızırtısı
ekleniyor, hiçbir şey güzel gitmiyor, vaiz boşa konuşuyor, konuştuğu boşa
gidiyor, dinleyenler alması gereken nasihati dinleyemiyor, sıkılıyor…
Önceden camilerde ses sistemi mi
vardı, diye hin bir soru takılıyor zihnine. Sonra camiler geliyor aklına,
geliyor bir bir. Koskocaman Sultanahmet, Süleymaniye, Selimiye gibi camilerde
ses sistemiyle mi cemaate vaazlar verilip namazlar kılınıyordu zamanında? O
camiler, en büyük camiler, akustik şekilde yapıldığı için hiçbir ses sistemi
kullanılmadığı hâlde herkes rahatlıkla dinleyebiliyordu. Kaldı ki insanın
sesini dinlenmez kılan, itici hâle getiren ses sistemleri o dönemlerde yoktu.
Ya şimdikiler öyle mi; taştan, betondan devasa binalar dikiliyor, ne akustik
var ne mimari estetik diyecekken birden irkiliyor, kendine geliyor. Sultanahmet’teki
Selimiye’deki, Süleymaniye’deki, Kapu’daki, Şerafettin’deki ses sistemleri
aklına geliveriyor. Vaiz hâlâ konuşurken, birden bire o zaman ses sistemleri ve
onun cızırtıları yokken, şimdi neden var, neden şimdi hepsinde, üstelik
haddinden ve gereğinden fazla hoparlörler var? Cevabı beynindeki cızırtılara
karışıp gidiyor.
Bir gencin elindeki cep telefonunu
kaydı gözleri, hâlbuki kapı girişinde “Cep telefonlarınızı kapatınız!”
yazıyordu. Birinin, yanındakine pazarcılıktan kazandıklarını anlattığı duyuluyordu,
bir başkası bu haftaki yeğeninin düğününe davet ediyor, ötesi kızının tıp
fakültesi kazandığından söz ediyor, bir diğeri oğlunun en iyi liseyi
birincilikle yerleştiğinden bahsediyor, bir diğeri, bir diğeri… Cızırtılar
devam ediyordu, cızırtılar devam etti, cızırtılar çoğaldı.
Hutbe okumak için minbere çıktı
imam. Herkeste bir rahatlama, bağdaş kurup oturmalar, geriye doğru kaykılarak yerleşmeler,
ayaklarını dikmeler veya uzatmalar, bir anda cemaatin birçoğunda rahatlamalar;
televizyon seyretmeye hazırlık gibi bir şey, ya da dostlarla bir çayırın
üzerinde çay içmeye hazırlanır gibi davranışlar birbirini takip etti gitti.
İmam gür sesiyle, etkileyici ses tonuyla hutbe okumaya başladı. Müezzin
mahfilindeki görevli ya da müezzinlik yapmak için gönüllü biri, her neyse her
kimse, hoparlörden çıkan sesi az bulmuş olacak ki, sesi açtığını imamın
etkileyici sesinin cızırtılara boğulmasından anladı. “Yapma!” diye ayağa
fırlayacağı anda kendine geldi, yine sustu, tıpkı öncekiler gibi “sabır” dedi “hasbünallah”
çekti.
Artık ne dediğinin önemi, söylemeye
çalıştığı nasihatlerin etkisi bir kuş gibi, hatta bir sene sonra geri
geleceğini düşleyerek çekip giden göçmen bir kuş gibi uçup gitmişti. Hâlbuki
imama karşı bir şefkat duymuş, onu gözünde ve gönlünde büyütmeye başlamış, onu
saygın bir kişiliğe büründürmüş, gözünde mübarek biri olarak görmeye
başlamıştı. Bu duygularla onu dinlemeye, öğütlerinden istifade etmeye
başlayacaktı ki, işte o cızırtılı ses onu kendinden alıp götürdü. Camideki huzurunu
yok etti, başka diyarlara anlamsız düşüncelere boğdu, öğreneceği bilgilerle arasına
bir engel dikiverdi, imama karşı beslemeye başladığı, konuşmasını beğenerek dinlemeye
başladığı, onu mübarek biri gibi görmeye başladığında, işte o anda, o cızırtılı
ses onu bırakmadı, başka diyarlara başka şekilsiz mekânlara alıp götürdü.
Götürdü de ne oldu. Ne olacak, olacak başka ne kaldı ki, huzuru bir cızırtıya
boğdurdu, cızırtı gönül huzurunu yok etti, düşüncelerini bir kumaş yırtar gibi
cart diye ortadan ikiye belki de birçok parçaya böldü, bir araya getiremeyecek
kadar parçaladı, zihnini, düşüncelerini, duygularını parçaladı, paramparça
oldu, artık minberdeki imam, imamın güzel ve etkili konuşması, ilgisini çeken
hutbe konusu yoktu, hiçbiri onunla değildi, hiçbiri ona hitap etmiyordu, o
yoktu, cızırtı vardı, cızırtı var olmaya devam etti, cızırtı oldukça huzur
olmazdı, cızırtı devam ettikçe, dinleme olmazdı, cızırtı devam ettikçe cemaat
dinlemez bir an önce bitse diye bekler, beklerdi.
Bir ara elektrikler kesildi, sanırım
hutbe bitmek üzereydi, herkes kendine geldi, başlar minbere doğru döndü, herkes
pür dikkat imama baktı, dinledi, dinlemek için isteklendi. Herkesin kendine
baktığını gören imam, daha bir heyecanlandı, daha bir heveslendi. Belki hep
böyleydi ama hoparlördeki yüksek ses ve cızırtı sebebiyle yok olup gidiyordu.
“Muhterem kardeşlerim, camilerde her
hafta toplanan yardımların dedikodusunu yapmayalım. Bu yardımlar resmi
kanalların izinleriyle toplanıyor. İyi de oluyor. Şu devasa camiyi içimizden
kaç kişi tek başına yaptırabilir, yaptıramaz. Onun için küçük yardımlar yaparak
bir araya gelen paralar birçok cami ve Kur'a Kursu yapılmasına sebep oluyor.
Yapmak isterseniz, yardım yaparsınız, yapmak istemezseniz de yapmazsınız. Ama
lütfen bu yardım toplamalarla ilgili dedikodu yapmayalım.”
İmamın sesi ne kadar latifti, ne
kadar yumuşak, ne kadar etkileyici; çok etkilendi, içine yeniden huzur doldu,
can sıkıntıları yok oldu, kendine geldi. Ne kadar da güzel özetlemişti yardım
meselesini. Cızırtıdan sıyrılan tabi sesin büyüleyici etkisi bütün gönüllere
yol bulmuştu, herkes kendini sorguladı, herkes kendini hesaba çekti, herkes
kendine yol aradı.
Cami çıkışı onlarca dilenci kapı
önünde, kendilerine göre en etkili yerleri seçmişler bekliyorlardı, yan tarafta
ise “camiye yardım” diyen cemaatten biri, elinde bir kutu ile yardım topluyordu.
Biraz önce hutbenin sonunda, elektriklerin gittiği anda, imamın söylediği cami
için yardım topluyordu. Kutu dolup taştı, paralar çoğaldı, bir cami yapmak için
birlik oldu, bir araya gelip camiye taş, tuğla, demir, mermer, kapı, pencere
olmak için yola koyuldu.
Cebinden çıkardığı parayı kaç lira
olduğuna bakmadan, düşünmeden kutuya attı, bütün cızırtıları yok oldu,
düşüncelerini boğan, duygularını kontrol eden, içini kemiren, gönlünü rahatsız
eden bütün cızırtılardan kurtuldu. “Oh be!” dedi ve yürüdü. Yolun nasıl geçtiğini
anlamadan yol bitti. Kendini ablasının evinde buldu. Oğlu yine önden, yine bir
başına gelmiş dedesinin yanına oturmuştu.
Babasının yanına oturdu, hâl hatır
sordu, muhabbet etti, geçmişi(ni) sordu babası her zamanki gibi, çocuk ve
gençlik yıllarını anlattı, sadece onları hatırlıyordu, sadece geçmişi
konuşuyordu, sadece geçmişin cızırtısız zamanlarını. Babası yine aynı soruyu
bilmem kaçıncı kez sordu, aynı soruya bilmem kaçıncı kez cevap verdi
yüksünmeden. Sakin, huzurlu ve mutlu…
Yazarın
Önceki Yazısı