Mayısın sonu geldi. Güneş Arsiyan Dağı’nın
doruklarından bir farklı gösteriyordu yüzünü. Net ve parlak, som altın
renginde... En mavi elbiselerini giymişti gökyüzü. Grinin tonlarına bezeli,
bazı günlerse karanlık yüzlü kara bulutlar başka diyarlara gitmişti.
Balkonumuzdan
güneşin ufuktan yükselişini gözlemlemek ne hoştu. Çiçeğe duran ağaçlarda yeşil
yapraklar güneşi selamlıyordu. Guguk kuşunun sesi evimizin hemen karşısındaki
çam ormanında diğer kuşların seslerine karışıyordu. Karşı yamaçta boydan boya
uzanan çam ormanı, yaprak açan ağaçlar ve yeşil çayırlardan doğamıza kokusunu
hissettiğimiz oksijen yayıyordu.
Durmak
olmazdı. Erken kalkan yol alır derler köy yaşamında. Bahçemiz bizi bekliyordu.
Kahvaltıyı uzatmadık. Önceki günden belliydi havaların düzeleceği. Yükseklere
çekilmişti bulutlar. Maden ülke tarımına katkı verecektik karınca kararınca.
Vakit öldürmenin zamanı değildi. Çok geç kalınmıştı ekim işi. Haziranda ekilen
fasulyeler ağustos sonlarında doruklarına kar yağan topraklarda yetişir miydi? Bekleyip
göreceğiz ağustosu, eylül başlarındaki fasulyelerimizin durumunu.
Önceki
günlerdeki ekimden kalan ne kadar tohum varsa ekecektik artık. Birkaç yıldan
beri yapıyorduk ekim işini. Emekliyim. Kitap okumak bir şeyler yazmak ne kadar
güzelse toprağa dokunmak da güzeldir. Köyde büyüdük. 70’lerin sonuna kadar
ekmeğimizi topraktan çıkarırdık. Şimdilerde herkes ağa(!) tarlalarımız çayır
oldu. Köy bakkallarında ekmek satılıyor.
Evlerin
hemen yanı başlarında bizim gibi küçük bahçe gibi yerlerde ekim yapılıyor
sadece. Mazi oldu buğday, arpa, mısır… benzeri ürünlerin bolca ekildiği yıllar.
Bahçemize mısır da ekiyoruz birkaç yıldan beri. Mısır pişirip, taze mısırı evimize davet
ettiğimiz dostlarla paylaşmanın güzelliğiyle de mutlu oluyoruz eşimle…
Güneşin
yükselmesini bekledik. Toprak biraz daha kabarsın istedik. Tav tutsun.
Beklemek. Bekletilmek… Asla hoşlanmadığım davranış biçimidir. Öğlen olmadan
eşimde fasulye tohumları, ben de çapa bahçeye vardık. Kısa sürede bahçenin
yarısının ekim işi bitirdik.
Öğleden
sonraya az işimiz kalmıştı. Fasulyeler, kabak çekirdeklerinin ekim işi tamamdı.
Salatalıklar için aceleye gerek yoktu. Küçük seramızda onların fideleri
büyüyordu. Sadece fidelerin yerlerinden çıkarılıp bahçemizde kendilerine ayrılan
yere dikileceklerdi.
Üzerimize
düşen görevi yaptık yetesiye. Sıra doğanın insafına kalmıştı. Birinci ekim
sonunda uzun süre yağan yağmurların yağmaması biricik dileğimizdi. Her sabah
erenden bahçemizi ziyaret etmeye başladık. Fasulye filizlerinin topraktan gün
yüzüne çıkmasını gözlemliyor katıldığı sınav sonucunu bekleyen adayların
hissettiği heyecana ölçüsünde heyecan duyuyorduk.
Bahçede
ekim işini yoluna koymanın dinginliğiyle kitapların engin dünyasına dalmamak
olmazdı. Virginia Woolf’un dört adet kitabını almaştım Derince ’de. Bu İngiliz
kadını okumaya başladım. Yarenlik ettim şairlerimizle, şiir antolojisinden
balkonda doğanın müziğini dinlerken…
Dranas’ın
Serenat Şiirini okurken gerilere okul yıllarına gittim. Bu şiiri öğretmen arkadaşlarıma
okuduğum günü anımsadım. Hüzünlendim. O altın yıllar gerilerde kaldı maalesef…
“ Yeşil pencerenden
bir gül at bana
Işıklarla dolsun kalbimin içi,
Geldim işte mevsim gibi kapına.
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiy.”
Kırlara
kaydı gözlerim. Annemin Yusuf amcalardan satın aldığı kazla ilgili anılar
canlandı hafızamda.
İlkokula
başlamamıştım. Köyümüzde kaz besleyen çok ile vardı. Evimiz köyden hayli
uzaktır. Sadece bir komşumuz var yakınımızda. Köye dayımları ziyarete gitmiştik
annemle. İlkbahar gelmiş karlar eriyordu. Annemin kazı koltuğunun altına
aldığını ve birlikte eve doğru yürüdüğümüzü dün gibi hatırlıyorum. Evimin
yakınındaki çayırlarda eriyen karlar derecikler oluşturmuştu. Sulara bata çıka
eve vardık.
Koyunlar, sığırlar, bir çift öküz ailemizin
başlıca hayvanlarıydı. Tavuklarımız da vardı elbet. Çalar saat okula başladığım
zaman satın alındı ilk. horoz çalar saat görevi yapardı evimizde. Kazın gelmesi
ailece hayli hoş karşılandı.
Kazımız
dört adet yumurta yaptı.
“Olsun!
dedi annemiz. “
“Dört
yumurta ile de kuluçkaya yatırılır…” Ne
hikmetse hayvan kuluçkaya yatmayı bir türlü sevmedi. Annemle birlikte her gün
kuluçkadaki kazı kontrole gittik. Kümese her varışımızda kazı yumurtaların
üstünde değil, geziniyor gördük. Oysa biz gün sayıp yumurtadan çıkacak kaz
yavrularını bekliyorduk.
Bu
durum devam etti günlerce. Kaz bir türlü yuvasını ısıtmadı. Gezindi durdu. Evde
şöyle de bir söylence çıktığını da hatırlarım. Kazı getirirken sulardan geçtik.
“Yumurtlama ve kuluçka döneminde sulardan atlayarak taşınan kaz kuluçkaya
oturmazmış(!)” Umduğumuz dağlara kar yağdı. O yıl kazdan hayır göremedik.
Bahçemizi
beklerken çocukluk yıllarımdaki kazı bekleme sonunda yaşadığımız hayal kırıklığı
yaşamayalım dileğiyle balkondan ayrıldım.
İkinci
ekim yaptığımız günlerde haziranın başına denk geliyordu. Havalar tuttu. Bir
hafta sonra fidelerimiz boy göstermeye başladı. Emeğin karşılığını somut olarak
gözlemlemek 1500 metre rakımlı bir memleket toprağında üretim yapabilme
umudunun yeşermesi demekti. Bu da yorgunluğumuzu unutturmaya yetiyor artıyordu
bile…
Devam edecek…