Lapa lapa kar yağıyor sımsıcak, ateşle yanan gönlüme…
Doğa görevini yapıyor, ateş de… Gerçekçi anlar, vereceğim kararımı beklemiyor
dur bir saniye desem. Hızlıca düşünüp yaşamalıyım. Sonunda her şey olabilir, acıda
verebilir mutluluk da, ezbere yaşayan için riskin boyutu çok yüksek yani….
Bu aşamaya gelene kadar hiçbir hazırlık yapmamışım, ne
odun almışım ne kömür, ne de onları satın alacak param yok kıyıda köşede. Ağustos
böceği misali har vurup harman yaşamışım. Soğuk yakıyor, soba yerine… Dilimde
dualar, Allah’ım yeter bana diyorum. Diyorum da, o güne kadar Allah’ı anmamış,
aşkını yaşamamış, ne ruhumda ne de tenimde buna inanmış bir hal de yok… İnsan
inanmayınca dilden çıkanın ne manası olabilir ki? Odunu ateş yakar ama sonunda
kül olur… Odun diye bir şeyde kalmaz ki! Eğer aşk yakacaksa, odun değişmemeli,
onu yakmalı ama.
Bizim inanç, iman dediğimiz yanmaya hazır değil… Ne
zamanı durdurabiliyor ki, ateşin hal değişikliğini… İbrahim’in ateşini
bilmiyor. O ateş yanıyor ama İbrahim’i yakmıyor. O ten ateşe giriyor ama ruh
orada değil sanki. Bu aşkı bilmeyen de ağıtlar hazır, adam yanacak beklentisi
gözyaşları ile çığlığa nazır… İnsan kat kat giyiniyor, soğukta sıcakta yakmaya
devam ediyor. Biz elbise den medet umuyoruz aşktan değil… Uçağa biniyoruz, ya
düşersek tedirginliği içindeyiz. Oysa nerede ölsek, son yerimiz kabir değil mi?
Ölümün mekânı mı var ki?
Bütün suç ölmekte… Şu güzel dünya bırakılır da gidilir
mi? Dünya da yaşıyorsan, mekân var, zaman var, gayret var, uyku var… Var oğlu
var! Hiçbiri durmuyor yerinde, dur desek tınmıyor bizi… Hangi boyuta geçsek o
boyut bizi öldürüyor, şekil değişikliğine maruz bırakıyor, yaşlanıyoruz. Yani
ölüm her an yan cebimizde, yalnızca bir başkasına göre yorumlasak yavaş
görünüyor gelmesi!
Aslında doğanın adaleti, öyle mükemmel ki… Kışında
yağıyor kar oluyor… Baharın eriyor rahmet sarıyor. Gökyüzü hep ağlıyor, yeni
doğan çocuk gibi… Çocuğun ağdından nedir sorunu anlamaya çalışırken, doğanın
ağdını çözmeye gayret etmiyoruz. İşte kış gelecek, işte bahar gelecek…
Manzarası aynıdır dimağlarda… Kendimize göre tesis ederiz şehirleri, evleri…
Hiç doğayı hesaba katmayız. Çığ olur, toprak kayması olur, tufan olur, sel olur,
deprem olur… Alaşağı eder kurduğumuz düzeni. Zamanı geriye alamayız bu felaketlerde
ki, onun geleceğini biliriz ve böylece önlem alırız da. Hep sondan başa dönmeye
çabalarız, kafamızda kurtarıcı olan zaman tüneli, karanlığımıza karanlık katar.
Olmayacak duaya âmin deriz. Hesaplar, planlar, kurgular, umutlar nasıl doğadan
ayrı tutulabilir ki?
İşte aşkın ve imanın içinde ilim var. Onu öğrendikçe,
tıpkı insan kurgusunu düşünerek araba imal etmek gibi… İnsan nasıl enerjiyi
elde edip sağlıklı yaşıyorsa, o arabada aldığı enerjiyle, vites gibi el kol düzenleriyle,
hareket ediyor ve bir yerden diğer yere bizi taşıyor. O araba, bizim gördüğümüz
aşktan ortaya çıkmıştır. Biz de Allah’ı o arabanın bizi seyrettiği gibi bakışla
görebiliriz. Hani arabaya seni üreten insanı sorup da, bize olan aşkını
öğrenmek istersek bu mümkün mü? Hayır. İkisinde de boyut farkı, insan dimağını
allak bullak edebilecek düzeyde. Yaratanı
anlamak ve görmek o arabanın gözünden bakabilmekle mümkün. Arabadan farkımız
biz düşünüyoruz. Dünyada ki her şeyi kullanabilir, yaratılmışlığın demir
perdesini kaldırabiliriz. Bu da ancak oyuncaklarımızı tanımakla, doğayı ve
evreni bilmekle… Hiçbir şeyin boşu boşuna yaratılmadığını kavramakla mümkün…
Allah bizimle beraberdir diyen kişi, bu sözün derin
manasını keşfetmelidir, ilimle… Aşkla. Arabayı yapabilir ama ne zaman tüneli
bulabilir, ne ölüme çare bulabilir, ne de zamanı durdurabilir… Biz öylesi
ezbere yaşıyoruz ki… Böyle yaşamaya devam ettikçe, acılar da, acizliğimizde kat
kat artacaktır. Bu acıya sebep olan kişileri suçladığımızında bizden farkı
yoktur. Herkes başkasının üstünde kambur yaşamaya devam etmektedir. Acı verende
acıyı tatmaktadır yani…
Lapa lapa kar yağıyor sımsıcak, ateşle yanan gönlüme,
gönüllere, maalesef.
Saffet Kuramaz