M.
NİHAT MALKOÇ
Goncaların güle dönüşmesi vakit ve emek ister. Tomurcuklar zamanı gelmeden meyveye durmazlar. Davalar da böyledir. Onlar da iradeli insanların omuzları üzerinde yükselirler. Azim, sebat ve gayret gerekir davayı sırtlamak için… Bu aslında hedefe odaklanmayla alakalı bir durumdur. Düşünceyi benimseyip hayat tarzı haline getirenler, onun uğrunda fedakârlık göstermeyi de peşinen kabullenirler.
Resulullah’tan bugüne kadar İslam davasının hizmetkârlığına soyunanlar bu yolda sayısız çileleri kucaklamışlardır. Onlar ağıyı bal niyetine içme cüretkârlığını gösteren ender karakter abideleridir. Her birinin hayatı, dikenli yollardan saadet iklimine varan güzergâhın kilometre taşlarıdır. Bu yollar çile taşlarıyla örülmüştür.
Gelmiş geçmiş yolların en kutlusu ve hayırlısı İslama giden yoldur. Bu yola revan olmak iradenin zaferinin tecellisidir. Zira Resulullah Efendimiz “Muhakkak ki, en güzel söz Allah’ın kitabıdır. En güzel yol da Muhammed’in yoludur.” diyerek sırat-ı müstakimi işaret etmiştir. Bu yoldan gidenlerin ve bu yola hakikat yolcusu kazandıranların ötelerde muhakkak mükâfatlandırılacağı, ayet ve hadislerde defaatle ifade edilmiştir.
İslam davası, bu dünya görüşünü benimseyen şahısların omuzlarında yükselecektir. İslam hiç kimsenin tekelinde olan bir inanç sistemi değildir. Bu inanç içerisinde ruhbanlığa da yer yoktur. Herkes dinine sahip çıkmakla ve onu yakın çevresinden uzağa olmak üzere geniş kitlelere yaymakla mükelleftir. Bu bir tercih değil, aksine mühim bir vazifedir. Aslında hayatın yaşanma sebebi bu olmalıdır. Öteki uğraşlar bunun ötesine geçmemelidir.
İmanla küfrün kavga halinde olduğu iki kutuplu bir dünyada yaşıyoruz. Böyle bir ortamda saflarımızı net olarak belirlemeliyiz. Her iki taraftan olmak ve öylece görünmek öncelikte tezattır, bunun yanında münafıklığa da alamettir. Kişinin batını neyse zahiri de öyle olmalıdır. Sonunda bir bedel ödeyeceksek bile inanç hususunda rengimizi ve safımızı net olarak belirlemeliyiz. Bu da yetmez, ait olduğumuz safı yeni simalarla takviye etmeliyiz.
İslam davasını elimizin ve dilimizin yettiğince geniş kitlere anlatmak bizim asli vazifelerimizin başında gelmektedir. Bunun ihmali sorumsuzluğu beraberinde getirecek ve zaaflar silsilesi şerre açılan kapıları zorlayacaktır. Bu kapıdan girenler bize zarar verecektir. Onların vereceği zararlar da bizim günah galerimizi şekillendirecektir. Kur’an yoluna ve hayra çağırmak İslam güneşinin nurlu ufuklardan doğmasına vesile olacaktır. Buna zemin hazırlayanlar Hak katında elbette mükâfatlandırılacaktır. Yüce Rabbimiz bu Kur’an hizmetkârlarını ‘kurtuluşa erenler ‘ olarak vasıflandırıyor ve onlara şu ayetle hitap ediyor: “Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” (Al-i İmran, 104)
Müslüman sözün en güzelini söyleyen insandır. Onun dayanağı Kur’an ve hadistir. Söyledikleri bu ana kaynaklara dayanır. O her zaman mâlâyani konuşmaktan sakınır. Onların vicdanları İslam nuruyla aydınlanmıştır. Tebliğde şefkat ve merhamet üzere hareket ederler. Korkutucu değil, sevdirici olurlar. Müjdelerler, nefret ettirmezler. Bu üslupları muhataplarını çepeçevre sarar, onları tesiri altında bırakır. Fakat asla zorlayıcı olmazlar. Çünkü Allah bu konuda da onları sınırlandırmıştır. Hatta bu dinin elçisi olan Hz. Muhammed(sav)’e bile zor kullanma yetkisi vermemiştir: “Artık sen, öğüt verip hatırlat. Sen, yalnızca bir öğüt verici bir hatırlatıcısın. Onlara zor ve baskı kullanacak değilsin.” (Gaşiye, 21–22)
İslama davet metodu üzerinde duranlar, bunun çerçevesini sevgi, şefkat, merhamet ve hoşgörü ekseninde çizmişlerdir. Bu işe soyunanların bilgi birikimi bakımından dopdolu olmasını şart koşmuşlardır. Tebliğ gönüllüleri bu hususta mücadeleci olmayı, çabuk pes etmemeyi şiar edinmişlerdir. Tebliğ vazifesi bu dinin devamlılığı ve diriliği için olmazsa olmaz şartlardandır. Hem bir insanı ateşten korumak ve kurtarmak Allah katında en büyük zaferden daha muteberdir. Yüce Rabbimiz bunun ölçülerini de koymuştur: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et…” (Nahl, 125)
Şuurlu Müslümanlar kendilerinden çok, çevrelerini düşünürler. Bir iman kurtarmak için gecesini gündüzüne katarlar. Bunu yaparken de hiçbir beklenti içerisinde olmazlar. İlk halife, büyük insan Hz. Ebubekir’in “Benim vücudumu öyle büyüt ki cehenneme başka kimse giremesin, onların yerine sadece benimle dolsun.” sözü İslam kardeşliğinin ve fedakârlığın zirvesidir. Bugün bunu gönülden söyleyebilen insanlara ne kadar da muhtacız…
Müslümanlar iyiliği emredip kötülükten uzaklaştırmakla sorumludurlar. Bu “emr-i bil-maruf nehy-i ani’l-münker” şeklinde de zikredilir. Peygamber Efendimiz bu hususta şöyle buyurmuştur: “Âdemoğlunun; iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak veya Allah Teala Hazretlerine zikir hariç, bütün sözleri lehine değil, aleyhinedir.”
İslamla şereflenmek en büyük bahtiyarlıktır. İki cihan saadeti ancak bununla gerçekleşebilir. Onun için buna aracı olanlar da Allah tarafından büyük mükâfatlarla ödüllendirileceklerdir. Fakat bazen biz çok istesek de insanları hayra yöneltemeyiz. Bu bizi fazlasıyla üzse de biliriz ki hidayet de ancak bir nasip meselesidir. Bilindiği gibi Resulullah Efendimiz, amcası Ebu Talip’i inananlar safına çekmek için çok uğraşmıştır. Lâkin Ebu Talip atalarının dininden dönmeyi sosyal baskılar yüzünden kabul etmemiştir. Efendimiz, haliyle bu duruma çok üzülmüştür. Onun bu hâlini gören Yüce Rabbimiz bununla ilgili olarak şu ayeti göndermiştir “Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir; O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir.” (Kasas, 56)
İslama hizmet edenlerle yan gelip yatanlar Allah katında elbette bir tutulmayacaktır. Malla, bedenle yapılan hayırlar ve ibadetler Hak katında mizanda tartılacaktır. Sonsuz olan öbür âlemde herkes karşılığını eksiksiz bulacaktır. Rabbimiz bu konuda şöyle buyuruyor: “Şüphesiz Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden bir işte bulunanın işini boşa çıkarmam. Sizin kiminiz kiminizdendir. İşte, hicret edenlerin, yurtlarından sürülüp çıkarılanların ve yolumda işkence görenlerin, çarpışıp öldürülenlerin, mutlaka kötülüklerini örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. (Bu,) Allah katından bir karşılık (sevap)tır. (O) Allah, karşılığın (sevabın) en güzeli O’nun katındadır.” (Al-i İmran, 195)
İslama hakkıyla hizmet etmek için öncelikle ilim ehli olmak gerekir. Bilgi ve tecrübe bakımından boş olan bir insanın kimseye hayrı dokunmaz, aksine ziyanı olur. Bunun için nice İslam âlimi gecesini gündüzünü ilim tahsili için harcamıştır. İlmin önemi konusunda Hz. Muhammed(sav)’in çok mühim sözleri vardır. Bunlardan birkaçını dikkatinize sunuyorum:
“İlme sahip ol. Muhakkak ki ilim, müminin dostu, hilim veziri, akıl rehberi, amel muhafızı, rıfk babası, mülâyemet kardeşi, sabır da askerinin kumandanıdır.”…“Ey insanlar! İlim ancak çalışmakla öğrenilir. Fıkıh da öyle, gayretle elde edilir. Kime ki Allah hayır murad ederse onu dininde ‘fakih’ kılar. Kulları içinde Allah’tan ancak, âlimler haşyet duyarlar.” …“İnsanların hayırlısı, onların en güzel okuyanı, Allah’ın indinde en fakih olanı, Allah’tan en çok korkanı, marufu emir, münkeri nehiyde ve akraba yoklamakta en ileri olanıdır.”
İnsanın en çok israf ettiği nimetlerden birisi şüphe yok ki zamandır. Zamanı belli bir bedel karşılığı elde etmediğimiz için rahatça israf ederiz, kıymetini hakkıyla bilmeyiz. Oysa geçen her saniye ömür ağacımızdan kopan bir yapraktır. Bunların dönüşü de yoktur. Ancak Allah’ın davası yolunda harcadığımız vakit geri kazanılmış sayılır.
Müslümanın boş vakti yoktur, olmamalıdır. Boş diye nitelendirilen zamanlar, aslında ziyan edilen vakitlerdir. Oysa bu zaman içerisinde Allah’ın adını, şanını ve emirlerini en ücra köşelerdeki insanlara ulaştırabilsek ne kadar büyük görev ifa etmiş oluruz. Dünyamızın bugünkü nüfusu altı milyarı aşkındır. Bunun ancak dörtte biri müslümandır. Dörtte üç insan yığını ilahi gerçeklerden bihaberdir. Her Müslüman, üç kişiye İslami hakikatleri anlatsa bütün insanlık bu şaşmaz hakikatlerden haberdar olur. Şartlanmışların dışında bunların önemli bir kısmı da hakikate teslim olur. Bunu yapmadığımız sürece sorumluluktan kurtulamayız.
İslam ferdiyetçi bir din değildir. İslamda esas olan toplumdur. Hayata toplum ekseninden bakmak ve o minval üzere görmek zorundayız. Cemiyetin inanç coğrafyasını şekillendirmek sorumluluğu Müslümanların üzerindedir.
Bugünkü gençlik geçici heveslerin peşine takılıp sürüklenmektedir. Çoğunun dini bilgileri kulaktan dolmadır. İnançları uğrunda çile çeken ve bedel ödeyenler bir elin parmaklarından fazla değildir. ‘Bunalım gençliği’ de diyebiliriz bu kartondan insanlara… Gençlik ötelere hazırlıksız ve ötelerden habersiz yaşıyor. Ahlak ve maneviyattan uzak olan bu körpe beyinler, hakikati kavrayacak düzeyde ve donanımda da değiller.
Mefkûresiz ve davasız nesiller rüzgârın önüne katılmış bir yaprak misali sürüklenip gidiyorlar. Çanakkale Savaşı’nda i’lâ-yı kelimetullah uğrunda canını feda eden, henüz bıyığı bile terlememiş insanlar gitmiş, yerlerine sanal kıbleli bizden olmayan insanlar gelmiş sanki!... Onlar bizi anlamıyor, biz de onları…
Oysa geçmişte İslam davasını sırtlayanlar bu mübarek dava için nelerini feda etmemişlerdi ki!...Onlar mallarından, makamlarından, hatta canlarından vazgeçmişlerdi. Böyle mukaddes ve muazzez bir örnek var arkamızda… Mübarek bir sahabe nesli dimdik duruyor önümüzde… Onlar ki Resullerini ana ve babalarından daha çok seviyorlardı. Hz. Ebubekir, Hz. Muhammed(sav)’e ‘Anam babam sana feda olsun ya Resulallah’ diyecek kadar gönülden bağlıydı. Onun her sözünü emir telakki ediyorlardı.
İslam davası için en büyük cesareti ve fedakârlığı sahabeler gösterdi şüphesiz… Bir avuç olmalarına rağmen gönülden bağlandılar hak davalarına… Hiçbir baskı ve yıldırma eylemine pirim vermediler. Ebubekir-i Sıdıklar, Halit bin Velidler, Ömerler, Osmanlar, Aliler, Selman-i Farisiler, Bilal-i Habeşiler İslam davasına dört elle sarıldılar. Bu dinin şanlı peygamberinin bir dediğini iki etmediler. Bu yola baş ve can koydular. Feragatin en güzel örneğini cümle âleme gösterdiler. İslam davasıyla ailelerinden daha çok ilgilediler. Zaman zaman çoluk çocuklarını ihmal etseler de davalarını hep el üstü tuttular.
Sahabelerin
hayatı davaya sadakatin en güzel örnekleriyle doludur. Onlar varını yoğunu
İslam davası uğruna infak etmeyi hiç ihmal etmediler. Şu ayet-i kerimeyi
kendilerine şiar edindiler: “Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla
iyiliğe eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.” (Al-i İmran, 92)
Nefsin kötü emellerine uyanların inançları için fedakârlık
göstermesi beklenemez. Zira nefis bencildir, kendisinden başka hiçbir şey
düşünmez. Bu hususta insanı halkeden yüce Allah şu uyarıda bulunmayı ihmal
etmiyor: “... Kim nefsinin bencil tutkularından (ya da cimri tutumundan) korunursa;
işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır.” (Teğabün, 16)
Bu ayete konu edinilen şahıslar, yani nefsin bencil
duygularından korunanlar iki cihan saadetini de yakalayanlardır. Onlar
dünyalıklara değer vermemişlerdir. Ahireti dünyaya tercih etmişlerdir.
Sahabeler bu zincirin altın halkalarını oluşturmuşlardır. Sahabeler Allah
aşkıyla dolup taşan insanlardı. Ağladıkları da, güldükleri de, öfkelendikleri
de Allah içindi. Kendi nefislerini maneviyat potasında eritmişlerdir. Onlar
davranışları bakımından numune teşkil etmektedirler. Onlara uyanlar asla
ziyanda olmayacaklardır. Çünkü Allah, güzel davranışlarda bulunanları Kuran’da
şöyle müjdelemektedir: “Güzellik
yapanlara daha güzeli ve fazlası vardır. Onların yüzlerini ne bir karartı
sarar, ne bir zillet, işte onlar cennetin halkıdırlar; orada süresiz
kalacaklardır.” (Yunus, 26)
İslam davasına ömrünü adayanların başında hiç şüphesiz ki
son Peygamber Hz. Muhammed(sav) gelmektedir. O hayatını İslam’ın yükselişi için
harcamıştır. Kâinat kendisinin yüzü suyu hürmetine yaratılmış olmasına rağmen
dünya sefasına hiç mi hiç değer vermemiştir. İslamın geniş kitlelere yayılması
için seferber olmuştur. Defalarca ölümle yüz yüze kalmıştır, tehditler
almıştır. Fakat o yaşatanın ve öldürenin Allah olduğunu bildiği için ölüm
tehditlerine kulak asmamıştır. Vazifesine şevk ve heyecanla devam etmiştir.
Uhut Savaşı’nda düşmanlar, peygamberimize ok atmışlar,
üzerine taş yağdırmışlar ve O’nun mübarek
dişini kırıp yüzünü yaralamışlardı. Fakat O, hoşgörü ve sevgiden taviz
vermemiştir. Kendisine zulmedenleri affetmiş, “Yâ Rab, kavmime hidâyet eyle.
Onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar!” diye dua etmiştir. Onun bu örnek tavrı,
bazı insanların batıl inançlarını bir kenara bırakıp İslama koşmalarına sebep
olmuştur.
İslam inancını baş tacı eden ve onun için hayatlarını hiçe sayan
nice abide şahsiyetler yaşadı bu topraklarda. Bunlar davayı her şeyden önce
düşünmüşler ve onun yükselmesi için ölüm dâhil, her türlü riski almışlardır.
Hayatı bir imtihan vesilesi olarak gören bu insanlar gerçek huzurun mekânı
olarak ahiret hayatını görmüşlerdir. Bu abide şahsiyetler eşyaya her zaman
tefekkürle bakmış, lezzetleri acılaştıran ölümü hiçbir zaman unutmamışlardır.
Bu Allah dostları olmasaydı İslam bugünkü kadar geniş bir alana yayılamazdı.
İslama büyük hizmetlerde bulunan ve hayatını İslam inancına
adayan büyük simalardan birkaç örnek vermek istiyorum size. Bu büyük karakter
heykellerinden biri Hoca Ahmet Yesevi’dir. ‘Pir-i Türkistan’ diye anılan büyük
mütefekkir Hoca Ahmet Yesevi, kendi dergâhından geçen Horasan erenleri
vasıtasıyla Orta Asya coğrafyasının islamla şereflenmesi için büyük gayretler
göstermiştir. O, vaktini üçe ayırarak değerlendirirdi. Günün büyük bölümünde
zikir ve ibadetle meşgul olur, ikinci kısmında talebelerine zahiri ve batıni
ilimler öğretir, üçüncü bölümünde ise ağaçtan kaşık ve kepçe yapar, geçimini
böyle sağlardı.
Bilindiği gibi Resulullah Efendimiz 63 yaşında bu dünyadan
göçmüştür. Hoca Ahmet Yesevi de bu
yüzden 63 yaşından sonra dünyadan kopmuş, dergâhın bahçesine derin bir yer
kazdırmış, içini kerpiçle ördürmüş, talebelerini toplayıp; “Ey gönül dostları!
Allah-u Teala’nın en sevgili kulu olan Muhammed Mustafa Hazretleri 63 yaşından
bu dünyadan ayrıldı. Ben de şimdi 63 yaşındayım, artık şu gördüğünüz çilehaneye
çekilecek ömrümün kalan günlerini de bu hücrede tamamlayacağım” demiştir. Dervişlerinin yakarışlarına
rağmen bu düşüncesinden vazgeçmemiştir. 63 yıl yeryüzünde, 63 yıl yeraltında
Allah ve Resulünün muhabbetiyle uzun bir ömür yaşayıp 126 yaşında ötelerin
ötesine göçen Hoca Ahmet Yesevi yerin üstündeyken de altındayken de insanlığı
hakikatin ışığıyla aydınlatmıştır. Talebeleri vasıtasıyla hakikat ışığını
yaymış, küfre perde olmuştur.
İnsana cesaret ve güç veren, sahip oldukları davalarıdır.
İslama dört elle sarılan ve onu bir hayat tarzı olarak kabul edenler toplumları
için diriliş sembolü olmuşlardır. Bu sembol şahsiyetlerden birisi de ‘Kafkas
Kartalı’ sıfatıyla şöhret bulan Çeçenistan devletinin en büyük kahramanı Şeyh
Şamil’dir. Hayatının tamamını ülkesinin milli bağımsızlığına ve İslam
inancına adayan, askeri dehasını bütün dünyaya ve ebedi düşmanı Rusya’ya dahi
kabul ettiren, İmam Şamil düşünce ve inançlarından asla taviz vermemiş,
neticede Çarlık Rusya’sını dize getirmiştir. O İslami bilgisini ve tasavvuf
kültürünü, daha sonra kayınpederi de olacak olan Şeyh Cemaleddin Gazikumuki’den almıştı. Rusya’nın bütün şiddet ve
baskılarına rağmen bugün Kafkaslarda İslamın köklü izleri varsa bunu en başta
ona borçluyuz.
Ömrünü İslam davası için harcayan ve Çeçenlerin inançlarını diri tutan
Şeyh Şamil’in tek isteği Resulullah’ın makamını ziyaret etmek ve hacı olmaktı.
On yıl boyunca Rusların esareti altında kalmıştı. Bu yıllar onun gibi özgürlük
savaşçıları için en çileli zaman dilimiydi. Bunun içindir ki saçı sakalı bir
anda ağarmıştı. O öncelikle Osmanlı topraklarına gitmeyi istemiş, bu isteği
Osmanlı sultanlarından Sultan Abdülaziz’in de devreye girmesiyle belli
aşamalardan sonra kabul edilmişti. Sultan Abdülaziz onu karşılamış ve bir isteğinin
olup olmadığını sormuştur. O da Hicaz’a gitmeyi çok istediğini söylemiş,
padişah onu bir gemiyle istediği mübarek topraklara göndermiştir. Fakat
Rusya’nın devlet yetkilileri onu salıverirken oğlunu kendi yerine esir
bırakmasını istemişlerdir. O, hac farizasından sonra, çok sevdiği Peygamberinin
kokusunun sindiği topraklarda ölmüş, Cennet-ül Baki
mezarlığına defnedilmiştir. Böylelikle de ‘Kişi sevdiğiyle beraberdir” hadisine
mazhar olmuştur.
İslam davasına,
yazdığı onca eserle katkıda bulunan, en sonunda da bu yolda canını veren
mücahitlerden birisi de her Müslümanın yakından tanıdığı ve sevdiği Seyyid
Kutup’tur. Seyyid
Kutub, Mısırlı yazar ve düşünce adamıdır. O siyasal İslamın fikir
babalarından sayılmıştır. Ömrünün büyük bölümünü hapishanelerde geçirmiştir.
Nefes aldıkça okumuş, yazmış ve mücadele etmiştir. En mühim eseri Fizilal-il
Kur’an(Kur’an’ın Gölgesinde) tefsiridir.
29 Ağustos 1966’da Stalin-Hitler
karışımı nasyonal sosyalist bir diktatör olan Mısır Devlet Başkanı Cemal
Abdunnasır tarafından idam edilmiştir. O;
iman, bilgi ve hakikat merkezli bir hayat yaşamıştır; neticede diğer
mücahitler gibi şehitler kervanına katılmıştır.
İslama hayat veren ve onu toplumun
öncelikli meselesi haline getirenlerden birisi de Bediüzzaman Said Nursi
Hazretleri’dir. Onun büyük bir emekle vücuda getirdiği Risale-i Nur Külliyatı
pek çok insanın imanının kurtulmasına, İslam ahlâk ve nizamıyla tanışmasına
vesile olmuştur. O insanları İslam kardeşliği etrafında birleştirmeyi düşünmüş,
bunun gerçekleşmesi için yoğun bir mesai harcamıştır. Fakat her aydın Müslüman
gibi o da zaman zaman yanlış anlaşılmış, Kürtlüğünü ön plana çıkarmakla, hatta
Türk düşmanı olmakla suçlanmıştır. Oysa O, adı ne olursa olsun ırkçılığın
karşısında olan bir insandı. Zira İslamiyet ırkçılığı reddediyordu. O da
İslamiyet’in sedasının gür çıkması için mücadele ediyordu.
Said Nursi hayata ve olaylara hikmet
nazarıyla İslam penceresinden bakmış bir büyük âlimdir. O isteseydi arkasındaki
kitleyle çok önemli makam ve mevkilere gelebilirdi. Fakat onun asıl gayesi iman
kurtarmaktı. Risale-i Nurlar aracılığıyla bu alanda hizmet etti. Dünya
nimetlerini elinin tersiyle itti. Çok zor ve kötü fiziki şartlarda yaşadı.
İnancına daha çok hizmet etmek için evlilikten bile feragat etti. İslama karşı
olanlarla dişe diş mücadele etmekten sakınmadı. Kendisini defalarca zehirlemeye
çalıştılar. Fakat her zaman takdir-i ilahi tecelli ederek, onun iman hizmetinin
devam etmesi gerektiğini kör gözlere gösterip sağır kulaklara fısıldadı.
Tehditler ve yıldırmalar ona vız geldi. Bunlar onun mevcut mücadele gücünü ve
cesaretini artırdı; davasına daha bir iştiyakla bağladı.
Bediüzzaman’ın ömrü mahkeme
koridorlarında geçti. İslamla meselesi olanlar onu her zaman birinci hedef
olarak seçtiler. O da kendisine verilen harikulade bir hitabet ve ispat gücüyle
onlarla dişe diş savaştı. Asla zelil olmadı. Eserleriyle iman hakikatlerini
onların yüzüne bir şamar gibi indirdi. Mehmet Akif’in: “Doğrudan
doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı/ Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.” şeklinde ifade ettiği
hasreti, Bediüzzaman, Risale-i Nur’larla gerçekleştirmiştir. O bugün aramızda olmamasına rağmen kendisinin izinden
gidenler ve eserlerini İslami manifesto olarak görenler iman kurtarma hizmetini
eda ediyorlar.
Osmanlı padişahlarının tamamına yakını
İslama üstün hizmetler etmişlerdir. Onlar toprak kazanmayı değil, insan
kazanmayı gaye edinmişlerdi. 13. asırda yaşayan Yunus Emre ve Mevlana
Celaleddin Rumi de İslamın sesini gür bir şekilde hedef kitlelere
ulaştırmışlardır. O Yunus ki bağlı olduğu dergâha odunun bile eğrisini reva
görmemiştir. Mevlana ise 26 bin beyitte ilahi aşkı ve muhabbeti gönüllere
nakşetmiştir.
Yakın tarih içerisinde yaşayan Mehmet
Akif Ersoy ve Necip Fazıl Kısakürek de İslam davasından asla taviz vermemiş,
her zaman dik durmuş iman ve izan erleridir. Onlar şiirlerinde dünyevi aşkları
ellerinin tersiyle iterek Hakk’ı ve hakikati anlatmışlardır. Bu isimler arasına
Arif Nihat Asya, Osman Yüksel Serdengeçti, Erol Güngör, Cemil Meriç, Seyyid
Ahmet Arvasi gibi isimleri de ekleyebiliriz.
Dünden bugüne kadar İslam davasına canla
başla hizmet etmiş kişilerin listesini yapsak sayfalar dolar. Fakat biz sembol
olmuş şahsiyetleri zikretmekle yetineceğiz. Bu mübarek insanların oluşturduğu
zincire bir halka da bugünden ekleyebilirsek ne mutlu bize.
Geçmişte yaşamış ve hayatın anlamını
İslam’da bulmuş abide şahsiyetlerle bugünkü insanları mukayese edince koca bir
‘manevi uçurum’ çıkıyor karşımıza. Bu uçuruma bakınca insanın aklına şu sual
geliyor: “Dün neredeydik, bugün neredeyiz?” Maneviyatımız kimler tarafından,
niçin tarumar edildi? Nasıl da böyle kolayca teslim olduk. Bugünkü gençlik,
ceddinin gittiği yoldan ne kadar da uzaklaştı. Yeni nesil çıkmaz bir yola
girmiş; fakat ne acıdır ki onlar nerede olduklarının farkında bile değiller.…
Bugünkü manzarayı bundan yetmiş küsûr yıl evvel Mehmet Akif Ersoy şöyle tasvir
ediyordu:
“Müslümanlık nerde, bizden geçmiş insanlık bile...
Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nâfile!
Kaç hakikî Müslüman gördümse: Hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!”