‘’Bu sabah pek bir dağınıktı ağaçlar.
Uykusundan yeni uyanmış tembel çocuklar misali yataklarını toplamamışlardı.
Yerlerde biriken yaprak yığınları, güzün habercisiydi.’’
Cüneyt yağmurun yağdığını pencereden
dışarıyı izlerken anlamıştı. Saat henüz sabahın altısıydı. Dün gece Lara'yı
düşünmekten hiç uyuyamamıştı. Gözlerinin önünde hep aynı sahne beliriyordu. Göz
göze geldikleri anda Cüneyt, kalbinin yerinden çıkacakmış gibi attığına ilk kez
şahit oluyordu. Lara ile göz göze geldiği o an, anlamıştı bu aşkın peşini
bırakmayacağını.
Portmanto da asılı duran yağmurluğunu
alıp dışarıya attı kendisini. Odunluktan çalı süpürgesi ile tırmığı kaptığı
gibi bismillah deyip işe koyuldu. Yerdeki yaprakları, biriken çöp yığınlarını
toplamak iyi gelmişti. Bir an olsun çıkmıştı o kasvetli ruh halinden.
Ne güzel şeydi bir insanın toprakla bütünleşmesi.
Ne güzel şahit olabilmek toprağın yağmurla alışverişine. Cüneyt yurtdışında
geçirdiği zamanı düşündü. O an gitmekle ne büyük yanlış yapmışım diye düşündü.
Bahçeyi temizlerken hatırına gelen bu hadiseyle daha bir şefkatle dokundu
ağaçlara. Annesi ile birlikte ektiği elma ağacına baktı. Ne kadar da büyümüştü.
O gün hiç inanmamıştı bu ağacın büyüyüp meyve verebileceğine. Bugün gördü ki,
elma ağacı da tıpkı içindeki acı gibi büyüyordu. Ailesini düşündükçe kendisini
o kadar ezik, biçare hissediyordu ki, yaşadığına utanıyordu adeta. Gözleri
dolmuştu. Bu kez ağlamak istemiyordu. Ailesinin kendisini bir yerden izlediğine
inanıyordu. Ağlayıp da onları üzmek istemiyordu.
Bahçe işleri bittiğinde saat dokuza
geliyordu. Kırdığı odunları semavere koydu. En güzelinden bir çay demlemek
istiyordu. Semaverdeki odunlar tutuştuğu sırada Yunus uykudan uyanmıştı.
Bahçeye indiğinde kardeşini gördü. Cüneyt'in hiç uyumadığını sohbet sırasında
gözlerine bakarken anladı. Cüneyt nedenini demese bile, Yunus kardeşinin kara
sevdaya düştüğünü anlamıştı. Yunus arabasına atlayıp ilçeye indi.
Damla uyandığı gibi pencereleri açtı evi
havalandırmak için. Cüneyt'i görünce hayırlı sabahlar diledi. Yardıma ihtiyacı
olup olmadığını sordu. Cüneyt yardıma ihtiyacının olmadığını söyledi. Damla
Yunus'u sorduğunda ilçeye kadar indiğini söyledi. Cüneyt'e kolaylıklar dileyip,
hazırlanıp bahçeye inmek için içeri geçti.
Cüneyt çayı demleyip, semavere su
ekliyorken Damla ve ailesi çıkageldiler. Yasin çocukları ile pek bir mutlu
görünüyordu. Damla babasını böylesine mutlu görünce o da kendisini mutluluğa
bırakıyordu. Mahkeme suratlı Suat bile o an muzipliği bırakmış ailesine eşlik
ediyordu. Aysun Dilara ile sohbet ederken, Lara etrafı izlemekle yetiniyordu.
Cüneyt de arada bir sevdiğine kaçamak bakışlar atıyorsa da, kimse anlamasın
diye kısa kesiyordu bakışlarını.
Yunus geldiğinde sofra çoktan
hazırlanmıştı. Maaile ilk çaylarını yudumluyorlardı bile. Yunus arabasını park
ettirdikten sonra ellerindeki eşyalar ile bahçeye kurulan sofraya doğru yürüdü.
Dilimlenmiş taze ekmek, simit ve üçgen peynir vardı poşette. Damla sevdiğine
yardım edip poşettekileri sofraya dizdi. Sonbaharın etrafa yaydığı o tatlı
serinlik, insana yaz sıcaklığını unutturduğu için sihirli bir şeymiş gibi
geliyordu.
Kuşlar sonbaharda sanki daha bir
hürdüler. Çırılçıplak kalmış ağaçlarda kuşlar, daha bir sergileyebiliyorlardı
güzelliklerini. Susuz kalmış topraklar baharlar olmasa acaba nasıl giderirdi
ihtiyaçlarını. Yağmurun bereketiyle rüzgârla adeta raks ediyordu çam ağaçları.
Bağ evini dış tehditten korumak için yapılmış, demir parmaklı korkuluklar,
İstanbul surları gibiydi. Yağmurun yağmasıyla sanki o korkuluklarda
yumuşamıştı.
Kahvaltıda haşlanmış yumurtalar ile
gençler yumurta tokuşturuyorlardı. Yasin Suzan’a tıpkı eski günlerdeki gibi aşk
dolu gözlerle bakıyordu. Gençlerle oturup kalkmakla gençleşiyordu insanlar.
Hayata bir farklı bakıyordu. Bir an unutuyordu sıkıntıları. Suzan da aynı aşk
dolu gözlerle eşine bakıyordu. Ah ne büyülü bir şeymiş gençlik diye içten içe
ah ediyordu.
Kahvaltı faslı bittiğinde, gençler el
birliği ile toplamışlardı masayı. Kahvaltı sonrası birer Türk kahvesi içtiler.
Sonra da Yasin’in önerisiyle Nazif’in mezarını ziyarete gitmeye karar verdiler.
Lara, Aysun ve Cüneyt bağ evinde durdular. Diğerleri ise yola çıkmak için
hazırlandılar.
Yasin’in izniyle Damla ve Dilara
Yunus’un aracına bindi. Diğerleri ise Yasin ile yola koyuldular. Yol boyunca
iki âşık gözlerini birbirinden alamıyordu. Dilara ablasını böylesine mutlu
gördüğüne seviniyordu. Yunus’un, eniştesi olacağına oldukça memnundu. Mezarlığa
vardıklarında indiler arabadan. Yasin de yetişmişti. Arabadan inip hep birlikte
mezarlığa dua ile girdiler.
Suzan, eşine baktı. Yasin çok melal idi.
Nazif babasının ahretliğiydi. Ne zaman ruhu daralsa, babasına kırıldığı anlarda
kendisini hep Nazif’in evinde bulurdu. Onun şefkatli sözleri öyle tesir ederdi
ki, Yasin düşmanına dahi yumuşardı. Bu hal onda hep sürsün isterdi. Evlenip
gittiğinde yazları gelip mutlaka elini öperdi. Bayramlarda arar sorardı. Nazif
de evladı yerine koymuştu Yasin’i. Onu ahretliği Mümin’in hatırı içinde olsa
çok severdi. Yasin, Nazif amcasına uğrarken, ilk kez gelmek istemiyordu. Onu
böyle cansız yatıyor olarak görmek, sırtını dayadığı amcasının yiğitliği dahi
ölümün yanında bir nokta kadar olduğunu görünce, dünya ne kadar da yalanmış
diye düşündü.
Hayat ne kadar da kısaydı. Yasin daha
dün gibi hatırlıyordu çocukluğunu. Okul sonrası daha eve uğramadan tel sahanın
yolunu tutardı. Çantasını ağacın gölgesine bırakır sahaya girerdi. Annesi ne
zaman Yasin’i eve geç gelse azarlardı. Yasin bunu bildiğinden geç kalacağı
zamanlarda Nazif amcasının evine giderdi. Nazif amcası Yasin’i ailesine
götürürken, ona kızmayacaklarının garantisi ile eve dönerdi.
Suzan, kendisinin ilk bakışta
garipsediği sonrasında ise onu ailesinin bir ferdi yerine koyduğu Nazif amcasını
çok sevmişti. Kendisini istemeye geldiklerinde Nazif amcanın o tok sesi,
sesiyle mermeri dahi toz eden babasını yumuşatmıştı. İmkânsız gibi görünen
evlilikleri hiç beklemedikleri bir şekilde tatlıya bağlanmıştı. Yasin’i Nazif
amcanın mezarına eğilmiş, dua ediyor görünce o da kocasının yanına ilişip dua
etti.
Damla, ağlamaktan yorgun düşmüş gözleri
ile Nazif amcasının mezar taşına dokunup, öpüyordu. Öyle kederli bir hali vardı
ki, orada cansız yatan Nazif amcası değil de sanki kendisiydi.
Yunus,
geç tanıyıp erken yitirdiği amcasına ağlıyordu. Nazif amcadan aldığı zümrüt
kolyeyi Damla’ya hediye ettiği ana gitti. Ne kadar almak istemiyorum dese de,
Nazif amcasının ısrarına boyun eğmişti. Ailesini kaybettiği o zorlu günlerde,
kalbine şifa olan sözlerin tesiri ile Nazif amcanın hep yanında olmasını
istiyordu. Onu kaybettiğinde bir kez daha yıkılmıştı. Ama ilki kadar biçare
değildi. Nazif amcası ona güçlü olmasını öğretmişti. O da bu mirasa sahip
çıkacağına söz vermişti kendi kendisine.
Eve
doğru yola çıktıklarında, hepsinde bir rahatlanmıştık hissi vardı. Yarım
saatlik uzaktaki bağ evine gitmek hiç bu kadar uzun sürmemişti.
Aysun,
Lara sofrayı kurarken, Cüneyt de yaptığı yemekleri sofraya diziyordu. Ailenin
gelmesine az bir süre vardı. Her şeyi harfiyen hazırlamak istiyorlardı.
Lara,
Cüneyt’in böylesine maharetli olabileceğine şaşıyor, kendisini tutamayıp
gülüyordu. Aysun da arkadaşına uyuyor gülüyordu. Cüneyt ise hiç istifini
bozmuyordu.
Lara,
Cüneyt’ten etkilenmişti. Lakin gidecek oluşu ona inanılmaz ağır geliyordu. O
yüzden Cüneyt’e soğuk davranıyordu. Her ne yapıyorsa, gidip de bir ömür üzmemek adına yapıyordu. Gitmek
zorunda olmasa belki de böylesine yanmazdı içi. Ve başlamadan bitmek zorunda
kalmazdı ilişkisi. Lara günlerdir içinden çıkamadığı düşünceler ile boğuşmayı
bırakıp, artık Cüneyt ile konuşmak istiyordu. Bu akşam Cüneyt ile her şeyi
etraflıca konuşmak istiyordu.
Durumu
heyecansız, kuru bir ses tonu ile Cüneyt'e dediğinde, henüz aile gelmemişti.
Cüneyt bu soğuk, heyecansız ses tonuyla söylenmiş sözcük karşısında, heyecandan
ölebilirdi. Heyecanını belli etmemek için sakin görünmeye çalıştı. Bir an evvel
akşam olsun diye can atıyordu.
Aile
geldiğinde, hep birlikte sofraya geçtiler. Güzel bir öğle yemeğinin ardından,
bir semaver çayı içmek istediler. Semaverin tüten dumanı huzur oluyordu çoğu
zaman. Çay belki de yeryüzünde içen herkesi aynı nispette memnun edebilen ender
bir içecekti.
Yemek
sofrası herkes evlerine geçti. Cüneyt annesinin yazdığı mektubu okumak için
odasına çekildi. Elleri titriyordu zarfı tutarken. Korkuyla, ümit arasındaki o
ince çizgide iki ileri bir geri yapıyordu. Sonunda cesaretini toplayıp mektubu
okumaya başladı. Bir, iki, üç… Okudukça bir daha bir daha okuyordu.
Gün
batımında, güneşin göğü kızıla boyadığı anda Cüneyt dışarıya çıktı. Lara’nın
kendisini beklediğini gördüğüne şaşırmıştı. Ne olacaksa olsundu. Hiçbir şey,
aşk acısının belirsizliği kadar yakamazdı bir insanın canını.
Lara,
konuşmaya başlamadan önce, sözcükleri özenle seçmeye çalışıyordu. Olur da üzerse
diye Cüneyt’i.
Sonbahar
her an yeni bir vedaya hazırlanıyordu. Bu vedalar çoğu zaman dönüşü olmayan
vedalar oluyordu. Gözyaşları, ağaçtan düşen yapraklar misali dökülüyor. Tabiat ana
bile bu eşsiz uyuma şaşıyordu.
Cüneyt
birazdan duyacaklarını az çok seziyor, kim bilir kendisini nereden yaralayacak
sözleri sırasını bekleyen bir idam mahkûmu gibi bekliyordu.
Lara
artık daha fazla uzatmadan durumu anlatmaya koyuldu. Cüneyt’in gözlerine bakıp
konuşurken, bazen zorlandığı oluyordu. Tam bir saat boyunca konuştular. Kâh gülüp
kâh ağladılar. Vakit yaklaşmıştı. Lara’nın son sözü zaten her şeyi anlatmaya
yetiyordu. ‘’Gitmek zorundayım.''
Cüneyt
eve geldiğinde çok üzgündü. Yunus’a iyi akşamlar dileyip odasına çekildi. İçi acıya
acıya, içinden bir şeyler kopa kopa bir mektup yazdı. Lara’ya veda ederken
verilmek üzere…
‘’ Ben aşka susuz kalmışken, ecelime
susamışım bilmeden. Şimdi hiçbir tarif anlatamaz üşüyen hayal kırıklığımı.
Oysa daha kaç anı güzel hatırlanmayı hak ediyordu.
Duvarlarda rengârenk çerçeveler boş kaldı. Kala kala asılacak sözcükler kaldı
kalemi kırık düşlerimde. Hayatımın hiçbir evresinde böylesine biçare olmadım.
Mutluluğu görmem lazım iken, bana mutluluğu çok gördün. Artık hiçbir şey eskisi
gibi değil.
Gitmek zorundayım diyorsun ya. O cümle kadar hiçbir
cümle yaralamıyor kalbimi. O kadar seninle dolmuş ki içim, sensizlik en uzak
ihtimal olmalı diyorum. Sonra sen benim ilk günümsün. Seninle başladı her şey.
Bir hiç uğruna bitmesine müsaade edemem.
Sen benim ikinci şansımsın. İnsan bir kere gelir
dünyaya. Ben doğduğumun farkına seninle vardım. Aşkında açtım dünyaya gözlerimi.
Onca intihar çiçeklerini beynimin içinden senin sayende silebildim. Şimdi
gitmek zorundayım diyorsun ya. İnan bunu kabullenmek sandığın kadar kolay
değil. Sen uyuduğum yastığım, sen soğuk günlerde üzerime örtündüğüm
yorganımsın. Sana bu kadar alışmışken bitmesin bu hikâyemiz.
Çok uğraştım. Sana olan sevdama karşılık vermen için. Bitmesin
istedim bu şarkı. Sen bildiğini okudun. Bense yazdıklarımı okudum. Bildiklerini
topladım meğer koca bir hiçmiş. Yazdıklarıma baktım. Çok düşündüm. Anladım ki
yazdıklarım olmayacak bir duaya amin demekmiş.
Al bütün şarkıları senin olsun. Yırt at bütün sinema
biletlerini. Neye yarar biz gidemedikten sonra. Söyle tüccarlara plastik gül
satmasın artık çarşı pazar. Biz bittik. Hikâyemizin sonu hüsran oldu. Artık
hiçbir şeyin önemi yok.
Yollar uzunmuş kısaymış ne fark eder. Beraber
yürüyemedikten sonra varsın tüm yollar uğrak yerimiz olsun. Biz artık ayrı
duraklarda ayrı şehirlerde olacağız. Çok üzgünüm.’’