TEKERRÜR EDEN TARİH-19. BÖLÜM—PARALEL YAPILANMA

II. Meşrutiyetin ilanı ülke için pek de hayırlı olmamıştı. Nitekim ilanının üzerinden sadece dokuz ay geçmiş olmasına karşın İstanbul’da oldukça önemli ayaklanmalar meydana geliyordu. Ancak hemen belirtelim ki bu ayaklanmalar sadece İstanbul ile sınırlı değildi, Ülkenin her tarafı cadı kazanına dönmüştü adeta. Peki neydi Osmanlı halkını o çok çok arzuladıkları meşrutiyete sadece ve sadece dokuz ay içinde düşman kılan sebepler?

Bu sebeplerin önemli bir kısmını geçen bölümde yazmıştım. Bu bölümde ise daha önce yazmadıklarımla devam edeyim.

Her şeyden önce Meşrutiyeti getirmiş olan İttihat ve Terakki, meşrutiyetle birlikte hürriyet ve eşitliği getirmemişti. Getirmesi de düşünülemezdi zaten çünkü kafa yapısı olarak hürriyetçi bir yapıya sahip değillerdi. Böyle bir ruh ile yetişmiş insanlar değillerdi. Kendilerine muhalif olanlara karşı terör uyguluyorlar, hatta faili meçhul cinayetlerle yok ediyorlardı.

Devlet dairelerinden ve ordudan kafalarına göre insan çıkarıyor, pek çok memuru ve askeri açığa alıyorlardı. Özellikle bu dönemde alaylı- mektepli subay ayrımı başgöstermişti ve İttihatçılar alaylıları tasfiye etmeye başlamışlardı. Bu da alaylıların büyük ölçüde tepkisine neden olmaktaydı.

İttihatçılar bu arada İstanbul halkının çok çok gözüne batan işler yapıyorlardı. Mesela kendilerini sağlama almak için Balkanlardan getirmiş oldukları ve icabı halinde padişahın Hassa askerlerine karşı kullanmayı düşündükleri Avcı Taburlarını, Taş Kışlaya, Taksim Kışlasına, Davutpaşa kışlasına yerleştirmeleri ‘’ N’oooluyoruz, bu da ne demek şimdi?’’ Söylentilerinin çıkmasına sebep oluyordu.

Meşrutiyeti getirmiş olan İttihatçı subaylar askerlerinin başında da durmuyordu. Mesela Avcı taburlarını tamamen çavuşların ellerine bırakmışlar, kendileri Beyoğlu’nda, Galata’da zevk ve eğlenceye dalmışlardı. Öyle ki içlerinde tiyatro sahnelerinde oyunculuk yapan bile vardı. Subaylar her şeyle meşguldüler, askerlik hariç... Bu arada Avcı taburları da büyük bir hoşnutsuzluk içindeydi zira Makedonya dağlarına çıkan, padişahı meşrutiyeti ilana zorlayan onlardı ama meşrutiyetin nimetlerinden faydalananlar subaylardı. Kendileri kışlalardan dışarı bile çıkamıyorlardı.

Subayların askere ‘’ Din adamlarıyla, mollalarla, medrese hocalarıyla ilişkiyi kesin’’ Demesi de bir başka hoşnutsuzluk sebebiydi. Bu arada ülke genelinde sayıları hızla artmış olan ve en basit ilçede bile onlarcası açılmış olan medreselerin öğrencilerinin askerlikten muaf tutulması da kaldırılmıştı bu dönemde.( Mesela sadece Trabzon’un Of ilçesinde 70 Medrese açılmıştı.) Bu da medreseleri asker kaçaklarının mekanı yapan serserilerin hoşuna gitmedi tabii ki.

Bu arada İttihat ve Terakki, getirdiği basın özgürlüğünün başına bela olacağını asla düşünmemişti. Nitekim özellikle Volkan ve Serbesti adlı gazeteler İttihat ve Terakki aleyhine verip veriştiriyorlar, açık açık İttihatçıları ve getirdikleri yönetimi kafirlikle suçluyorlardı.

II. Meşrutiyetten hoşlanmayanlar arasında tabii ki yobazlar da vardı. Öyle ki Karagöz oynatılmasını bile şeriata aykırı görmekteydiler bunlar. Nitekim ileride karşımıza 31 Mart İsyanı olarak çıkacak olay öncesinde, ta 7 Ekim 1908 de Fatih camiinde Kör Ali ve İsmail  Hakkı adında iki hoca ‘’
"Ey ümmet-i Muhammet, din elden gidiyor! Sokaklarda alenen oruç yiyorlar, kadınlar yüzleri açık geziyorlar" Şeklinde açıklamalarıyla halkı kışkırtmışlar, akabinde peşlerine taktıkları bir kaç kişiyle saraya gelmişlerdi.

Bundan sonrasını Mabeyn başkatibi Ali Cevdet Bey’den dinleyelim:

"Eylülün yirmi dördünde (7 Ekim 1908 çarşamba) ve Ramazan-ı Şerifin on birine müsâdif olan çarşamba günü saat on raddelerinde Efendimiz beni çağırarak 'Birçok Fatih hocaları Saray-ı Hümayun pişgâhına gelmişler. Mutlak beni görmek istiyorlarmış. Baş-mabeyinci Nuri Paşa geldi, söyledi, bir kere de sen gör' buyurdular. Sarayın kapısı önüne çıktım; arakiyyenirı üstüne bir sarık sarmış, göğsü bağrı açık pejmürde kıyafetli, şaşı gözlü, meczub tavırlı bir adamın koltuğuna iki kişi girmiş ve etrafına da ellerinde bayraklar kırk elli kadar adam toplanmış, seyirci olarak bir çok halkın da bunlara takılarak gelmiş olduğunu gördüm. Ber-takrib bunların yanlarına sokuldum... Hoca Ali Efendi namında olan bu adam, meyhaneler kapanmalı, resim çıkarmak men' olunmalı, İslam kadınları sokaklara çıkamamalı, diyor idi... Zat-ı şahâneleri Mabeyn dairesine teşrif buyurdular. Pencereyi açtım.

Ali Efendi pencerenin önüne gelerek yüksek sesle 'Padişahım çoban isteriz, çobansız sürü olmaz. Şeriat emrediyor, meyhaneler kapanmalı, İslam kadınları açık, saçık sokaklarda gezmemeli, resim çıkartılmamalı, tiyatrolar kapanmalı, Karagöz oyunları men edilmeli... Korkma, tecelliyat var. Evliya perde altında tecelli ediyor."

Bütün bu olaylar üzerine II. Abdülhamit, "icap eden emir verilir. Muktezây-ı şeriat icra olunur. Müsterih olun hoca efendi" Sözleriyle şeriatçılara pek yüz vermemekle birlikte onları ümitlendirecek sözler söylemiştir.

Kör Ali Olayı çok güç bastırılmış ve elebaşı hocalar (Kör Ali ve İsmail Hakkı), bu şahlanış ve isyan denemesi sonunda asılarak cezalandırılmışlardır.

1908 Yılının Kasım ve Aralık aylarında yapılan seçimler sonucunda oluşturulan meclis-i Mebusan da bir başka huzursuzluk sebebiydi. Zira Meclis-i Mebusanda 157 Türk, 54 Arap, 22 Rum, 10 Ermeni, 6 Sırp, 3 Bulgar,4 Yahudi mebus bulunmaktaydı ki mesela daha önce de belirttiğim gibi Osmanlı Bankası’nın basılmasında baş aktör olan Karekin Pastırmacıyan, Erzurum mebusu olarak parlamentodaydı.

Evet, Kör Ali olayı bastırılmıştı ama olayların ardı arkası kesilmiyordu.

Beşiktaş’ta Bedriye adlı bir Müslüman-Türk kadını, aşık olduğu Tedori adlı bir Ruma kaçmıştı. Olay Beşiktaş’ta büyük bir infial uyandırdı. Canını kurtarmak için karakola sığınan Tedori, çılgına dönmüş halk tarafından karakoldan çıkarılarak emniyet kuvvetlerinin gözü önünde linç edilerek öldürüldü ‘’Şeriat mahvoluyor. Irz ve namusumuz gavurların ayakları altında çiğnenmektedir.’’ Naraları eşliğinde...

Bütün bunlar aslında yaklaşmakta olan fırtınanın ilk işaretleriydi ve ‘’Şeriat isteriz’’ Ayaklanmaları şöyle ya da böyle bastırılabiliyordu. Peki asker de bu isyanlara karışırsa, onlar da şeriat(!) isterlerse bastırmak mümkün olabilecek miydi?

Daha sonra gelişen olaylara baktığımızda mektepli subaylar her ne kadar ‘’ Hoca kısmından uzak durun.’’ Deseler de bu dokuz aylık süre içinde aynen günümüz Fetö örgütü gibi orduya da bir hayli sızmıştı Şeriat İsterizciler.

Ordudaki ilk kıpırdanma 1908 Öncesi Taş Kışlada yaşanmıştı. Askerlik süreleri dolduğu için terhis olmayı bekleyen 87 askerin görev süreleri uzatılıp bir de Halep’e tayinleri çıkınca bunlar ayaklandılar. Ayaklanmayı Avcı taburları zorlukla bastırdı ve tabii ki bu ayaklanmada her iki taraftan da ölenler oldu.

1908 Yılı sonlarına doğru bir tiyatro oyununu izlemek için tiyatroya giden askerlere ‘’ Aslerlere yasak’’ Denince ‘’ Subaylara yasak değil de bize neden yasak?’’ Diyen askerler kızılca kıyameti kopardı ve başlayan isyan yine gerek isyancıların, gerek isyanı bastıran Avcı taburlarının bayağı kayıp vermesiyle güçlükle bastırılabildi.

1909 un Mart ayında Sultan Abdülhamit’in özel koruma görevini yapan Arap ve Arnavut askerlerinin ( Bunlar dışında ayrıca Bilecik- Söğüt’ten getirilen bir birlik daha vardır özel koruma olarak. ) yerine Türk askerlerinin yerleştirilmek istenmesi üzerine bu sefer Arnavut askerleri ayaklandı. Ayaklanma zorlukla bastırılabildi.

Ayaklanmaları genelde Avcı taburları bastırıyordu ancak yukarıda da belirttiğim gibi Avcı Taburlarında da huzursuzluk baş göstermişti. Çünkü rütbeli komutanlar bazı din adamlarının ‘’ Nasihat’’ adı altında verdikleri akşam derslerini yasaklıyor, namaz kılma bahanesiyle askeri talim ve terbiyenin aksamaması gerektiği yönünde talimatlar gönderiyorlardı. Bu ise ordu içindeki paralel yapı için oldukça elverişli bir fırsat doğurmuş ve ‘’ Kafirler ordudan namazı tamemen kaldıracaklar. Erler artık namaz kılamayacaklar.’’ Şeklinde bir propagandaya dönüşmüştü. İşte bu noktadan sonra artık Avcı Taburları da isyancılar arasında görülecekti. 

Unutmadan, o günlerde de bir şapka meselesi vardı ve bu şapka meselesi de 31 Mart isyanının sebeplerinden biriydi.

Bilindiği gibi uzun zamandır Türk ordusunda yenilikler ve modernleştirma çalışması yapmaktaydı Almanlar...Bu cümleden olarak asker ve subaylar için yeni kıyafetler düşünülüyordu ki bu kıyafetler içinde siperlikli şapka da vardı. Meşrutiyet karşıtları bu şapkanın da kafir işi olduğunu savunarak kendilerine taraftar topluyorlardı. Artık büyük patlama için sadece bir kıvılcım gerekiyordu ve o kıvılcım da 6 Nisanı 7 Nisan’a bağlayan gece Galata Köprüsü üzerinde vuku buldu.

1908 Yılının 6 Nisan gecesinde İttihat ve Terakkiye muhalif gazetelerden biri olan Serbestînin başyazarı Hasan Fehmi, Galata Köprüsü üzerinde tabanca ile vurularak öldürüldü. Lakin kim öldürdü, neden öldürdü bilinemedi.

Hasan Fehmi’nin öldürülmesi üzerine yine muhalif gazetelerden olan Volkan Gazetesinin sahibi ve başyazarı Derviş Vahdeti zehir zemberek bir yazı yazarak ateşin üzerine benzinle gitti.

Yazdığı zehir zemberek yazıyla öncelikle 7 Nisan 1909 da öğrencilerin katıldığı büyük bir gösterinin fitilini ateşlemişti. Mizan, Serbesti, İkdam gibi gazeteler de hürriyet ve adaletin oldukça büyük bir darbe aldığından bahsediyor oldukça sert yazılarla halkı bir isyana davet ediyordu.

Ortalığın iyice kızıştığı bu  bir kaç gün içinde gözler Avcı taburlarındaydı. Acaba başlayan bu isyanı da bastırabilecekler miydi? Ancak bu sefer öyle olmadı. 12 Nisanı 13 Nisan’a bağlayan gece 4. Avcı taburu,başlarında çavuşları olmak üzere kışlayı ele geçirip bazı subayları ve erleri hapsettiler. Yani artık onlar da şeriat istiyorlardı (!)

Bu ayaklanmanın önderliğini Hamdi Yaşar Çavuş, Bölük Yazıcısı Mehmet ve Tüfekçi Ustası Arif gibi bazı cahil askerler yapmaktaydı. Sabaha doğru kışlanın kapıları açılmış ve subaysız askerler Divan Yolu'ndan geçerek Ayasofya Meydam'na ilerlemeye başlamışlardı. Ne tesadüftür ki tabur harekete geçtiği zaman kışlanın önünde ellerinde yeşil bayraklar bulunan bir takım sarıklı hocalar, "Ey kahramanlar, şeriat elden gidiyor, ne duruyorsunuz?" Diye pencerelere seslenerek isyanı teşvik etmişlerdir. Taşkışla'dan öteki kışlalara da yayılan isyan, kısa süre içinde büyümüştü.


İsyancılar kısa sürede sayı olarak beş bini bulmuştu. ‘’ Şeriat İsteriz’’ Naraları atarak ilerliyorlar ama bu arada bir tek yabancı uyruklunun kılına bile zarar gelmemesine çok özen gösteriyorlardı. Çünkü bu olay sebebiyle yabancı devletlerin öfkelerini karşılarına almak istemiyorlardı. Hatta her konsolosluğun önüne kendi silahlı adamlarını yerleştirmişler ve başı  şapkalı hiç kimseye kesinlikle ilişmeme kararı almış ve gerçekten de bu karara uymuşlardı.

Yabancı Uyruklulara ve başlarında şapka olduğu için yabancı uyruklu olduğu zannedilenlere dokunulmasa da İttihat ve Terakki yanlısı gazetelere, alkollü içki satan dükkanlara, kahvelere ve sokaklarda gezen kadınlara dokunuluyordu.

İsyan kısa sürede İstanbul’un her tarafına yayılmış ve katliamlar da başlamıştı. Mesela isyancıların Galata Köprüsünden geçmesini önlemeye çalışan Mülazim İlyas Efendi, Adliye Nazırı Nazım Paşa,Lazkiye Mebusu Hüseyin Aslan Bey öldürülmüştü asiler tarafından.

Bayezıt Meydanında toplanan asiler üzerine gönderilen Romilos İspatari Efendi komutasındaki askerler de hem Romilos İspatari Efendinin öldürülmesi hem de ‘’ Kafir birinin komutasında Müslüman kardeşine kurşun sıkan da kafir olur.’’ Yolundaki telkinler sonucu HarbiyeNezaretine çekilerek isyancılara mukavemetten geri durmuşlardı.

Bu saatten sonra artık isyanı askeri güç kullanarak bastırmak mümkün değildi zira güç kullanmayı düşünen Mahmut Muhtar Paşa bile artık askerden emin değildi. Her an isyancılara katılmaları böylece de çok  daha fazla kan dökülmesi ihtimali oldukça kuvvetliydi.

İsyancılar sözde şeriat istiyorlardı ama Peygamberimizin soyundan gelmiş olan Şerif Mahmut Sadık Paşa’yı öldürmekte bir sakınca görmemişlerdi.

Peki bu şeriat denen şeyi en çok isteyen, bu sebeple de halkı, ulemayı ve medrese talebelerini, askeri isyana teşvik edenlerin başında kim geliyordu? Yani 31 Mart İsyanı dediğimiz zaman akla ilk gelen isim kimdi? Elbette Derviş Vahdeti. Peki Derviş Vahdeti kimdi? Her şeyden önce bir derviş miydi bu adam?

Derviş Vahdeti denilen adam 1870 de Kıbrıs’ta doğmuştu. Derviş, lakabı değil adıydı aslında. Beş yaşında ilk mektebe başlamış, on dört yaşında hafız olmuştu. Kısa sürede Arapça ve İngilizceyi ileri derecede öğrenen Derviş Vahdeti kendisinin de daha sonra itiraf ettiği gibi İngiliz Yüksek komiserliğinin bir memuru olarak Kraliçe adına verilen balolarda redingotlu, elleri eldivenli bir adam olarak boy gösterdi.  Daha sonra gözü Osmanlı Sarayına dikti ve Dahiliye Nazırı Mahmut Paşa vasıtasıyla bir memuriyet kaptı. Lakin fıtratında hainlik olduğundan  Mahmut Paşa’yı padişaha jurnalledi. Padişah II. Abdülhamit de ‘’Himaye ettiğin bu serseri seni bana jurnalliyor’’ Deyince, Mahmut Paşa bu habis herifi Diyarbakır’a sürgüne gönderdi.

İstanbul’dayken bir taraftan da imamlık yapan Derviş Vahdeti, Diyarbakır’da yapacak bir iş bulamayınca zengin sofralarında güzel sesiyle türküler okuyup rakı yudumlayan bir ayyaşa dönüşmekte hiç bir sakınca görmedi.

II. Meşrutiyetin ilan edilmesine kadar defalarca saraya mektup yazıp affedilmesini talep ettiyse de padişah onun mektuplarını okumadan çöpe attı.

II. Meşrutiyetin ilanından sonra İstanbul’a geldi. Bu sefer padişahtan ‘’ Bana para verin bir gazete çıkarayım, bu gazetede de sizin lehinize yazılar yazayım.’’ İsteğinde bulundu. Aslında II. Abdülhamit de meşrutiyetin yeniden ilan edilmesi sonrasında aleyhindeki neşriyatın fazlalığından şikayetle lehine olmasa bile aleyhine neşriyet yapılmaması için bazı gazetelere para vermeyi teklif etmişti ama Vahdeti’ye yüz vermedi. O herife asla güvenmiyordu. Çünkü Vahdeti’nin de aynen Kıbrıslı Kamil Paşa gibi İngiltere yanlısı olduğunu, Vahdeti’nin yanlı olmaktan da ileri İngiliz ajanı olduğunu düşünüyordu. Kıbrıslı Kamil Paşa ile Kıbrıslı Vahdeti’nin bu kadar birbirlerine yakın olması Padişahın gözünden kaçmamıştı.

Peki padişahın para vermediği Derviş Vahdeti daha sonra parayı kimden buldu da Volkan adlı bir gazete çıkarttı dersiniz? Bir gazete çıkartmakla da kalmadı bu gazeteyi nasıl bedava dağıttı dersiniz?

Olaya niçin ‘’ Paralel Yapı ‘’ dediğimi sanırım anlıyorsunuzdur.  

Evet, 13 Nisan 1909 da ‘’ Şeriat İsteriz’’ Diye bağıran çağıran insanların başında işte böylesine bir Derviş Vahdeti vardı ve maalesef bizler tarihten gereken dersi almadığımız için bugün üçüncü sene-i devriyesini andığımız 15 Temmuz gibi bir darbe girişimini yaşamıştık...

O gün Derviş Vahdeti, Bugün Fethullah Gülen...Ve maalesef tarih tekerrür ediyor.

Bu vesile ile 15 Temmuz 2016 da  bu aziz vatanın bekası için canlarını seve seve veren tüm şehitlerimize Allah’tan rahmet, gazilerimize sağlık vesıhhat diliyorum.

Ülkemizin ve cumhuriyetimizin ilelebed payidar kalması için neredeyse her gün hain teröre kurban verdiğimiz Mehmetçiklerimize, polislerimize ve diğer meslekten vatandaşlarımıza da Allah’tan  rahmet diliyor, ülkemizin huzur ve refahına yönelik her türlü menfur emeli şiddetle lanetliyorum.

Bu arada 15 Temmuz 2016 da yaşananların ‘’ Tiyatro’’ olduğunu söyleyenlere de bir çift sözüm olacak:

‘’Aslında sizlere en ağır bedduaları yapmalıyım ama yine de ‘’En sevdiğiniz yakınınınız öldürülsün ve birileri karşınıza geçip tiyatro desin inşallah.’’ Diyemiyorum.  Bu kadar düşüncesiz, bu kadar vicdansız, bu kadar beyinsiz olduğunuz halde diyemiyorum. Allah sizlere basiret ve feraset nasip eylesin...

RESİMLER:

1- Kör Ali
2- Derviş Vahdeti
3- 31 Mart Olayından bir kare
4- Gazeteci Hasan Fehmi ( İlk basın şehidi olarak anılıyor.)
5- Serbesti Gazetesi
6-Volkan Gazetesi.
( Tekerrür Eden Tarih-19. Bölüm—paralel Yapılanma başlıklı yazı Sami Biber tarafından 14.07.2019 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.